18/10/2008 | Yazar: Barış Sulu

‘Başında ‘Türkiye’de’ sonunda da ‘olmak’ bulunan bir cümle zaten bir sorun alanını işaret eder. Türkiye’de bir şey olmak! Türkiye’de eşcinsel olmak tabii ki çok dertli bir şey. Türkiye’de bir şey olmak diye bir alan belirlediğiniz zaman asıl derdimizin Türkiye olduğunu biliyoruz. Çünkü bu başlığı bize yazdıran dert Türkiye. Türkiye ile derdi olan insanlarız. Türkiye’de var olmak konusunda çok ciddi sıkıntılar çeken insanlarız.’

Eşcinsel Olma Halleri – İzmir: Yıldırım Türker ile söyleşi Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

‘Başında ‘Türkiye’de’ sonunda da ‘olmak’ bulunan bir cümle zaten bir sorun alanını işaret eder. Türkiye’de bir şey olmak! Türkiye’de eşcinsel olmak tabii ki çok dertli bir şey. Türkiye’de bir şey olmak diye bir alan belirlediğiniz zaman asıl derdimizin Türkiye olduğunu biliyoruz. Çünkü bu başlığı bize yazdıran dert Türkiye. Türkiye ile derdi olan insanlarız. Türkiye’de var olmak konusunda çok ciddi sıkıntılar çeken insanlarız.’

KAOS GL – 18/10/2008

Tarih: 11 Ekim 2008

Yer: İzmir Fransız Kültür Merkezi

Konuşmacı: Yıldırım Türker

Herhangi bir bu şekilde bir cümlede; başında ‘Türkiye’de’ sonunda da ‘olmak’ var ise, zaten bu bir sorun alanını işaret ediyor. Türkiye’de bir şey olmak! Türkiye’de eşcinsel olmak tabii ki çok dertli bir şey. Fakat burada benim söylemek istediğim şeylerden en önde geleni, mağduriyet dilinden nasıl korunabiliriz? Ama mağduriyet dilinden korunmak sırf eşcinsellerin problemi değil tabii. Aynı zamanda Türkiye’de biliyoruz ki Kürt olmak da çok problemli bir alan, Çingene olmak da öyle. Heteroseksüel olmak da öyle, kadın olmak da öyle… Çünkü Türkiye’de bir şey olmak diye bir alan belirlediğiniz zaman asıl derdimizin Türkiye olduğunu biliyoruz. Çünkü bu başlığı bize yazdıran dert Türkiye. Türkiye ile derdi olan insanlarız. Türkiye’de var olmak konusunda çok ciddi sıkıntılar çeken insanlarız. Her şeyin üst başlığında bir var oluş derdimiz var. Ama bu konuda ilk bir söz ettiğimiz andan itibaren siyasetin alanına giriyoruz. Siyasetin alanı da bir cümle kurmakla başlıyor. Zaten Türkiye’de eşcinsel olmak başlığı da fevkalade siyasetin içinde üretilmiş bir başlık.

Şimdi siyaset deyince ne anlıyoruz? Benim anladığım şey siyaset denilince bence çok basit bir şey aslında. Siyaset yalnızlığa karşı geliştirilmiş bir stratejiler bütünüdür. Burada eşcinsellik özellikle eşcinsellik için de söylenebilecek bunlar aslında.

Yalnız salonun ışıklarından ben sizin yüzünüzü göremiyorum. Bir yerden sonra karşılıklı sohbet ederiz diye düşünüyorum.

Söyleyecek neler var? Türkiye’de eşcinsel olmak deyince karşılaştığımız neler var? İlk başta karşılaştığımız kendimiz varız. Kendi dertlerimiz var. Kendimizi tanımlama konusunda yaşadığımız sıkıntılar var. Kendimizi tanımanın bizi kıstırdığı o köşeler var. O köşelerden kurtulmak için çırpınırken incittiğimiz hayatlar, incittiğimiz dünyalar, incittiğimiz şiirler, tahayyüller, hayaller var. Bütün bu incitmek istemediğimiz şeyleri incitmeyen, sadece birbirimizin yalnızlığına deva olmak için, birbirimizi yalnızlıktan kurtarmak için ne yapabiliriz? Siyaset zaten her alanda bu noktada devreye giriyor.

Türkiye’de eşcinsel olmak deyince sayabildiğim şeyler herkesin bildiği şeyler. Bunların üstünden yeniden geçmek istemiyorum. Biz eşcinsel olanlar eşcinsel olabilmek için, eşcinsel kalabilmek için, eşcinsel olarak kabul görebilmek için çok ciddi badireler atlatmış insanlarız. Ama bu her bir insan için de geçerlidir. Burada aramızda bulunan heteroseksüel insanlar için de geçerlidir. Özellikle kadınlar için geçerlidir. Kürtler için geçerlidir. Böyle ciddi bir sorunumuz var. Yani Kürt Kürt’ü yalnızlığından kurtarabiliyor mu? Türk Türk’ü, kadın kadını, erkek erkeği, erkek kadını yalnızlığından kurtarabiliyor mu? Yalnızlığa karşı, çok feci, uğultulu bir yalnızlığa karşı nasıl stratejiler geliştiriyoruz? Birbirimizin yaralarını nasıl okşuyoruz?

Siyasetin, özellikle bu tür azınlık siyasetinin ya da cinsellik odaklı siyasetin bana göre yegâne amacı budur. İnsanları, ölümden, intihardan, yalnızlıktan kurtarmaktır. Dolayısıyla ben zaten cinsellik odaklı bir siyasetin, diyelim ki bu bağlamda eşcinsellik mücadelesini, eşcinsel hakları mücadelesini çok kalıcı olduğuna inanmıyorum. Bir noktadan sonra kendi kendini tüketen bir siyaset alanı olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bizim bu yalnızlık konusundaki derdimizi çözmek için yapmamız gerekenler ne? Bunu hepimiz üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Kendi kişisel hayatlarımıza nasıl yansıdığı çok farklı belki ama müttefikler bulmak demek siyaset. Müttefikleri niye buluyor insan? Yoldaş olmak için buluyor, dediğim gibi yalnızlığa karşı direnebilmek için buluyor. Birbiriniz kurtarmak için buluyor. Kurtarılmaya değer bulduğu hayatları kurtarmak için buluyor.

Ama bir yandan da bütün hayatlar kurtarılmaya değer. Bütün yardım isteyen, bütün yalnız bırakılmış, bütün kıstırılmış, itilmiş insanların ve kesimlerin hayatları kurtarılmaya değer. Dolayısıyla siyasetin neresinde duruyoruz. Mesela bir eşcinsel olarak siyasetin neresinde durmamız gerektiği üzerine ben katiyen bir ahkâm kesmek istemiyorum. Ama ben kendi adıma ittifaklardan geçeceğine inanıyorum. Bunu sadece bir cinsiyet odaklı, cinsellik odaklı bir siyaset örgütlenmesinden çıkarıp gerçekten ittifaklarla bunu daha özgür, daha mutlu, insanların yalnız olmadığı bir dünya tasavvuruna eklemlemek gerektiğine inanıyorum. Ancak bu şekilde bir manası olacağına inanıyorum. Ancak bu şekilde hem birbirimizi kurtarabileceğimize hem buradan bir dünya önerisi üretebileceğimize inanıyorum.

Her şey, dünyaya karşı kendimizi nasıl tuttuğumuzdan başlıyor. Eşcinsel olmak dediğimiz zaman da öyle bir şey. Nasıl eşcinsel olmak lazım? Şimdi böyle bir siyasetin içinde çok büyük tehlikeler de bekliyor bizi. Bugün buraya gelmeden arkadaşlarımla uzun uzun bunun sohbetini ettik. Ve hepimizin bu konuda yakınacak çok şeyi vardı. Nasıl siyaset yapar iken, nasıl bir arada durmaya çalışırken birbirimizi incittiğimiz, birbirimizi dışladığımız, birbirimize ders vermeye çalıştığımız, birbirimizin üstünde çok alçakça, farkında olmadan da olsa çok alçakça bir takım iktidar taktikleri uyguladığımız üstüne çok yakınacak şeyimiz vardı. Çünkü bir kere yola çıktığın anda eşcinsel tasavvurunun, senin eşcinsel tasavvurunun bütün yanındaki arkadaşlarının, yoldaşların tarafından paylaşılmasını istiyorsun. Belirli doğruların bir yerlerde yazılmış olduğunu varsayıyorsun ve o doğrulara dayanak insanlara söz hakkı ve oy hakkı veriyorsun.

Şimdi, bu oy hakkı meselesi kanımca çok tartışılabilir bir şeydir. Melek Göregenli bir şey anlattı; işte üniversitesinde genç insanların yaptığı bir toplantıda, katılanlara sorulmuş; ‘eşcinsel evlilikleri onaylar mısın?’ Bir takım insanlar el kaldırmış. Sonra bir takım tartışmalar sürdükten sonra bir kez daha sorulmuş bu sefer. Hani nasıl bir aşama kaydedildi, hani bir konuşma sonucu bakalım neler değişti? Yine aynı insanlar el kaldırmış. Bütün her şey burada çok kötü bağlanıyor. Biz, nasıl bir görücüye çıkıyoruz? Eşcinsellik içinde çok ciddi bir problem, görücüye çıkma problemi… Bu herkes için de aynı şekilde, mesela DTP’nin yaşadığı, mecliste yaşadığı problemlerden de görüyoruz. Hayat bizi sınamak ve yargılamak istiyor. Özellikle de bir grup olarak, bir kimlik, bir aidiyet olarak. Ortaya çıktığımız andan itibaren bir sınamaya tabi tutuluyoruz ve ortaya çıktığımız andan itibaren herkes kendinde bizi yargılama ve bizim hayatımız hakkında, birebir hayatımızı ilgilendiren konularda oy hakkına sahip olduğu vehmine kapılıyor insanlar. Çünkü ortaya çıkmak, hani come-out diye söylenen şey, açılmak diye tercüme edildi, belki o açılmak, açıklamak, o süreç, tabii çok ani bir süreç. İnsanları açılmaya yönlendiriyorsunuz, açılmaya teşvik ediyorsun, açıldıkları takdirde öz saygılarını kazanabileceklerine, kendileri gibi insanlarla belirli bir siyaset pratiğine başlayabileceklerini iddia ediyorsun, söylüyorsun ama onlar açıldıkları anda karşılaşabilecekleri zorluklar karşısında nasıl bir tavır alabilirler, nasıl bu yargıçlar ve imalar dünyasından kendilerini koruyabilirler, o konuda söyleyebilecek fazla bir şeyimiz yok. Ancak yaşantılar sonucu edindiğimiz işte bir takım deneyimlerimiz var ama dediğim gibi ortaya çıktığın anda seni yargılayabilecek, senin hayatın hakkında kararlar verebilecek insanlarla karşılaşıyorsun. Bu insanlar her alandan fikir sözcüleri olabiliyor. Bir hanım gazetecinin zamanında ‘canım işte eşcinselliğe bir itirazımız yok ama artık yani bilmem ney de yapmasınlar’ şeklinde bir yazı yazdığını ve ben de ona yazıyla cevap verdiğimde çok şaşırdığını ve çok öfkelendiğini hatırlıyorum. Çünkü o kendisini çok yüce gönüllü, bana ve bütün eşcinsellere bir hayat alanı tanıyan bir anne gibi hissediyordu. Dolayısıyla ben de bu bana uzatmış olduğu eli huysuzca iten bir edepsiz ibneydim.

Açılmak insanın kendisi içindir. İnsanın kendisi gibi olanlar içindir. İnsan dünyaya açılmaz. Yani illa da gidecem de annemin onayını alacam, illa da anneme açılacam, işte onlar anlayana kadar birbirimizi yolarak geçireceğiz. Ya da ne bilim, işte gidip şurda açılacam bütün herkesin onayını alacam. Bunun için mücadele edecem. Bence açılmak bunlar değil. Açılmak öncelikle kendinle kurduğun bir ilişkidir. Ve kendin gibilerle kurduğun ilişki biçimidir. Çünkü yargıcı dünya zaten seni sürekli itirafa zorluyor. İtirafın olduğu yerde bir suç vardır. İtiraf, suçu işaret eder. Sonuç olarak sen itirafa zorlanan, üstünde ışıklar yakılıp itirafa zorlanan bir şekilde kendini bulduğun takdirde gerçekten bu konuda itiraz etmen gerekiyor. Çünkü açılmanın itirafla hiçbir ilgisi yok. Hiçbir suç söz konusu değildir.

Dolayısıyla onay beklememek, onay beklememeyi öğrenmek çok güç bir şey tabii. Bunun örneklerini Türk siyasetinde de çok görüyoruz. Onay beklemek. Hani bir ara çıkıp biz de kurucu unsurlardanız, biz de Çanakkale’de savaştık diyen Kürtler de mesela onay beklediği için numaracılık yapan Kürtlerdi. Mesela bu da bir siyaset olarak bence çok çirkin bir siyasettir. Ve kendi uğradıkları zulmü kendi elleriyle meşrulaştırma siyasetidir. Çünkü sonuç olarak o Çanakkale’de savaşmadıysan, kurucu unsur değilsen hayatın neresinde yer almayı hakkediyorsun, cevabını vermek lazım. Bu memlekette sadece Türkler ve Kürtler yaşamıyor mesela.

Eşcinsellerin de yıllar boyunca çıkıp, biz aslında gayet de efendi, normal, düzgün insanlarız, sizin gibi yaşıyoruz ama, bütün her şeyimiz de sizin gibi, bütün duygularımız, yaşadıklarımız, dertlerimizi de sizin gibi fakat tek farkımız işte yatak eşlerimizi seçerken oluyor. E artık o kadarını da görmezden gelin. Oysa hayır böyle bir şey değil tabii ki bu. Bu bir kimliktir ve bütün kimlikler gibi biricik bir kimliktir. Ama bu kimlikte olmamız sadece bizi bir arada durmaya ve bir aile gibi olmaya yönlendirmiyor. Bunun için başka müttefikler ve hayatın başka alanlarına yönelik itirazlarımızı bir araya getirmemiz gerekiyor. Söz gelimi Ermeni sorunu üstüne fevkalade milliyetçi bir dil tutturan ya da gayet militarist bir dil tutturan Kürt sorunu üstüne bir eşcinselle ben kendimi hiç aile gibi hissetmem, hissetmek zorunda değilim. Çünkü benim onunla ortak olduğum noktanın sadece o cinsel pratik olduğuna inanır hale gelirim. Bu da beni eşcinselliğin sadece cinsel bir pratiğin adı olduğuna inandırmaya sürükler ki bunu reddediyorum. Bütün gücümle reddediyorum çünkü eşcinsellik sadece cinsel bir pratiğin adı değil.

Bir de tabii şu da var, bu görücüye çıkma hikayesi... Bu hareketin, eşcinsel hareketin en başında yer almış insanlardan biri olarak çok izledim. Uzun yıllar boyunca izledim. Kaç yıl oluyor şimdi hatırlamıyorum bile fakat hep gördüğüm şey, yani çıkma, açığa çıkma come-out etme sürecinde hep böyle bir kahramanlığa zorlanan bir dil vardır. Senden kahramanlık beklerler. Şimdi bu bence bir mücadele değil. Bu bir özgürlük mücadelesi de değil. Bu olsa olsa kişisel bir yiğitlik, ya da kişisel bir intihar diye algılarım. Sonuç olarak o dünya senin özgürlüğünü kutlamak için, özgürlüğünü ve bütün insanların bütün özgürlüklerini kutlamak için, onları kutsamak için örgütlenmiş bir dünya değil. Dolayısıyla senin gözünde bir bantla ya da bantsız, işte maskeyle ya da maskesiz eşcinsellik üstüne dertlerini anlatıp mağduriyet diliyle o mecrada yer almanın bu harekete en ufak bir yararı olmadığı gibi çok büyük de zararı var.

Ben çok genç bir yaşımdayken, 80’li yıllarda diyeyim, bir dergi vardı edebiyat dergileri de yapan büyük bir yayın kuruluşunun bir dergisi vardı. Ve bu dergiden son derece de iyi niyetli bir delikanlı peşime düştü ve benle eşcinsellik üstüne söyleşi yapmak istediğini söyledi. O sıralar da travestilerin İstanbul’da açlık grevlerinin hemen üstüneydi. Çok ciddi bir hareketlenme vardı. Travestiler açlık grevine girdiler, onları desteklemek için çok ciddi bir örgütlenme başladı. İlk adımdır o, çok da anılması gereken bir adım olduğuna inanıyorum. Ben de bunu sonuç olarak bin tane şart şurt koyarak kabul ettim bu dergiye söyleşi vermeyi. Şartlarımdan bir tanesi söyleyeceklerimin redakte edilmeyeceğinin garantisiydi, şuydu, buydu. Bir de ‘ya dedim, bir de lütfen beni bir yazının başlığı, duyurusu olarak bilmem ne eşcinsel, bir eşcinsel ile konuştuk, ya da bilmem kim ile bilmem ne yaptık’ yapmayın. Neyse dergi sonunda çıktı. İşte ‘eşcinsel bir entelektüelle konuştuk’! Ben de tekzip yolladım. ‘Ben entelektüel değilim’ diye. O zamandan itibaren anladım ki bu bir sirktir. Yani bir sirke insan gerekiyor ve sirkte de bir takım ucubeler gerekiyor ve sonuç olarak ne kadar akıllı laflar edersen et, ne kadar makul olursan ol, ne kadar yırtıcı olursan ol sonuç olarak sen orda bir sirk ucubesine çevrileceksin. Türkiye ve dünyanın seni görmek istediği şey budur.

Bundan sonra da bu konuda söz alan insanların çok dikkatli olmaları gerektiğine, heteroseksüel dünyayı eğitmeye yönelik söz üretme çabasından vazgeçmeleri gerektiğine inandım. Çünkü bu bizim işimiz değil. Gerçekten eşcinsellerin ve eşcinsel hareketin görevi bu değil. Eşcinsel hareketin görevi öncelikle eşcinsellerin kendilerini eğitmeleri. Kendi içlerindeki homofobiden, kendi içlerindeki ayrımcılıklardan kurtulmaları ve yeni bir insan olmaları çabasıdır. Dolayısıyla heteroseksüellere bir şey öğretmek için bir takım yayın organlarında söyleşiler yapan, üçlü beşli gruplar halinde onlara dertlerini anlatan insanların birazcık dikkatli olmaları gerektiğini hep salık verdim.

Bu mücadeleyi medyada, çeşitli mecralarda duyurmak ille de kötü mü? Hayır değil, hatta elzemdir. Fakat mesela daha çok bir bildiri yollayın. Ve bu bildiride bir şey söylensin. Bu katiyen heteroseksüellerle bir anlaşma, uzlaşma dili içinde uğraşan bir şey olmasın.

Eşcinsel hareketin de Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, özellikle Türkiye’de bizim böyle bir sorunumuz daha yoğun olarak var, bütün siyasi örgütlenmeler konusunda iyi bir demokrasi geleneğinin bu topraklarda pek yeşermediğine inanıyorum. Bunu hepimiz de zaten her gün görüyoruz. Öncelikle bizim birbirimizi anlamamız ve birbirimizi dinlemeyi öğrenmemiz gerekiyor bence. Birbirimizi sevmeyi, dinlemeyi, okşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Birbirimizle arkadaş olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü gerçekten ben bizi kurtaracak olan şeyin dostluk olduğuna inanıyorum. Ama çok da kayıtsız şartsız bir dostluk, kayıtsız şartsız bir yoldaşlık olduğuna inanıyorum. Bu konuda fevkalade siyaset dışı ve demode gelebilecek görüşlerim, hislerim var. Şefkatin ve sevginin çok önemli olduğuna inanıyorum. Bunu çok anti Marksist bulmuyorum söylediğimi, ama çok da böyle hümanizmanın alanından söz ettiğime inanmıyorum açıkçası. Ama gerçekten erkeklerin erkeklerden korkmamayı öğrenmesinin ben hayatı kurtaracak çok önemli adımlardan biri olduğuna inanıyorum ve bunu eşcinsel örgütlenmelerin ilk olarak kendi içlerinde becermek için bir adım atabileceklerine inanıyorum. Erkeklerin erkeklerden korkmamayı, kadınların kadınlardan korkmamayı öğrendiği noktada yatıyor bence hayatımız. Yoksa erkeklerin kadınlardan, kadınların erkeklerden korkup korkmaması çok başka çok farklı bir mesele. Ama öncelikle eşcinsel olabilmek için, var olabilmek için, kendimize olan saygımızı, sevgimizi yitirmemek için, üşümemek için, korkmamak için, yalnız kalmamak için birbirimize tutunmamız gerekiyor. Bu sembolik anlamda da, fiziksel alamda da. Birbirimize dokunabilmemiz gerektiğine inanıyorum.

Şimdi söyleyeceklerim bu kadar. Başka arkadaşlarında konuşmasını isterim. Sizlerle de konuşmak isterim.

Salon: Geçtiğimiz hafta Çarşamba günü Kaos GL İzmir’in yerinde yaptığımız okuma etkinliğinde sizin 1996 yılında yazdığınız bir metni paylaştık ve ardından bazı tartışmalar yaptık. 1996’daki eşcinsel hareketle şimdi, şu an Türkiye’deki eşcinsel hareket hakkında sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyorum. Bir takım gelişmeler var mı?

Yıldırım Türker: Elbette ki bir takım gelişmeler var. Son zamanda… mesela Fransız Kültür burayı bize tahsis etti mi etmedi mi? Şimdi Fransız Kültür’de oturuyoruz ve böyle bir konuyu konuşuyoruz. Namlı bir takım ucubeler olarak. Bu bir gelişme olduğunu gösteriyor. Gerçi bu ilk, yine 80’li yılların ilk noktasında ben mesela bunu bir yerde yazmıştım da; çok eskiden, ilk olarak bir, o zamanlar sadece barlar vardı buluşulabilecek ve çılgınlar gibi insanlar barlara gidip dans ederek, sabahlara kadar içerek birbirleriyle kontak halinde kalıyorlardı. Fakat tabi ben niye burada bir takım toplantılar başlatmıyoruz diye kaşınmaya başladım. Ve bir barın duvarına işte Pazar günü, öğlen şu saatte gey olmayı tartışacağız falan gibi bir şey yazdım. Ve o hafta Pazar günü bekledim. Hiç kimse gelmedi. Bir kişi bile gelmedi. Tamam, dedim. Ertesi hafta yine bekledim bir kişi geldi. Biz onla konuştuk sohbet ettik ve yılmadık. Üçüncü hafta dört kişi geldi. Sonunda neyse uzatmayayım, bir iki ay içerisinde biz 30 kişilik bir grup olduk. Fakat dediğim gibi çok farklı bir iklim vardı. İşte polis baskınlarıyla birlikte yaşanan bar muhabbeti dışında bir eşcinsel kimlik ve eşcinsel dayanışma duygusu henüz gelişmiş değildi. İşte orda ilk toplantılarda, ben birazcık da işte yurt dışı deneyimlerini takip ederek, öğrendiğim bir takım şeylerle, çünkü bize yol gösteren kimse de olmadığı için, işte o deneyimleri de takip ederek bir tür bilinç yükseltme toplantıları olarak görülecek bir yöntemle, işte herkes oturuyordu o barda, bir kişi kolaylaştırıcı gibi oluyordu, herkes de istediği gibi, istediği şekilde konuşuyordu. Elbette ki böyle insanlar bir araya geldikleri zaman dertlerini tasalarını konuşurlardı. Birbirilerine ilk olarak yaralarını gösterirlerdi. İnsanların uzun sürebileceğine inandıkları bir ilişkiye attıkları ilk adımda hep yara gösterme seansı vardır. Dolayısıyla biz birbirimize dertlerimiz yaralarımızı anlatıyorduk. Karşılaştığımız sıkıntıları anlatıyorduk. İşte ailelerin içindeki durumları anlatıyorduk. Fakat bu grup içinde ilk olarak memleketimizin hadi daha geniş söyleyelim insanlığın bütün sorunları tek tek çıkmaya başladı. Bu 30 kişilik çekirdek ve mikro kozmoz içinde bütün insanlık çatlakları, bütün siyaset konusunda bizi zorlayacağı belli olan şeyler o zamandan çıkmaya başladı. Şöyle; mesela üst orta sınıftan gelen kimi gey arkadaşlar vardı. Onlar mesela ısrarla kimi insanların anne babalarıyla tanıştıramayacakları seviyesizlikte insanlar olduğuna inanıyordu. Çok ciddi bir sınıf meselesi. Kimi insanlar da kimi arkadaşların çok kadınsı olduklarına inanıyordu. Kimi arkadaşlar da kimilerinin çok şu çok bu olduklarına inanıyordu. Kimi insanlar ötekilerine ‘ay o da çok yaşlı, çok puri’ diyordu ve orda her şey çok belli oldu yani bu katmanlar kendi aramızda da bir an içinde çok büyük bir kolaylıkla inşa edilebilir katmanlardır.

Siyaset de, tam da işte bu noktada bütün bu katmanlaşmaya karşı direnebilme sanatıdır. Bütün bu katmanlaşmaya, bu kategorileşmeye karşı ayakta durabilme sanatıdır. Dolayısıyla biz yavaş yavaş insanlara işte Güngören’den, Ümraniye’den gelen, gecekondudan gelen arkadaşlar da vardı, Levent’te oturan arkadaşlar da vardı, ilk derdimizin birbirimizi sevmek ve anlamak olduğu üstüne çok konuşuyorduk. O zaman da ısrarım buydu. Bu nasıl yapılabilir? Bunu yaparken insan kendi kafasındaki bütün şeyleri çok rahat sorgulayabilir, bütün bu hiyerarşi oluşumlarını da çok rahat sorgulayabilir.

Şimdi sen 96’larda diyorsun, bütün bu serüvenlerin üstüne, sonra işte ordan atıldık, polis bastı bizim o toplantılarımız birden kalabalıklaşmaya başlayınca ilgi çekti, oradan atıldık. Başka bir bara gittik, o bardan da atıldık. Ve sonunda ben, Toplumsal Araştırmalar Vakfı vardı, İstanbul’da ve ben bunun kapısını çaldım ve bize yer vereceksiniz dedim. Ve sosyalist arkadaşları bize vakıfta bir oda, salon ayarlamaya ikna ettim. O da kolay olmadı. Çünkü solda henüz demokratlık adına eşcinselliği hoş görmeyi gündemine almıştı ama biz ne hoş görülme niyetindeydik, çünkü kim kimi hoş görüyor, yani bizim hoş görülmeye falan ihtiyacımız yoktu, biz sadece bir hak talep ediyorduk. Siz bir vakıfsınız ve bize bu hizmeti vermek zorundasınız. Nitekim verdiler. Orda sürdürdük toplantıları. Daha sonra çok çeşitli siyasi aramızda çatlamalar ve bakış biçiminde çatlamalar oldu. Ve ben de artık çok yorgun bir insan olarak bu işlerden elimi eteğimi çektim.

O zamanlardaki iklim biraz buydu. Şimdi tabii çok farklı. Bu şuursuzca bizi hoş görmeye hazır insanlar, solda, biraz daha bu konuda eğitildi, bu konuda cinsellik siyaseti üstüne daha geliştiler. Aynı zamanda feministlerin de bu konuda esnediklerini ve kendilerini geliştirdiklerini görüyorum. Feministler de bu konuda bize hiç el uzatmaya falan hazır değillerdi. Fevkalade düşmanca tavırlarına alışmış durumdaydık o zamanlar. Ama dediğim gibi, sitemlere, yakınmalara, mağduriyete hiç lüzum yok. Sonuç olarak buradayız. Kendimizi iyi hissediyoruz. İyi hissetmek zorundayız, birlikte olduğumuz için iyi hissediyoruz. Ayağımız sürçtüğünde birbirimizin kapısını çalabileceğimize inandığımız için iyi hissedeceğiz. Ve zaten kendimizi iyi hissetmek için siyaset yapacağız. Öyle inanıyorum.

Salon: Belki malumunuzdur, ama bilmeyenler için söylüyorum, bu yıl MEB 8. Sınıf Sosyal Bilgiler dersi kitabına eşcinsel evliliği aldı. Aslında şöyle bir durum var, biraz önce arkadaşımla da konuştum bunu; hem olumlu hem de olumsuz bir gelişme bu. Olumlu tarafı bunun varlığının kabul olduğu, olumsuz tarafıysa bunun içeriğine baktığımızda kitabı birebir ben de gördüm, hem öğretmen kitabını hem de ders kitabını, bunun sıra dışı, kuraldışı bir beraberlik sonucu olan bir evlilik olduğunu ve işte dünyanın özellikle Avrupa ülkelerinde yasal olduğunu, bizim ülkemizde henüz gerçekleşmediğini falan yazmış. Ama yazmış sonuçta.

Yıldırım Türker: Gerçekleşemeyeceğini, yani bizim geleneklerimize falan ters olduğu için gerçekleşemeyeceğini…

Salon: Evet aynen öyle. Devamında da söyleyeceğim şey şu; bu tepkilerin arkası bence şunu gösteriyor, yani bu varlık ortada olduğu sürece yani farkındalığı artmaya başladığı sürece bu tepki olumsuz da olsa artacaktır ve arttığını görüyorum ben. Bu bence bir taraftan da olumlu. Herhangi bir yerde, atıyorum bir örnek vereyim, bir site var, magazin haberlerin olduğu bir yer. Orada mutlaka her gün bir konuda, eşcinsellikle ilgili ya da eşcinsel olduğu söylenen ya da dünyadan bir konuda gey bir haber yer alıyor. Bunu mesela gördüm. Bunu söylemek istedim. Sizin bu, olumsuz da olsa durumla ilgili, farkındalıkla ilgili düşünceniz nedir diye merak ettim.

Yıldırım Türker: Bu kaçınılmaz bir şey. Bu aşamalar dünyanın bütün toplumlarında sırayla yaşanmış aşamalar. Önce inkar etmek, tamamıyla inkar etmek. Yok saymak. Bu yok saymayı öyle noktalara getirmek ki işte Zeki Müren’in nişanlandığı bilmem kaç kadından da bahsedecek kadar bir noktaya getirmek. Bu bir aşama. Hani şu anda bütün hayatımızı kilitlemiş olan Kürt sorununda da aynı şeyi yaşadık ya; yani Kürt diye bir şey yok, kart, kurt. Yani askerde bana öyle eğitim verilirdi. Dağda yürüyen Türkler kart kurt ediyor. Şaka değil, yani ben askere gidene kadar bunu şaka zannediyordum. O bir inkar dönemi. Daha sonra inkar döneminden sonra tanımak ve saldırmak. Alay etmek, daha doğrusu komikleştirmek, gülünçleştirmek dönemi var. Ben bu aşamanın da yavaş yavaş aşılmakta olduğuna inanıyorum. Şimdi ise kabul edip özgürlük ve hareket sınırlarını belirleme gayreti var egemen ideolojide. Yani ben kabul ediyorum, var, eh onlar da yaşama hakkına sahipler. Ben emniyet olarak onların da hayat hakkının korumak ve savunmak zorundayım. E onların da vatandaş olarak hakları var, amaaa işte hadlerini bilmeleri gerekiyor.

Şimdi bu aşamadayız. Bu olumlu olumsuz tartışacak bir şey yok. Bu gerçekten doğal, gidişatın bir şeyi. Bunun olumlu bir şeye çevrilmesi için gerçekten de işte mücadele edilmesi gerekiyor. Şimdi de bu mücadele nasıl verilebilir, daha nasıl genişletilebilir, daha güçlü nasıl kılınabiliri tartışıyoruz.

Salon: Öncelikle birey olmak, bir şey olmak derdi her yerde var ama Türkiye’de bir şey olmak derdi deyince biraz farklılıklar üzerinden ilerlediğini görüyoruz. Farklı olmak bizi biraz daha farkında kılıyor. Farkında olmak ağır, ağır olmak da biraz daha yaslanmayı gerektiriyor. Hissetmeyi gerektiriyor. Biraz eksik miyiz acaba?

Yıldırım Türker: Siz benim yaptığım bütün konuşmayı çok güzel özetlediniz. Tam da işte bunu anlatmaya çalıştım ben de, yani benim de derdim tam sizin şu birkaç çok güzel sözcükle özetlediğiniz dert. Evet, farkında olmak, farklı olmak farkında olmayı getiriyor. Farklı olmak aynı zamanda, bir çok sıkıntıyı, acıyı, mücadele zorluğunu beraberinde de getiriyor ama bundan bir avantaj doğurabiliriz. Ben de buna inanıyorum. Siyaset de tam da bu değil mi? Yani, sıkışıklıklardan, zorluklardan, mutluluklardan bir avantaj, onları bir avantaja dönüştürmek. Bu da nasıl? Bir dayanışma hatları oluşturmakla oluyor. Ama bu dayanışma hatlarını sadece biz kendi aramızda, kendi içimizde oluşturarak değil, elbette öncelikle kendimizi birbirimize çalışarak fakat uzun vadede ve de daha geniş planda, toplum içinde ittifak kuracağımız, birlikte dayanışma hatları oluşturacağımız, kesimleri doğru seçerek, onlarla doğru bir dil kurarak, gerçekleşebilir. Buna inanıyorum ben. Bugün o işkencede ölen insana tepki göstermek mesela, öncelikle bizim yapmamız gereken bir şey. Buna inanıyorum.
Savaş konusunda bir tavır almak, savaşa karşı bir tavır almak gene bizim yapmamız gereken şeylerden biri. Buna inanıyorum.

Salon: Kimlik inşasına karşı olan arkadaşların inşa ettiği queer bir kimlik var. Ben eşcinselim demiyorlar da queerim diyorlar. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Siz queer misiniz?

Yıldırım Türker: Açıkçası queer teori benim çok ilgimi çekiyor. Ben, açıkçası kendime hiçbir şey demiyorum. Sorunuzun cevabı için diyeceğim bu. Ben kendime bir şey demekten hiç mutlu olmuyorum. Yani ben geylerle birlikte geyim.
Salon: Şimdi Türkiye’de eşcinsel olmayı konuşuyoruz. Türkiye’deki eşcinseller kendi kendilerini nasıl kurtarır, nasıl anlatabilir, diye sorular var bunun içinde, o soruları cevaplamaya çalışıyoruz. Yıllardır da böyle. Benim son yıllarda bir gözlemim var, yani bazılarının queer diye nitelendirdiği ve yüzü batıya dönük, batıdan kastım şey değil, yani Avrupa’ya dönük olan bir şeyden bahsetmiyorum, ama bu topraklara ait olmayan, yani kendi kendini beslemeyen, başkalarına ait olan, uyarlamaya çalıştığımız bir eşcinsel kurtuluş modelimiz var. Mesela evlilik tartışması hiç kimsenin içinden çıkamadığı bir tartışmadır gibi geliyor bana. Bir yandan da bu ülkeye dönmeye çalışan, Türkiye’de yaşayan, Türkiye’de eşcinsel olmak eşcinsel olmaktan başka bir şeyse Türkiye’deki eşcinsel hareketin görevi de bunlarla ilgili bir şeyler yapmak, yani Türkiye’de eşcinsel olmaya dair bir şeyler yapmak. Ve bundan beslenen bir hareket var. Ben eşcinsel dediğimde aklıma şey gelmiyor, atıyorum Kastamonu’nun bir köyünde bir çiftçi gelmiyor. Bunun gelmemesinin nedeni algılar. Eşcinsellerin problemi deyince İstanbul’da İstiklal’den, Ankara’da Kızılay’dan çıkamıyoruz. Sanki Türkiye’de başka bir eşcinsel profili yok. Eşcinsel dediğimiz kişinin standart özellikleri var. Bunu nasıl çözümleriz, nasıl Kastamonu’nun köyünde yaşayan, ya da Rize’deki Ayşe ve Leyla’nın arasındaki aşk, ya da o eşcinsellik nasıl bir eşcinsellik? Buna neden dokunamıyoruz? Bunun üzerine çok düşünüyorum ama buna kendim de dokunamıyorum. Yani eşcinsel dediğimde aklıma onlar gelmiyor. Maalesef gelmiyor ve bunun sorumlusunun aslında biraz eşcinsel hareket olduğunu ya da eşcinseller olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanki kendimizi tanımlamaya başlarken, tanımlama ile kendi kendiyle barışma sürecinden çok kendini ayrı bir yere koyma, korkuyoruz yani. Bir yandan kimliklerden sıyrılmak, kimliklerin o bize yüklediği heteroseksüel erkek algısından sıyrılmaya çalışırken kendimi çok böyle eşcinsel erkek ya da gey profilinin içine sıkıştırdığımızı görüyoruz. Ve 30 yaşındayım, 10 senelik çabam birden böyle geriye sarmış gibi geliyor. Yani eşcinsel dediğimizde neden aklımıza belirli prototipler geliyor?

Yıldırım Türker: Bu konuda bir şey söylemek isteyen var mı?

Salon: Bu biraz toplumla alakalı. Evet, herkesin kimliği olmak zorunda, ben eşcinsel değilim, heteroseksüel kimliğimle oturmuyorum ama bir eşcinsel arkadaş aramıza girdiğinde ne yazık ki o eşcinsel kimliğiyle giriyor aramıza. Çünkü heteroseksüeller egemen olanlar olduğu için görünürde, eşcinseller de azınlık olduğu için, onlar kimliklerini daima taşımak zorundalar. Ki heteroseksüellere kabul ettirebilsinler varlıklarını. Bunu ya da bir müddet daha en azından özellikle eşcinsellerin o kimliklerinin baskın olacağını düşünüyorum ben.

Salon: Bahsettiğiniz o bölgesel farklılıklar birey olmakla ilgili diye düşünüyorum. Yani Adıyaman’da biri daha karnını doyuramazken yani gidip birey olamıyorken adımını atamıyor olabilir.

Salon: Biraz toplumsal sınıflar da etkili. Biz toplum olarak ithal etmeyi çok seviyoruz fakat keşke doğru da ithal etsek. Birincisi queer İngilizcede aşağılama kelimesi olarak yani bizdeki ibnenin karşılığı. Dünyadaki eşcinsel harekete de baktığımız zaman kırsaldaki ile şehirdeki, şehir kültürünün etkisi, şehir yaşamına adapte olmuş, yani kırsal kesimde ABD’de ya da İngiltere’de geçiş sürecinde eşcinsel hareket adına varlığını ifadeye çalışan çok fazla bir şeye denk gelmedim. Aynı şekilde Türkiye’de de görülüyor bu olay. Bir çeşit mahalle baskısı gibi bir şey.

Ali Erol: Queer konusu… Bir yanda eşcinselliğin yaşanılışı ve adlandırılışı diye sürekli bir tartışma konumuz vardır. Bunun özellikle altını çizeriz. Yani aslolan kadın kadına ve erkek erkeğe ya da kendi cinsine dönük olma halidir. Ama bu dönük olma halinin bugün eşcinsellik olarak adlandırdığımız bu pratiğin, bu yönelmenin toplumdan topluma, tarihten tarihe değiştiğini, dönüştüğünü görüyoruz. Ve bu değişim dönüşüm sürecinde de bunun hem adlandırılışının hem de anlamlandırılışının farklı farklı olduğunu görüyoruz. Eğer bu süreci gördüğümüzde bugün ister gey, ister homoseksüel, ister queer bütün kavramları yerli yerine oturtabiliriz aslında.

Son söylenenden biraz açmak isterim. İşte şehirde ortaya çıkması ve burjuva görüntü vermesi, burada biraz, süreci de belki ikiye bölmek lazım. Hani bizim ülkemizde bize yönelen ilk reaksiyon işte nerden çıktınız ibneler, eğer solcuysa, burjuva toplumunun artığı değil misiniz ya da işte zenginlerin zevkusefası değil mi bu hayat diye bir tepki oluyordu. Ama arkadaşın söylediği şehirlerde ortaya çıkma dönemine, yani sanayileşmeden hemen arkasından metropolleşme sürecinde eşcinselliğin şehirlerde göründüğü döneme baktığımızda bunun burjuvaziyle falan hiç alakası yok. Geleneksel aile yapısının ve kırın çözülmesiyle belki farklı adlandırmalar olabilir ama bir kıskaç gibi bütün bireyleri, işte kadını, erkeği, çocuğu, kocayı, karıyı, şunu, bunu, bütün o aile fertlerini içine alan o geleneksel ailenin dağılması ve kadın ve erkeğin tekil olarak o şehirlere göçmek zorunda kalması ya da o aile bağının dışına çıkmasıyla birlikte kişilerin kendi cinsellikleri de ayrışıyor. Kendi cinsellikleri de bağımsızlaşıyordu. Sanayileşme sonrası ortaya çıkan şehirlerden, metropollerden eşcinsellik aslında kırdan göçmek zorunda kalmış yoksul kadınların ve erkeklerin eşcinselliğiydi. Ya da bugün için söyleyecek olursak, aslında tırnak içinde işçilerin eşcinselliğiydi. Yani burjuvazinin ya da burjuva görüntülü bir eşcinsellik kesinlikle değildir. Burjuvazinin artığı esprisi daha sonraki bir dönem diye düşünüyorum.

Bir diğer konu, queer, tamam queer batıda dediğin gibi o anlama gelebilir de ama bugün argoda kullanılan başka kaba kelimeler var. Queer hatta artık mainstream bir terim haline geldi. Akademinin bunu yeniden kurgulamasıyla birlikte. Bir de bizim Türkiye’den bunu görmemiz ya da algılamamız ve karşılaşmamız ile batıda ortaya çıktığı süreç farklı farklı olabilir. İlginç bir şekilde bugün işte nerden çıktı bu queer, yani işte homo değiliz ibne değiliz, geyiz, eşcinseliz diyorduk, daha o bitmeden şimdi de queer çıktı! Bunun getirdiği bir reaksiyonla queer’i bu kadar kolay harcamayalım bence. Çünkü queerin özellikle hem bedene dair eleştirisi, hem de kimliklere dair eleştirisi eşcinsel bireyler olarak ya da heteroseksüel bireyler olarak bizim bundan sonraki özgürlükçü açılımlarımıza bir araç olabilir. Hâlâ bu olanağı queer barındırıyor, diye düşünüyorum. Batı’da yine aynı şekilde queer ortaya çıktığı dönem, aslında kaybetmiş eşcinsellerin ortaya çıkardığı ve sahiplendiği bir pratikti. Çünkü daha önce ne vardı? Birileri eşcinselleri, kadın kadına ve erkek erkeğe yaşamak isteyen insanları, homoseksüel diye adlandırıyordu. 60’lı yıllarda, ‘hayır ben homoseksüel değilim, ben kendimi kendim tanımlayacağım, ben geyim’ diye ortaya çıktı bireyler. Ve bu bireylerin yer aldığı hareket. Ama ne oldu? Eşcinsel kurtuluş hareketi, ya da gey özgürleşme hareketi 70’lerin sonu, 80’lerin başı gibi biraz kendi kurumlarını yarattığı için sisteme entegre oldu. Bu da çok kaba eleştirilerle geliyor. İşte, siz düzene entegre oldunuz, gibi… İyi de o dönem tam da Reagan’ın, Theacher’ın neoliberal dediğimiz 80’li yıllar dönemi. 70’lerin ikinci yarısı ve 80’lerin başı gibi bir dönemdi. Dolayısıyla eşcinsellere bütün bu sistem üzerinden atlayarak sadece eşcinsel olmaları üzerinden bir eleştiri yersizdir diye düşünüyorum. Ama buna rağmen yine de eşcinsel hareketin birazcık orta sınıflaşması, biraz düzenle kurumlar üzerinden bir denge yakalaması onların 68’in o radikal ikliminde dillendirdikleri sloganları unutmaları, özgürlükçü perspektifi unutmalarına yol açtı mı acaba, diye tartışmalar başladı. Bir de sokakta bu tartışmalar zaten fiilen yaşanıyordu. Batının kaybetmiş eşcinselleri tarafından.

Özellikle AİDS’in ortaya çıkması, yoksulların, özellikle Londra’da işte Pakistan kökenlilerin, Amerika’da siyah eşcinsellerin yenide eşcinsel camia içinden kovulmaya başlandığı bir dönemde, çünkü eşcinsel hareket orta sınıflaşmaya girdiği bir ortamda, o dönemde ortaya çıkıyor queer. Dolayısıyla İngilizcede queer neydi vs. oralara takılmadan queer kelimesini ya da queer kavramının açılımlarını bence hemen güme göndermeyelim.

Bir de izninizle bir-iki cümle daha kurmak istiyorum. Salih’in altını çizmeye çalıştığı eşcinsel derken aslında biz neyi kastediyoruz konusu. Bence bu konuda eşcinseller olarak statümüz, konumumuz ne olursa olsun gönül rahatlığıyla içimiz rahat olabilir diye düşünüyorum ben. Hem kendi içimizde rahat olabiliriz, hem de bizim dışımızdaki ve o çokbilmiş ve bizi değişmez ve dönüşmezmiş gibi kurdukları koltuklarından eleştiren heteroseksüellere de rahat olabiliriz diye düşünüyorum. Şimdi benzetme yapalım. Nedir, işçi? Tırnak içinde bu işçi. Ama aslında bu işçinin binlerce farklı yansıması ve pratiği vardır. Yani formel alanda çalışan bir kişi mi, enformel alanda çalışan bir kişi mi? Sanayi işçisi midir, sokakta simit satan mıdır? Örneğin Marksistler sıkıştığında simitçi de aslında işçidir der. O işçi çemberini geniş tutmak için, geniş tutmak ve yeniden bir ikinci aşamaya getirmek için. Eşcinseller konusunda biz niye böyle yapmıyoruz ki? Yani eşcinsel konusunda gerçekten, ne kadar insan çeşitliliği varsa, o kadar da eşcinsel pratik ve eşcinsel bir tarz çeşitliliği pekâlâ olabilir. Haliyle eşcinsel dendiğinde sadece belli sınırlandırılmış bir kategori var, dolayısıyla ordan gelen eleştirileri biz görürüz, kabul ederiz, ama bu konuda rahat olabiliriz diye düşünüyorum.

Salon: Benim aileme ya da komşularıma sorduğunuz zaman eşcinsel nasıl bir insandır diye, onlar bize kırılgan, hafif kırık, ilginç gözlük takmış, ya da şarkı söyleyen ya da sanatla ilgilenen, renkli giyinmekten hoşlanan bir tip, stereotip oluşturacaklardır. Hatta tiyatrocular da komiklik diye bunu yapar, eller kırılmış… Biz bunun böyle olmadığı biliyoruz.

Yıldırım Türker:- Bir dakika öylesi yok mu?

Salon: Hayır, hayır, çoğu insan hem fotoğraflarını gördükleri çok klişe tipler üzerinden hem de dizilerde filmlerde vs. gördükleri stereotipler üzerinden yaşıyorlar. Şimdi arkadaşımızın söylediği tip de biz niye kent soylu, hafiften burjuvazi gibi olan, bizim gibi olan birini eşcinsel olarak tanımlıyoruz. Ben niye eşcinselliği tanımlayamıyorum. Aslında burada algısal problem var. Herkes, yaşadığı çevrenin kendisine yansıttığı enformasyon üzerinden kavramları oluşturduğu için, Kayseri’deki geylerin toplandıkları hamamlarda ya da sinemalarda mutlaka bir konsept algısı vardır. Sadece onların algısı farklı. Sadece kendi zümrenizdeki insanları avucunuza alıp diğerlerini avucumuza alamayız, hem de onlarla konuşamayız. Ama sonuçta onlar daha fazlalar. Burada bulunanlardan daha fazlalar. Anlaşılmıyorlar. Belki onlar daha mutlulardır, bilmiyorum.

Salon: Biraz önce benim söylemeye çalıştığım şöyle bir şeydi. Şimdi eşcinselliği yaşamak ayrı, eşcinselliğini ifade etmek ayrı. Sadece eşcinselliğini ifade etmek gücü mahalle baskısından kurtulma kudreti şeklinde insanlar evriliyor.

Yıldırım Türker: Sosyal kimlikten bahsediyoruz. Bu sosyal kimlik değil şehir kimliği. Şehirle bağlantılı.

Salon: İki tane şey söylemek istiyorum. Bir tanesi Türk Dil Kurumunun yayınladığı bir derleme sözlük. Bu sözlüğe ben öğrenciyken bir çalışma yapmıştım. Cinsellikle ilgili sadece yöre, o bölgede konuşulan, o bölgenin insanlarının anladığı sözcüklerin olduğu bir derlemeydi bu. Eşcinselin, özellikle pasif eşcinselin 21 tane karşılığı var.

İkinci örneğim de şu; ailem Orta Asya’dan Kırgızistan’dan gelmiş Afyon’a. Aslında bir deyim vardır, fırına götürmek deyimi. Fırına götürmek deyimi bir köyün pasif bir eşcinseli var. Köyün genç erkekleri bu çocuğa mesaj vermek için bunu söylüyorlar, diyorlar ki ‘fırına gideceğiz biz’. Önce gündüz ekmek yapılan fırında akşam gençler, genç erkekler burada buluşuyorlar. Bunu köyün erkeleri ve kadınları biliyor. Çok kötü bir şey belki bu ama farkındalık var mı yok mu, Anadolu’da nedir, yaşanıyor mudur, işte başka bir boyutta yaşanıyor. Bunu tasvip etme ya da ne düşündüklerini sorduğumda, köyümüzde genç kızlar var, efendim boşanmışlar var, onlara yönelinmesin diye böyle bir şeye onay veriyorlar. Şu da var, bu kişi asla kahveye alınmaz. Bu noktada farklı farklı yaşantılar var. Farklı bir şekilde kabulleniş de var. Mesela belki o kişi biseksüeldir. Ya da geydir bilmiyorum ama bunu bu şekilde kapatıp, bu şekilde örtüp, yaşıyorlar. Anadolu’da farklı da olsa bir şekilde yaşanıyor.

Salon: Gözlük takan, renkli giyinenler gösteriliyor dendi. Aslında diğerleri görülmediği için, basın sadece onları görüyor. Bir de büyük şehirlerde daha çok bir arada olabiliyorlar. Belki bununla ilgili. Neden İstanbul’da, Ankara’da bir aradalar? Onla ilgili. İstanbul’da mesela neredeyse 15 tane üniversite var. Orada insanlar eşcinsel arkadaşlarını buluyor ve bir arada daha fazla yaşayabiliyorlar. Ama kırsal için bu pek mümkün olmuyor. Mesela kahveye alınmaz dediniz, ama ona yine de bir şey olmuyor. Çünkü böyle bir tutum sergilendiğinde onun çevresinde çok sayıda insan var.

Salon: Şunu söylemeye çalışmadım, orada da yaşanan eşcinsel pratikler var mı, bunları biliyoruz tabii ki her yerde bu bir şekilde yaşanıyor. Eşcinseller var ve yaşıyorlar. Ama işte ayrımcılık yapılıyor ve kahveye alınmıyor. Bu öngörülmüyor, ayrımcılık o çocuğun hayatını kabusa çeviriyor ve bu konuda hissiyatımız yok. Böyle bir eşcinsel hareket algısı bizi nereye götürür, o tartışmayı başlatmak için söylemiştim.

Ali Erol: Kendimize yönelik iki eleştiri yapıyorduk. Bir tanesi biraz patolojik bir yönü de olan, çok acımasız bir şekilde hem kendimize hem de kendimize benzeyen insanlara. Diğer konu ise her şey deneye yanıla yol alıyordu, Yıldırım Türker’in İstanbul’daki örneğinde söylediği gibi. Dolayısıyla biraz sezgisel, biraz da yakalayabildiğimiz kadarıyla süreçten çıkardığımız şeyler vardı. Biz, eşcinseliz, bu toplumda soluk alabileceğimiz alanı genişletmek istiyoruz. Dolayısıyla geç kalmışlık sendromuna kapılmadan acaba nasıl yol alabiliriz? Dolayısıyla burada birçok şeye dikkat ettik, tek model bir eşcinsel olmadığını, eşcinsel gruplarımızın böyle bir hafta sonu hobisi üzerine kapalı bir grup olmaması için, daha ilk adımda yaşantımıza kastetmeyen her kişi ve kurumla iletişim kurma, diyaloga geçme çabası… Bütün bunları düşündüğümüzde ve bütün bunlarla birlikte aslında artık esnedi dediği Yıldırım Türker’in, feminist hareket olsun, biraz zoraki de olsa insan hakları hareketi olsun, bütün bunlar aslında o alanların kendi dinamikleriyle zorunlu heteroseksüelliği ve de cinsel yönelim ayrımcılığını sorgulayarak bugünlere gelmesinden değil bizim yaratmaya çalıştığımız eşcinsel hareketin özgürlükçü perspektifi ve bu geniş dışa dönük açılımlarıyla oldu diye düşünüyorum ben. Haliyle kendi içimize yönelik bir eleştiride gerçekten alanı ve odağı iyi belirlemek gerekiyor. Bir alan ya da odak üzerinden getirdiğimiz bir eleştiri hareketin total olarak bütününe dair yöntemsel ve de uygulamaya yönelik bir eleştiriymiş, bir eksiklikmiş gibi kurduğumuzda, sürekli yakınma halinde oluyoruz gibi geliyor bana.

Türkiye’de eşcinsel olmak başlıklarını düşündüğümüzde, işte sanatçı olmak, işçi olmak, modacı olmak, Kürt olmak, azınlık olmak, HIV pozitif olmak vs… bütün bu başlıklar Türkiye’deki bu çeşitliliği, eşcinsel hareket içerisindeki eşcinsel çeşitliliği işaret etmeye ve bunu göstermeye yönelik bir şey.

Şüphesiz ki bütün bunlara ulaşma konusu, bütün bunların doğrudan eşgüdümlenmesi konusu sorunlu olabiliyor. Bir de az önce çizilen eşcinsel karikatürü öyle algılanıyor. Başka bir örnek vereyim, Theacher döneminde ve hemen ardından İngiltere’de çok yoğun ve zalimce tartışmalar yaşandı. Orada özellikle ortaöğretimde eşcinselliğin anılmasının propagandif bir yaklaşım olduğu ve buna karşı 28. Madde gibi bir yasa söz konusuydu. Orda medya, hani biz bugün diyoruz ya eşcinselliği kırıtkan, efemine, şöyle şöyle gösteriyorlar diyoruz, ha böyle göstermesi bir problem, ama elbette ki tornadan çıkmış gibi tek model eşcinsel yok, öyle eşcinsel de vardır, bu kendi içinde problem değildir diyoruz, ikiye bölüyoruz. İngiltere’de ise, artık eşcinsel hareket kendi içinde kurumsallaşmış, onlarca pratik olmuş, kendi içinde geymiş, lezbiyenmiş, biseksüelmiş, sado-mazoymuş, orada eşcinselleri kötülemek için İngiltere için de zamanında geçerli olan o kırık, efemine tipi karikatüre etmiyorlardı, tam tersine bir canavar karikatüre ediyorlardı. İşte biraz sado-mazo, biraz böyle kıllı. Bütün bu kötüleme ve negatif yaklaşımlı çizilen karikatürün de aslında değişip dönüşebildiğini görebiliriz diye düşünüyorum.

Salon: Dayanışmadan bahsettiniz, bu dayanışma birazcık beni rahatsız ediyor, şöyle; bu cümleye takıldım ben, ‘eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir’ diye. Birilerinin çıkarı olmadan da destek olması lazım. Yani bizim yanımızda olursanız bak sizin de çıkarınız olur gibi…
Yıldırım Türker: Ben o cümleyi hiç öyle okumadım açıkçası. Ve ben okurken çok doğru bir saptama olduğunu düşündüm. Hayatlarımızın birbirinden koparılarak algılanamayacağını, okudum. Cinselliğin de hakeza. Yani bu cümle bence bir rüşvet teklifi değil heteroseksüellere. Bakın ne iyi olacak, biz özgürleşelim siz de… böyle bir şey yok. Yani ayaklarımız birbirine bağlı. Öyle değil mi? Yani erkek olmanın imkânları bir toplumda eğer İbrahim Tatlıses’le, işte Recep Tayyip Erdoğan arasında yelpaze ise bunun genişletilmesi elbette ki heteroseksüelleri de özgürleştirmeyecek mi? Çünkü erkekliğin imkânları kadınlığın imkânları üstüne konuştuğumuz takdirde bu memlekette erkek olma imkânları da, kadın olma imkânları da çok kısıtlı ve bir takım prototiplerle belirlenmiş olduğunu görüyoruz.

Salon: 13 yaşımdan beri ben Gaziantep’te açık bir lezbiyenim. Ben bunu açıkça yaşayabildiğim için çevreme anlatabildim. İnsanlar korkuyorlar, doğuda söylemek savunmak daha zor. Fakat siz cesaret edip ortaya çıktığınız zaman, insanlar o zaman size karşı açık olabiliyorlar. Ben şimdi o yaşımdan bu güne kadar çok yalnızlık çektim, arkamdan edilen sözler duydum, ama hiçbir zaman pişman değilim çünkü çevreme 10 kadar eşcinsel toplayıp Gaziantep’te bir sohbet ortamı yaratabildim. Kafede bir masada, sohbet edebildik. Birbirimizi anlayabildik. Açılabildik. Ve inanıyorum ki 10 kişi daha da artacaktır, bir şekilde örgütlenilmeli diye düşünüyorum yani.

Salon: Ben de Trabzon’dan geldim. Alternatif bir şeyler yapalım dedik, tabii olumsuzluklarla karşılaştık falan. İnsanlara farkındalıklarını kazandırabilmek için bir şeyler götürmek lazım. Biz birileriyle iletişime geçmeye çalıştık, bir şeyler yapalım, panel yapalım işte… insanlar bir şey görsün, öğrensin. İzmir’e geldim ve burada şu an çok mutluyum ama orada insanlar gelir mi? Eşcinselliğe tu kaka diye bakarken böyle normalleşmesi, daha çok şey sağlayacak. Katı kurallar, siyasi konular ki, orada bu çok fazla, çok katı kurallar işliyor.

Yıldırım Türker: Bu tür siyasi hareketlerin en büyük problemi de budur, sen bir insana hadi come-out et, ya da bir etkinliğine sahip çık, kimliğini savun, hayatını savun diyeceksen, öncelikle ona bir hayat önermen gerekiyor. Yani önereceğin bir hayat yoksa eğer sen onu sokağa dökemezsin. Şimdi yani ben, Mardin’de gizli yaşayan bir insana kardeşim sen de ne onursuzsun, çık şöyle, ilan et meydanda demem. Yani bu dil kurulması gerekiyor. Ya da gerçekten merkezden doğru, kaçınılmaz olarak merkezden doğru gelecektir bu siyaset, yani eğer Anadolu’da bir hareket olacaksa o da merkezden doğru olacaktır. Buradan iyi diyalog kurmakla, bağlantı kurmakla olabilir.

Salon: Türkiye’de şu anda her şey aynı hale geldi. Farklılaşmamaya başladı. Bir de önümüzde koca bir sistem var. Kendimizi yaşatmak, kendimizi devam ettirmek için bir süreç var. Bunun en önemli ayağı da yaşam alanından kendi yaşam biçimlerimizin kurulması. Bunun için de işte ders kitaplarına girmesine rağmen geleneksel toplumda bunun oluşmayacağını söylüyor. Söylüyor ama kanalı kapatıyor. Ne yapıyor, bana göre büyük şehirlerdeki merkezlerdeki daha rahat ortamlardan gelen sokaklar, dümdüz şekilde bir cadde ile sınırlandırılmış, sınırlı. Gecenin birinde kadın da, erkek de, gey de, lezbiyen de rahatça dolaşabilmeli.

Bugün dizilerde bir şekilde kadın sorununu geyliği bir şekilde ekliyorlar, ucundan da olsa geçiyor. Dizilerde kadını geliştirici, çocuklu kadının çalışacağı haklarından da bahsediyor. Duruşun geliştirilmesi gerekiyor. İnsan haklarına dayalı, insan, haklarıyla insan olur. Kendi kimliği üzerinden var ederek, mücadele ederek bugüne geldik. Eşcinseller de bunun çok önemli bir ayağı. Kürtler de bunun çok önemli bir ayağı. Ama bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda ben en azından kadın hareketi içerisinde yer alan sendikalı bir birey olarak, sendikanın kadın komisyonunda çalışan bir birey olarak, baktığımız zaman hepsinde, kendi yapımızda bile, içi boşaltılmış bir kadın hareketine, o 10 sene 15 sene önce başlayan güçlü, daha bilinçli durumun yok olduğunu görüyoruz. Biraz böyle bakılmasını gerektiğini, bu noktalardan soruna çözüm üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özgürlükler var ama sokağın bitimine kadar. Gecenin ikisinde Bornova’ya gidebilirsiniz ama Kuruçeşme’ye gidemezsiniz.

Fotoğraf: Kemal Aslan


Etiketler: yaşam
İstihdam