29/03/2018 | Yazar: Kaos GL

Bir gün, tabaklarımızdaki her kuzunun bir Aylan bebek olduğunu, Aylan bebekleri çatallarımızla bıçaklarımızla parçalayıp midemize soktuğumuzu dehşetle fark edeceğiz.

Eşya bedenler Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

 

Bir gün, tabaklarımızdaki her kuzunun bir Aylan bebek olduğunu, Aylan bebekleri çatallarımızla bıçaklarımızla parçalayıp midemize soktuğumuzu dehşetle fark edeceğiz.

Gülce Özen Gürkan'ın bu yazısı Kaos GL Dergi’nin 158. Sayısı “Türcülük” dosyasında yayınlandı.

Birilerinin kaslarını, vücut yağlarını, rahimlerinden ve memelerinden çıkanları yiyoruz. Birilerinin tenlerini, tüylerini, salgılarını giyiyoruz. Kremlerimizde, makyaj malzemelerimizde, sabunlarımızda ve şampuanlarımızda, birilerinin bedenlerinden çıkarılanlar var. “İnsanın bedeni olur, hayvanın olmaz” demek ne kolay; mevzubahis hayvan kedi ya da köpek olduğunda, hatta bedenini bedenden saymadığımız inekle bir şekilde karşılaştığımızda ise, zorlaşıyor. İmkânsızlaşıyor. Onun da tıpkı bizler gibi yaşam sahibi olduğu bilgisi, ilk iletişimle, örneğin, onun başını bir kez okşamayla, ya da gözlerine birkaç dakika bakınca, inkâr edilemez bir şekilde önümüze dikiliyor. Öyleyse nasıl oluyor da, tabaklarımızdaki ve giysi dolaplarımızdaki birer eşyaya dönüşüyorlar? Beden ve eşya gibi, karşıt kutuplara dahi konulabilecek iki kavram, nasıl oluyor da iç içe geçebiliyor?

Hayvan hakları üzerine kuramsal çalışmalarıyla bilinen hukuk felsefecisi Prof. Gary L. Francione, bu durumu “ahlâki şizofreni” kavramıyla açıklıyor. Burada şizofreni, psikolojik bir rahatsızlığı değil, toplumun hayvanlara dair söylem ve davranışlarında gözlenen tutarsızlığı ifade ediyor. Tutarsızlık kelimesi, tespit edilmiş ve hemen değiştirilmesi gereken bir durumu çağrıştırsa da, söz konusu koskoca bir toplum ve bu toplumun değerlerini, alışkanlıklarını, ilişkilenme ağlarını değiştirmek olduğunda; tıpkı bir şizofreni hastasının tedavisinde uygulanacağı gibi, detaylı, stratejik ve sabır isteyen, rutin bir çaba gerekiyor. Yani, bir sabah uyandığımızda, kendimizi tüm alışkanlıklarımızın aynı kaldığı ama hayvanlara artık hiç zarar vermediğimiz bir dünyada bulmayacağız.

Oysaki hayvan endüstrisinin “gülen yüzü” bizleri tam da bu dünyanın varlığına inandırmaya çalışıyor. Reklamlarda kırlarda otlayan inekler, yüzünde koca bir gülümseme olan animasyon tavuklar izliyoruz. Sosyal medyada, çiftçilerin çekimden birkaç hafta sonra mezbahaya satacağı buzağıya sarılma, onu şefkatle okşama görüntüleriyle dolu viral videolar dolaşıyor. Bunları izlerken bu hayvanların birer beden, birer yaşam sahibi olmadıklarını aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Diğer yandan, sanki ineğin ve buzağının bedenlerine saygı duyarken inek sütü ve dana eti tüketmek mümkünmüş gibi, süt markalarının, et restoranlarının reklamları da bol bol yayınlanıyor. Elbette bu reklamlarda o sütün ya da etin elde edildiği hayvanların ne geçmişlerine ne de geleceklerine dair hiçbir iz yok. Böylece, tatlı inek ve buzağı videosuyla süt ve et reklamı arasında (ya da sonrasında) neler olup bittiğini düşünmemize hiç gerek kalmıyor. Birkaç saniyede kişilikleriyle duygusal bağ kurduğumuz inekle buzağının, et ve süt kadar yaşatılıp, et ve süt için öldürüldüğünü, yani o kişilerin dirileri ve ölülerinin eşya olarak kullanıldığını düşünmeden, rahat rahat tüketiyoruz o eti ve sütü.

Hayvan endüstrisinin “gülen yüzü”, bir yirminci yüzyıl satış stratejisi. Peki, bu “gülen yüz” ortaya çıkmadan önce, hayvanları eşya olarak kullanmıyor muyduk? Elbette kullanıyorduk. O zamanlar hayvanları umursamıyor muyduk?

Hayır, umursamıyorduk. Zaten insanları da pek umursamıyorduk.

Bir beden sahibi olmanın başkasının eşyası olmama temel hakkıyla toplumsal düzeyde eşleştirilmesi, insanların mülk olarak alım satımı ve kullanılmasının meşruiyetini kaldıran yasaların önerilmesine ve kabul görmesine varan süreçle ortaya çıkmıştır. Bu süreçten önce, insan bedenlerinin başka insanların malı olması binyıllarca normal görüldü; tıpkı şu an hayvanlar için olduğu gibi. Birtakım değerler topluma sadece birkaç kuşak içinde ezelden beri varmışçasına yayılabildiği için, tüm dünyada meşru insan ticareti uzak geçmişte kalmış gibi düşünebiliriz; ancak, mevzubahis yasalar oldukça yakın bir tarihte kabul edilmiştir: Milletler Cemiyeti (daha sonra Birleşmiş Milletler’e dönüşür), 1926 yılında, Köle Ticaretinin ve Köleliğin Ortadan Kaldırılması Toplu Kararı adında bir bildirge yayımlar. 2013 itibarıyla bildirgenin altında imzası olan 99 devletin—ki dünyada mevcut devletlerin henüz yarısıdır—çoğu, bildirgeye 1956’da yapılan düzenlemeden sonra katılır. Bunun anlamı şu olabilir: Tıpkı kölelik karşıtı yasaların çıkabilmesi için toplumun insanlar konusundaki fikrini değiştiren aktivistler gibi, hayvan hakları aktivistleri de hayvanların insan eşyası olarak kullanılmaması için toplumsal dönüşüm çabaları yürütürse, bundan birkaç kuşak sonra, hayvanların bedenlerini yiyecek ve giyecek kaynağı birer eşya olarak kullanma fikrini korkunç bulabiliriz.

Ne olursa olsun, henüz o birkaç kuşak sonrasında değiliz. Hayvan bedenlerini eşyalaştırmak bize o zaman geleceği kadar korkunç gelmiyor. Hayvan endüstrisinin ve bu endüstriyle ilişki halindeki hayvan derneklerinin de çabasıyla yumuşatılan bu korkunçluğu henüz yeterince hissedemememiz, hayvanların birer insan eşyası olarak var edilip birer insan eşyası olarak yok edilmesini daha mı az haksız kılıyor?

Elbette hayır. Aksine, artık kendimizi gelecekte bu haksızlıkla ilgili ne kadar kötü hissedeceğimizi biliyoruz.

Aylan bebeği hatırlıyor musunuz? Hani Suriye’de süregelen ve “bizim savaşımız olmayan” bir savaş var ya, o savaştan kaçan bir ailenin boğulup karaya vurmuş bebeğini. Gözlerinin önünde, sevdikleri insanlar ve hayvanlar, evleri, mahalleleri, şehirleri yok edildiği halde, “gidip ülken için savaşsana, niye gelip bizim ülkemizin imkânlarını kullanıyorsun?” diyebildiklerimizin bebeklerinden biriydi Aylan bebek. Ama onun kırmızı tişörtlü, lacivert şortlu, cansız bedenini kumsalda yüz üstü yatarken gördüğümüzde, kalbimiz bin parçaya ayrıldı; savaştan kaçıp yanımıza sığınanları dışlamanın onun ölümünde hiç payı yokmuşçasına, çaresizce gözyaşı döktük arkasından. Tıpkı, parasını verip öldürttüğümüz, sömürdüğümüz hayvanların insan eşyası gibi yaşatılıp öldürülmelerinde hiç payımız yokmuşçasına, bir mezbaha görüntüsüne rastladığımızda rahatsız olduğumuz gibi. Neden bitkisel gıdaların hasatlarına dair görüntüleri izlerken aynı rahatsızlığı duymuyoruz? 

Bir gün, tabaklarımızdaki her kuzunun bir Aylan bebek olduğunu, Aylan bebekleri çatallarımızla bıçaklarımızla parçalayıp midemize soktuğumuzu, Aylan bebeklerin derilerini yüzüp giysi diye üzerimize geçirdiğimizi dehşetle fark edeceğiz. Yediğimiz danaların, kuzuların, piliçlerin, balıkların, sokakta başını okşadığımız ve içimizi koruma hisleriyle dolduran bir yavru kediden hiçbir farkı olmadığı bilgisi, zihnimizi kemirmeye başlayacak. Birilerini süt için “üretmek”teki, birinin memelerinden kendimiz için süt sağdırıp bardaklara koymamızdaki yanlışlık, bizleri, kendimizi affedemediğimiz, bunalımlı bir ruh hâline sürükleyecek. İki kuşak sonra bizlere “Neden?” diye sorulduğunda, “öyle görmüştük” diyecek, “öyle olmadığını anlatan yok muydu?” dediklerinde başımızı utançla eğeceğiz.

“Öyle gördük”, tanıdık bir ifade, değil mi?

- “İki erkeğin ya da iki kadının birbirini arzulayabileceğini neden kabul etmiyorsun?” - “Biz öyle gördük.”

- “İllâ erkeğin sakalı kadının memesi mi olacak?” - “Biz öyle gördük.”

Öyle görmek, öyle alışmak, bir doğru-yanlış kıstası olabilir mi? Elbette hayır. İnsanlara yaptıklarımız için de hayır, hayvanlara yaptıklarımız için de.

Bir diğer seçenek ise, bize anlatılanları dikkate almak. Etrafımızdaki, hayvanlara yiyecek-giyecek kaynağı muamelesi yapmadan, en az bizler kadar sağlıklı yaşayan veganları görmezden gelmemek. Vegan yaşanabildiğini bile bile hayvan kullanmaya devam etmemek.

Mantık çok basit aslında:

Hayvanlara gereksiz yere zarar vermek yanlış mı? Evet.

Hayvanlar üzerinden beslenmemiz/giyinmemiz/yaşamamız onlara zarar veriyor mu? Evet.

Böyle yapmadan da yaşayabiliyor muyuz? Ziyadesiyle, evet.

Öyleyse, hayvanlar üzerinden beslenmek/giyinmek/yaşamak, onlara gereksiz yere zarar vermek midir? Evet. Yanlış mıdır? İlk sorunun cevabına göre, evet.

Bu durumda ne yapmak gerekir? Hayvanlar üzerinden beslenmeyi/giyinmeyi/yaşamayı bırakmak gerekir. Vegan olmak gerekir. 

Zor mu? Hayır. Hiç değil. İşte size yardımcı olmak için kurulan sitelerden biri: www.VeganOluyorum.com

Artık veganlıkla aramızda duran tek şey olabilir: Öğretilmiş türcülüğümüz. Eh, ezber bozmak da bizim işimiz olsa gerek.

Kaos GL Dergi'yi online okuyabilirsiniz

Dergiye; online aboneler dergi websitesinden ulaşabilir. Basılı halini edinmek isteyenler ise kitapçılardan yeni sayıyı satın alabilirler. Dergiyi internetten satın almak için ise Notabene yayınları ile iletişime geçebilirsiniz. 


Etiketler: yaşam, ekoloji
İstihdam