24/05/2012 | Yazar: Kaos GL

Heteroseksizmi sorunsallaştırmadan patriyarkayla ve hegemonik erkeklikle hesaplaşmak mümkün değildir

Cinsiyet ve Özgürleşme Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Heteroseksizmi sorunsallaştırmadan patriyarkayla ve hegemonik erkeklikle hesaplaşmak mümkün değildir 

Mekâna ve zamana göre değişerek farklı biçimler alan, öte yandan ahlaki baskı ve kısıtlamalarla kendini sürekli yenileyen patriyarkal cinsiyet rejiminin heteronormatif kalıplarından özgürleşmeyi içerebilecek mücadeleler dizisi için geniş anlamda cinsiyet özgürlükçü mücadeleler diyebiliriz. Cinsiyet özgürlüğü mücadeleleri, feminist mücadele kadar toplumsal cinsiyeti sorunsallaştıran ve verili hegemonik erkeklik kimliklerine karşı mücadele eden erkekleri de içermektedir. Yakın zamanda dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı erkek girişimleri, cinsiyetçilik, kadına yönelik şiddet, homofobi ve transfobi karşıtı mücadelelerde yerlerini almaya başladılar. Benzer bir gelişme birkaç yıldan beri Türkiye’de de çok küçük kıpırdanmalar halinde başladı diyebiliriz.
 
Sonliberters sitesinin Qijika Reş Dergisi yazarlarından Ramazan Kaya ile yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz
 
Türkiye’de cinsiyet özgürlükçü, homofobi ve transfobi karşıtı mücadelelerin radikal politik arenadaki diğer mücadelelere katkıları neler olmuştur? Bu mücadeleleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumsal bir dönüşümü hedefleyen bu mücadelelere dair önerileriniz neler olabilir?
Ramazan Kaya: Bu mücadelelerin radikal siyasetlere en büyük katkısı, bütün toplumsal bölünmeleri birleştiren ve sabitleyen “evrensel” söylem veya öznelerin çözülüşünü hızlandırmaları, her sorunun indirgenemez bir toplumsal temeli olduğunu ve özerk bir mücadele hattını gerektirdiğini ortaya koymalarıdır. Birlik ve dayanışmanın temelini aynılık olarak kuramlaştıran her siyaset, farklılıkların çözücü ve bölücü zaferine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kısacası toplumsal ilişkileri merkezi bir fail üzerinden kuramlaştıran tüm teoriler ve politikalar krizdedir. Hiçbir sorun bir başka sorunun türevi veya yan etkisi değildir. Post-kolonyal entelektüellerin yürüttüğü “Maduniyet Çalışmaları”nın “evrensel sınıf anlatısı”na getirdiği temel eleştiriler de bu yöndedir. “Evrensel sınıf anlatısı”, Batı dışındaki halkların, siyah ırkların, kadınların, madun sınıfların ve eşcinsellerin tarihte oynadığı rolü görünmez kılarak bu özneleri tarihin kıyılarına itmiştir. Bu bağlamda Geleneksel Marksizmin sınıf siyasetinin en önemli başarısızlıklarından biri, öznelerin cinsiyetlendirilmiş ve ırksallaştırılmış bütünsel kimlikler içinde konumlandırılmasını görememesi olmuştur. Çözüm; ne salt yerelden türetilen ve başka hiçbir yere genişletilemeyen ve taşınamayan kategoriler üretmektir, ne de tarih ve mekândan bütünüyle soyutlanmış kibirli kategorilerin buyruklarına boyun eğmektir. Kavramların evrenselci kullanımını çürütmenin yegâne yolu, başka bir evrenselci iddiaya başvurmaktır; yani, her tarihsel bağlamın kendine özgü eleştirel kavramlar kümesi olduğunu göstermektir. Gelinen aşamada farklıklarını ve özerkliklerini üretmeyi başarmış bütün toplumsal mücadele alanlarının ortak örgütlenme hatlarını da yaratmaları gerekmektedir. Her direniş öğesinin talepleri bir başka direniş öznesinin gündemi haline gelmedikçe kimlik kompartımanlarına kapanmaktan kurtulamayız. Qeer Nation hareketinin Utah’taki bir Mormon konferansında gerçekleştirdiği bir eylem belki de hepimize esin kaynağı olabilir. Bu eylemde kamuya açık bir mekânda erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla öpüşerek eşcinsellik karşıtlarını şoke etmişlerdi. Bu topraklarda da Kürt hareketi onur yürüyüşünü Diyarbakır’da organize etmeyi düşündüğünde, metropollerdeki lgbtt hareketi sempozyumlarını Kürtçe sunmaya başladığında, anarşist ve komünist erkekler etek giyip morarmış gözlerle kadına yönelik şiddete karşı sokaklara döküldüğünde ve feministler KCK tutuklamalarına karşı cezaevleri önünde nöbet tutmaya başladığında mevcut toplumsal bedenlerden kurtulmamız mümkün hale gelir. M.Hart ve A. Negri’nin “Çokluk” kitabında dedikleri gibi “Queer bedenler yoktur sadece queer et vardır, o da toplumsal davranışlardaki iletişim ve işbirliğinde yatar”
 
Emek ve beden arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Bu ilişki, cinsiyet özgürlükçü bir mücadele hakkında bize hangi izlekleri sunar? Toplumsal cinsiyet ile toplumsal sınıf mücadelelerinin kesişimleri üzerine neler söylemek istersiniz?
“Patriyarkal kapitalizmin” üretim dünyasında, kadınların dünyadaki toplam işin üçte ikisini yapıp dünya gelirinin sadece onda birini kazanıyor olması ve dünyadaki üretim araçlarının sadece %1’i üzerinde kontrol sahibi olması küresel cinsiyet rejiminin tartışmaya yer bırakmayan somut bir fotoğrafını sunmaktadır. Claudia Von Werlhof, “Kapitalizmin doğuşuyla yaratılan “doğa” kavramının, maliyetlerden muaf ekonomik bir doğa tanımına oturduğunu, yani sınırsız biçimde ele geçirilmesi serbest olan her şeyin “doğa” olarak görülmeye başlandığını ve “doğa” kavramının kadınları, dünyayı, suyu ve diğer “doğal kaynaklar” ile yerli halkları, toprağı ve sömürgelerdeki halkları da içerdiğini”  vurgulamaktadır. Ayrıca kadınların ev-kadınlaştırılması, kadınların sahip oldukları kaynakların çalınması, sosyal ağlarının yıkılması ve ücretsiz bir hizmetçi konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir. Kadınların bedenlerine el konması, emeklerine el konmasıyla yakından bağlantılıdır. Kadınların erkeklerin fiziksel mekânına hapsedilmeleri, kadınların erkeklerin kavramsal evrenine kapatılmasını da beraberinde getirmiştir. Ev-içi sömürü, hane ile sınıf arasındaki ilişki toplumsal mücadelenin önemli bir alanı olmuştur. Ev, emek gücünün kapitalist üretimin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik düzenlenmesi ve kuşaklararası biçimde yeniden üretilmesinin kilit mekânıdır. Kapitalizm ve patriyarka, toplumsal yaşamın her alanında birbirleriyle etkileşim içinde bulunan toplumsal ilişki sistemleridir; toplumsal cinsiyet dolaysıyla “üretim ilişkilerinin” bir parçasıdır. Kısacası ucuz, güvencesiz ve düzensiz kadın emeği kapitalizmin can suyu haline gelmiştir. Kapitalizmin en büyük yedek ordusu ve yeni proletaryası artık “kadınlar sınıfı”dır. Feminist politika, kapitalist endüstriyel sistemin kadın emeğini sömüren ve değersizleştiren yapısını etkili bir şekilde görünür kıldığı gibi, sistemin kadın bedeni üzerindeki disipline edici tekniklerini, kadın bedenini metalaştıran arzu politikalarını ve fallusantrik ekonomiyi açığa çıkarmada da önemli bir yol kat etmiştir. Çünkü kapitalist pazarda erkeklerin sadece işgücü meta haline gelirken, kadının bütün varlığı meta haline gelmiştir. Kapitalizmin özel yaşam alanlarını kolonileştiren ve bu alanlardan beslenen özelliklerinin bir analiz ünitesi, bir politik ödev haline gelmesi yine feminizmin kararlı politikası sayesinde mümkün olmuştur. 
 
Yaygın bir kanaat, heteroseksizme karşı verilen lgbtt mücadelelerinin yalnızca lgbtt bireyleri ilgilendirdiği yönündedir. Türkiye’deki homofobi ve transfobi karşıtı mücadelenin en meşhur sloganlarından biri olan "eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir" sözü size ne ifade ediyor?
Her erkeğin toplumsal avantajlarıyla, suç ortaklıklarıyla hesaplaşmasında bu hareketlerin yarattığı farkındalıkların önemli bir rolü olmuştur. Eşcinsel hareket,ayrımcılıkla, homofobiyle mücadele etme ve tanınmagerekliliğinden doğmasına rağmen mücadelesinin her zaman temel eksenlerinden biri de hegemonik erkekliğin ve patriyarkanın sorunsallaştırılması olmuştur. Çünkü heteroseksizm, hegemonik erkekliğin ve patriyarkanın en güçlü dayanaklarından biridir. Patriyarkanın bütün toplumsal örgütlenmesinin temel hedeflerinden biri de heteroseksizmin yeniden üretilmesidir. Aile kurumu aracılığıyla kadının bedenine ve emeğine el koyan patriyarka, aynı zamanda hegemonik erkekliğin başka erkeklikler üzerinde ve heteroseksizmin de başka cinsel yönelimler üzerinde tahakküm kurmasının “doğal” temelini oluşturur. Aile kurumu dolayımıyla cinsel hazzın üreme temelli bir ilişki formuna sokulması, cinsel işbölümü ve toplumsal cinsiyet temelli hiyerarşiler ve eşitsizlikler bir şekilde heteroseksizmin “doğallaştırılmasını” ve mutlaklaştırılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda heteroseksizmi sorunsallaştırmadan patriyarkayla ve hegemonik erkeklikle hesaplaşmak mümkün değildir. Lgbtt bireylerin varlığı hegemonik erkekliğe cepheden bir meydan okumadır, hegemonik erkeklik değerlerinin ve temsillerinin sarsılması ve bozulmasıdır. Lgbtt hareketinin mücadelesi sonucunda lgbtt bireylerinin cinsel yönelimlerinin kabul görmesi veya bazı yasal hakların, eşitliğin elde edilmesinden çok (ki bu kazanımlar da fazlasıyla önemlidir) bu hareketin patriyarkaya, hegemonik erkekliğe, heteronormativiteye ve militarizme getirdiği eleştiriler ve oluşturduğu tehdit beni daha çok heyecanlandırmaktadır. Lgbtt hareketinin evlenme ve orduya alınma hakkı gibi düzen-içi taleplerle toplumsal cinsiyet rejiminin elverdiği çokkültürlülük çerçevesinde bir azınlık kimlik haline gelme çabası bütün radikal özünü yitirmesine yol açar ki bu da patriyarkayı, hegemonik erkekliği, militarizmi, milliyetçiliği ve eril iktidarı aşındırmamızı zorlaştırır. 
 
"Kadının en büyük talihsizliği ya bir melek veyahut da bir şeytan olarak görülmesi olduğu içindir ki onun hakiki kurtuluşu yeryüzü üzerine yerleştirilmesinden, yani insan olarak görülmesinden geçer." Emma Goldman’ın bu sözünden yola çıkarak, arzuya ilişkin soruları tamamen bastırmayı tercih eden bir söylemin kadını ittiği bu konumlara dair ne söyleyebilirsiniz? Bu açıdan kadına has özgürleştirici bir söylem geliştirmenin potansiyellerini nerede aramak gerekir? 
Kadını kutsallaştıran, tanrıçalaştıran kısacası onu gökyüzüne çıkaran her söylem kadını cinsiyetsiz, aseksüel bir varlığa dönüştürme gayretkeşliğidir. Bütün semavi dinlerin, yaratılış miti bile kadının (Havva)  baştan çıkarıcı özelliği yüzünden yeryüzündeki sürgün serüvenimizin başladığı üzerine kurulmuştur. Semavi dinlerin güvenilmez “fettan kadın” imgesi zamanla seküler ideolojiler tarafından da devralınmıştır. Kadının cinsel varlığı ve cinsel potansiyeli her zaman bir korku ve endişe kaynağı olmuştur. Muhafazakâr ve modern ideolojilerin kadına biçtiği “meşru roller” çoğunlukla anne, bacı ve eş olmaktan ibaret olmuştur. Kutsal anne miti, kadının cinselliğini bastırmak ve denetlemek ideolojisinin hâlâ önemli bir parçasıdır. Muhafazakâr ve milliyetçi ideolojiler açısından kadının iffeti ve namusu, milli onurun sembolü olagelmiştir. Kadının bedeninin kirlenmesi, toplumsal onurun lekelenmesi veya bir “erkeklik kaybı” olarak görülmüştür. Kadınların bedenlerinin denetimi bir milli görev olarak telakki edilmiş, ulus’un büyük bir aile olarak kurgulaması kadının bu aile içindeki rollerinin “doğallaştırılmasıyla” iç içe geçmiştir. Muhafazakâr ve modern ideolojilerin toplumsal projelerinde kadına biçilen roller genel itibariyle benzerdir: Ulus’un biyolojik yeniden üretiminin nesnesi, geleneğin koruyucusu ve kültürel sınırların temsilcisi olmaktır. Ulusal modernleşme süreçlerinde kadın hakları, toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırmak, bireysel özgürlükler çerçevesini genişletmek temelinde ele alınmaktan çok uluslaşma sürecinin bir parçası veya modernleşmenin zorunlu bir göstergesi olarak ele alınmıştır. Kadının kamusal yaşama müdahil olmasına ve toplumsal örgütlenmesine patriyarkal yapıları zorlamayan, toplumsal cinsiyet rollerini sarsmayan bir çerçevede izin verilmiştir. Solun, kadın sorununa bakışı da radikal bir kopuşu maalesef doğurmamıştır. Sol, kadınların ezilmişliğini ülkenin geri kalmışlığına ve feodal ilişkilerinin egemenliğine dayandırmış, kadınların sol örgütlerde yaşadıkları bütün olumsuz deneyimler, aşılamamış feodal kültürün etkileri olarak değerlendirilmiştir. Kadınların cinsel eşitlik ve özerk örgütlenme talebi devrim saflarını bölen ve “dava”ya zarar talepler olarak görülmüş ve ötelenmiştir. Kadının kendi bedeni üzerindeki tasarrufu, bedenini tanıması ve isimlendirmesi kadınların toplumsal ve cinsel özgürlük mücadelesiyle mümkün olmuştur, bundan sonra alacağı konum, geliştirilecek söylem veya stratejilere de yine kadınların bizzat kendisi karar verecektir.
 
Erkekler her zaman kendilerine toplumsal olarak benimsetilen rollerle uyumlu olabilir mi? Erkeklerin bu konudaki çatışma ve uyumsuzluklarından ötürü baskılar yaşaması söz konusu mudur? Günümüz toplumunda bir erkeğin toplumsal olarak ona sunulmuş avantajlardan, erkekliği üzerinden kendisine yüklenen görevlerden, diğer erkeklerle ya da kadınlarla kurduğu ilişkilerin duygusal farklılığından rahatsız olması ne anlama geliyor? 
Olamaz çünkütoplumsal cinsiyet rejiminin sürekli bir iktidar kışkırtmasıyla zorladığı, her daim güçlü ve yeterli olması varsayılan erkeklik rolünün hakkını vermeye çalışmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yaşadığımız topraklarda erkekliğe giden çetin yolda erkeği; sert, duygusuz ve ağır yüklerle dolu bir dizi toplumsal ödev beklemektedir. Erkek olmak; sünnet, askerlik, iş bulmak, evlilik, çocukları otoritesiyle yönlendirmek gibi sonu gelmez ritüellere ve rollere razı olmak demektir. Ayrıca erkeklik, kazanıldığından hiçbir zaman emin olamadığımız bir “imkânsız iktidar”dır. Her daim yeniden kanıtlamak ve temsil edilmek zorunda olduğumuz bir yok-kimliktir. Erkeklik bir kere elde edildikten sonra ömür boyu keyfi sürülen bir krallık değildir. Onaylanmaya ve okşanmaya muhtaç bir kudrettir. Hayattan yediğimiz güçlü şamarların etkisi çoğu zaman iktidarsızlık ve yetersizlik duygularını beslemekte bu da erkeğin ruhunu zehirleyen hınç duygusunu bilemektedir. Sürekli kışkırtılan erkeklik mitinin hayatın sert duvarlarına toslamasıyla keşfedilen iktidarsızlık duyguları samimi bir yüzleşmeyi doğuracağına, yaşanan “erkeklik krizi” çeşitli maskelerle, güç gösterileriyle maalesef savuşturulmaktadır. İktidarın, işsizliğin, militarizmin ve patriyarkanın yol açtığı yaralar ve değersizlik hissi; şiddetle, tecavüzle, rekabet oyunlarıyla, ırkçı veya köktenci siyasal hareketlere katılmakla aşılmaya çalışılmaktadır. Erkeğin yaşamı boyunca; güçlü bir erkek, fedakâr bir koca, romantik bir âşık, rol modeli bir baba, vatan kurtaran asker rollerine cevap olması zaten mümkün değildir. Çocukluktan başlayarak öğretilen duygularını bastırmak, korkmamak, eşcinsel yönelimden nefret etmek, yetersizliklerini saklamak, evi geçindirecek bir baltaya sap olmak rolleri erkeklik adına çoğu zaman bir öz-yıkım yaratmaktadır. Kimi erkeklerin hegemonik erkeklik değerleriyle yüzleşmesinde ve bu değerlere başkaldırmasında, doğrudan ilişkilendikleri kadınların yaşadıkları erkek kaynaklı acılara ve şiddete tanık olmaları, feminist kadınlar ile yaşarken edindikleri farkındalıklar veya savaş karşıtları, vicdani ret, lgbtt ve feminist hareketin yürüttüğü politikalarla yollarının bir şekilde kesişmiş olması gibi faktörler etili olmuştur.
 
Bir toplumsal aktör kendi performansının kişiliğiyle uygun olmasına çaba harcar. Dolayısıyla rol ve kişilik arasında karşılıklı bir koordinasyondan bahsedebiliriz. Bu bağlamda annelik/babalık rollerinin sürekli yeniden üretilmediği bir çekirdek aile tasavvur edebiliyor musunuz?
Bugüne kadar bir çocuğum olmadığından veya bir çocuğa bakma deneyimini yaşamadığımdan bu konuda edeceğim her sözün hükümsüz olduğunu düşünüyorum. Anti-otoriter ebeveynlerin deneyimlerinden edindiğim bilgiler ışığında bu konuda umutlu olmamızı sağlayacak örneklerin çok az olduğunu söyleyebilirim. Çocuğun tek başına büyümek zorunda kaldığı sınırlı sosyalleşme koşulları, çoklu ebeveynlik deneyimlerine kapalı aile modelleri ve ebeveynlerin çocukla kurduğu yoğun özdeşleşmeler annelik ve babalık rollerini yıkan/bozan alternatif deneyimlerin çoğalmasını zorlaştırmaktadır. Çocuğun bir gelecek sigortası olarak görülmesi veya yenik hayallerimizin bir temsilcisi olarak konumlandırılması çocuğu bir yatırım aracına dönüştürmektedir. Bu da ebeveynlerin sundukları emek karşılığında çocuk üzerinde sınırsız tasarruf hakkına sahip oldukları duygusunu ve anlayışını güçlendirmektedir. Çocuğu belli beklentiler doğrultusunda şekillendirmek arzusu annelik/babalık rollerinin kesintiye uğramasını nerdeyse imkânsız kılmaktadır. Aile, toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin ve heteronormatif değerlerin üretildiği, ortak varoluşu parçalayan bir makinedir. Özgürlük bilinci gelişkin, farkındalığı yüksek çiftler olsak bile çoklu ebeveynlik pratiklerini kolaylaştıracak sosyal dayanışma ağları veya gönüllü ebeveynliklere açık alternatif sosyal kurumlar yaratamadığımız sürece bu konuda tökezlemeye ve geleneksel rolleri üretmeye devam edeceğiz gibime geliyor.
 
Cinsiyet özgürleşme mücadelelerini, kimlik politikası olarak gören değerlendirme ya da eleştiriler hakkında neler söylemek istersiniz?
Kurtuluş ile özgürleşme asla aynı anlama gelmemektedir. Kurtuluş, gerçekte olduğun şey olma özgürlüğü için çabalarken, özgürleşme, ne olabileceğini belirleme özgürlüğünü hedefler. Özgürleşmeyi esas alan bütün kimlik politikalarının radikal özü, eşitsizliklerin, ayrımcılıkların ve köleleştirmelerin kökenlerine saldırmak olduğu kadar varolduğu kimlikten de bir özgürleşme arayışıdır. Asıl amaç, madunun egemen üzerinde hâkimiyet kurmasını sağlamak değil, bu ikiliğin kendisini yıkmak ve bozmaktır. Queer teorinin, yerini pekiştiren ve duvarlarını güçlendiren kimlikleri istikrarsızlaştırması ve kimlik kategorisine getirdiği eleştirilerin tam da bu noktada önemi ortaya çıkmaktadır. Beyaz ırkın, egemen sınıfın ve toplumsal cinsiyetin yarattığı kimliklere karşı savaşırken aynı zamanda ırksallaştırılmış, cinsiyetlendirilmiş ve sınıfsallaştırılmış düşünce ve performanslardan da özgürleşmeyi sağlamamız gerekmektedir. Queer kuramcılar için cinsel kimlik bazı organlar, pratikler veya toplumsal cinsiyetlerden otomatik olarak türemez, aksine bir geçişkenlik alanıdır. Kimliği sabit veya eşsiz bir öz yerine heterojen ve açık uçlu bir performans, bir akışkanlık alanı olarak düşünmemiz durumunda belli aidiyet hücrelerine kapatılmaktan belki de kurtulabiliriz. Kimlikler kurtarılabilir; ancak sadece tekillikler kendilerini özgürleştirebilir. Ne olabileceğimizi keşfetmek için olduğumuz şeyi reddetmek zorundayız.
 
http://sonliberters.com/index.php?option=com_content&view=article&id=207:cinsiyet-ve-oezguerleme-ramazan-kaya&catid=100:cinsiyet-ve-oezguerleme-ramazan-kaya

Etiketler: yaşam
İstihdam