15/01/2017 | Yazar: Kaos GL
‘Yetinmek ve şükretmeyi telkin eden değersizleştirme politikası sandığımızdan daha fazla hayatımızın içinde...’

“Yetinmek ve şükretmeyi telkin eden değersizleştirme politikası sandığımızdan daha fazla hayatımızın içinde...”
Gizem T.'nin Lezbiyen Biseksüel Feministler'de yayınlanan yazısı:
Uzunca süredir “duygular” konusuyla hem akademik hem de gündelik olarak ilgileniyorum. Neden? Çünkü pek çok şeyin, hatta belki de her şeyin duygulardan ibaret olduğunu düşünüyorum.
Çok da uzak bir geçmiş olmayan zamanda “hormonlar mı bizi yönlendiren?” diye bir tivit atmıştım. Şimdiki aklım olsa “duygular mı bizi yönlendiren?” yazardım.
Duyguları önemli buluyorum. Çok kişisel bulduğumuz duygularımızın aslında içinde yaşadığımız sistemin bir devam ettiricisi de olduğunu düşünüyorum çünkü. Bunu söylerken aile ilişkilerinden tutun da devlet yönetimine kadar sistemin her bir parçasını dahil ediyorum. En birebir ilişkilerimizde bile genellenen ve bu haliyle kabul gören duygulanım biçimlerimiz olması duyguların o kadar da bireysel olmadığının bir göstergesi.
Aslında merak ettiğim şöyle bir şey var; gerçekten duygularımız çok mu benzer yoksa sistem duygularımızı manipüle ederek birbirine mi benzetiyor? Bana kalırsa: Hayır, annelerimiz her zaman babalarımızdan daha duygusal değil. Hayır, sevgilisinden ayrılan herkes üzgün değil. Hayır, bütün queerler stres içinde değil. Hayır, sevgilisi başkasıyla öpüşen herkes sinir krizi geçirmiyor.
Duygularımız yönetiliyor. Duygularımız sistemin devamı için kullanılıyor. “Bütün kadınlar çiçektir” demek gibi bir şey aslında. İğrenmekten hınca, değerli hissetmekten mutluluğa kadar bütün duygularımız başkalarının kontrolü altında.
Sara Ahmed’in yazdığı Deniz Mayadağ’ın Türkçeye çevirdiği “Mutluluk Vaadi”, bu konuya mutluluk bağlamında yaklaşıyor. Kitap, “Mutluluk nedir?”den ziyade “Mutluluk ne yapar?” sorusundan yola çıkıyor. Ahmed diyor ki; “Mutluluğun nasıl bazı hayat tercihleriyle ilişkilendirilip bazılarıyla ilişkilendirilmediğiyle, mutluluğun nasıl belli bir tür kişi olmanın getirdiği bir şey olduğu tahayyülüyle ilgileniyorum.”
Mutlu olmanın böylesine tek bir yöntemi var-mış gibi yapıldığına bakılırsa mutluluk mevcut haliyle bir sonuç değil bir araç olmalı. Belli bir modele uymayan kişilerin toplumsal değerini düşüren bir araç bu. Yetinmek ve şükretmeyi telkin eden değersizleştirme politikası sandığımızdan daha fazla hayatımızın içinde. Sokağa çıktığımızda sadece sözlü ya da bakışla tacize şükretmeye, “Bugün de tecavüze uğramadım” diye sevinmeye teşvik eden bir değersizleştirme politikasından bahsediyorum.
Hiyerarşinin altında yer alan grup, mutlu olmayı başaramadığı için değersizleşiyor gördüğümüz kadarıyla. Burada da sistem öyle kolay işin içinden çıkıyor ki, bu kişisel bir konuymuş gibi gösteriliyor ve kişinin kendi kendini değersizleştirmesi için gerekli oyun kuruluyor.
Mutluluk ve değersizlik duygularını bu yazının devamında utanç duygusuyla ilişkilendirmek istiyorum. Kısaca bir tekrar edelim. Mutluluk için sistem bize hem kişisel olduğu iddia edilen ilişkilerimizde hem de daha kamusal olan ilişkilerimizde tek bir yöntem dayatır, dedik. Bu yöntemi kıvıramayan kişi yalnızca geçici bir mutsuzluk hissetmez, aynı zamanda sistemin en değersiz çarklarından biri gibi hisseder kendini. Doğru düzgün dönmeyi becerememiş… –Ama çark zaten kim için ve ne için dönüyor ki?- Hiyerarşik ilişkilere alan açan bir değersizleşme hali bu belki de. İşsiz kalan kişi, evlenmemiş kişi, heteroseksüel olmayan kişi, ondan beklendiği gibi sevişmeyen kişi bu değersizleşme haliyle birlikte bir utanç duyar. Yaptığından utanır. Çünkü ondan bu beklenir. Bekleneni bir şekilde yapmaya çalışır insan. “Hetero olamadınsa da biseksüellikten gurur duyma bari” denir ona çünkü. Öyle, her yerde söylenmez bakire olmadığın mesela.
Duruma dayalı bir utançtan ziyade varoluşundan bir utanç duyar. Utanç duyan kişi, özellikle de mutluluk yöntemini başarabilmiş kişilerle ilişkilenmekten kaçınır. Bir kez daha yalnızlaşır. Natamam olma hissiyle, “başarılı” ve bu sayede “tamamlanmış” olan kişilerle bir arada olmak istemez. Çünkü sürekli “tuhaflaştırılır” bu kişi. Toplumun anormal parçası gibi davranılır.
Örneğin, eşcinseller için de durum bazen böyle olabilir. Beklentiyi karşılamadığı için mutsuzluğa mahkum olması beklenir eşcinsel kişinin. O yüzden “Çok cesursun” denir bir eşcinsele duygularını yaşadığı ve gösterdiği zaman. Çok cesurdur, çünkü mutsuzluğu göze almıştır. Mutlu olmasına katlanmakta zorlanır diğer insanlar. O yüzden cesur olduğunu dile getirerek, hissettiği mutluluğun tam da beklenen türden bir mutluluk olmadığını hatırlatmak isterler. Hele bir de yalnız olmadığını görmeye katlanamazlar.
Tam da bu yüzden mutlu olmak için seçtiğimiz yolun bizi gerçekten mutlu edip etmediğini bir kontrol etmek iyidir. Bu seçtiğim yol beni mi, yoksa sistemi mi mutlu ediyor? Mutsuz olduğum zamanlar gerçekten mutsuz olduğum zamanlar mı, yoksa sistem tarafından “Bana mutluluk haram mı edilmiş?” Belki biraz daha arabeskleşip “Ben bunu (mutsuzluk, değersizlik ve utanç duyguları) hak edecek ne yaptım?” diye sorulabilir. Belki de bu soruyu yeterince sık sorarsak aslında sistemin beklentilerini karşılamamak dışında bir şey yapmadığımızı görür ve ferahlarız.
Kapatmakta zorlandığım bu yazıyı şöyle bir alıntıyla sonlandırayım o zaman; “Örgütlenme,” der Demet Dinler, “İşçinin Varlık Problemi” adlı kitabında yer alan “Kolektif Eylem ve Duygular” başlıklı makalesinde, “sınıf çelişkisinin en fazla hissedildiği alana, fark yaralarının açıldığı yere hitap etmeli, sızmalı; örselenmiş, incinmiş duyguları bir parça da olsa tamir etme vaadini sunmalı.” Açık yaralarımızı, beklenmedik duygularımızı yok saymamalı ve onların tadını çıkarmamız için belki de biraz alan açmalı.
Lezbiyen Biseksüel Feministler'in internet sitesine buradan ulaşabilirsiniz.
Etiketler: yaşam