19/08/2024 | Yazar: Lilith
Araştırmacı, akademisyen ve fotoğraf sanatçısı Tuna Öğüt’le kent ve cinsiyet çalışmalarını konuştuk: “Güvenli alan tartışmaları alan korumacı ve insanı da kentin dar bir kısmına hapseden bir şeye dönüşmeye de açık.”
Fotoğraf: Tuna Öğüt
Tahminimce çoğu Kaos GL okuru Tuna’yı fotoğraf sanatçısı olarak tanıyor ama bu röportajda odağımız sanatçı kimliği değil de akademisyen kimliğiyle Tuna Öğüt olacak. Lubunyaların deneyimlerini ve bakış açılarını mimarlık alanına taşıyan Tuna Öğüt ile kent ve cinsiyet çalışmaları kesişimi üzerine keyifli bir röportaj yaptık.
Öncelikle kendini tanıtmak ister misin?
Evet isterim. Ben Tuna Öğüt. İstanbul Bilgi Üniversitesi, Mimarlık Fakültesinde araştırma görevlisi olarak çalışıyorum. Mimari Tasarım ve Kent derslerine giriyorum. Kadir Has Üniversitesi’nde de Cinsiyet Çalışmaları Programında doktora yapıyorum. Translık ve kent üzerine çalışıyorum. Lisans ve yüksek lisansım Mimarlık ve Mimari Tasarım alanında İTÜ'den olduğu için benim araştırdığım konulara dair perspektifim de mekânsal bir yerden geliyor ve ilerici bir mekân anlayışıyla tartışmaya çalışıyorum. Dolayısıyla çalıştığım alanın konusu toplumsal meseleler, insanları ilgilendiren, insanların ilişkilenmelerini ve ilişkilerini ilgilendiren şeyler. Bu alanda üretiyorum ve üretmeye devam etmek istiyorum. Kariyerinin çok başlarında bir araştırmacıyım.
Mimarlık ve cinsiyet çalışmalarını birbirinden uzak alanlarmış gibi düşünürdüm. Bu iki alanı bir araya getirmek senin hikayende nasıl oldu?
Mimarlıkta feminizm temel kuramsal alanlardan biri aslında. Yani mimarlıkta feministler çok güçlüler. Ben de lisansta ve yüksek lisansta feminizm üzerine çok fazla vakit geçirdim. Aslında cinsiyet çalışmaları üst temasına feminizm üzerinden ulaştım. Biraz öyle bir yerden geldiğimi söyleyebilirim.
“Öyle mekan tartışmaları yapmalıyız ki, öyle mekanlar tahayyül etmeliyiz ki cinsiyet mücadelemizin ilerlemesine destek olmalı, bu mücadelenin içinde yer almalı”
Peki mimarlık ve cinsiyet çalışmaları nasıl bir yerden birbirine bağlanıyor?
Mimarlık ve cinsiyet çalışmaları iki yerden bağlanıyor. Bir, feminizm alanından gelen insanların mimarlık pratiğine kadınların katılımı üzerine tarihsel tartışmaları var. Bu daha toplumsal eşitlik ve istihdamda hak talepleri gibi bir düşünce kanadından geliyor. Bir de mekân üretme pratiğini feminist ideallerle yapma kaygısıyla tartışan insanlar var. Bu ikincisi beni daha çok heyecanlandıran kısmı oldu. Kendi cinsiyet çalışmaları pratiğimi de öyle bir yerden kurdum. Yani biz öyle mekân tartışmaları yapmalıyız ki, öyle mekanlar tahayyül etmeliyiz ki cinsiyet mücadelemizin ilerlemesine destek olmalı, bu mücadelenin içinde yer almalı. Bu şekilde ilerlemeci politikalar üzerine söz üreten çok güçlü coğrafyacılar, çok güçlü planlamacılar var. Türkiye'de bunlar yeni yeni tartışmaya açılıyor. Translık hakkında böyle şeyleri konuşanların sayısı ise iyice az. Dolayısıyla bunun kritik olduğunu düşünüyorum. Biraz beni transfeminizm derdine düşüren şey de bu olmuştu. Çünkü bunu hem toplumsal hareketlerin hem de feminizmin kesen ucu olarak görüyorum. Bence önemli toplumsal ilerlemelerin geleceği yerlerden birisi de trans feminizm. Benzer şekilde kuir çalışmaları da gösterebilirim. Kuir teori üzerine çalışan ve daha geniş anlamda LGBTİ+ çalışmaları alanından gelen birçok insan mekâna dair eleştirel sözler söylüyorlar. Bunlar bence epey önemli ve ciddi toplumsal ilerlemenin gelmesi gereken yerlerden.
“Güvenli alan tartışmaları alan korumacı ve insanı da kentin dar bir kısmına hapseden bir şeye dönüşmeye de açık”
Güvenli alan inşa etmenin literal olduğu bir alan diyebilir miyiz?
Güvenli alan bunlardan biri kesinlikle... Ama bence tartışmalarımız güvenli alanın ötesine geçmeli çünkü güvenli alan dediğimizde aslında var olmaya devam edebileceğimiz alanları talep ediyoruz. Evet, bu haklı bir talebe benziyor ama aynı zamanda çok da temel bir talep. Bunun ötesine geçmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Şehir zaten bizim ve şehri öyle kullanıyoruz. O zaman öyle kuramlaştıralım bunu. Sanki sadece çeperleri ve gettoları ve istisna alanları bizimmiş, biz oraları kullanırmışız diye düşünmek de hoşuma gitmiyor. Çünkü belli mücadele alanlarını kendine dert etmiş, oralarda örgütlenmiş, oralarda söz söyleyen, üretmeye çalışan ve dayanışan insanların kentin her yerinde olduklarını da tartışabilmemiz gerekiyor. Öbür türlü, güvenli alan tartışmaları alan korumacı ve insanı da kentin dar bir kısmına hapseden bir şeye dönüşmeye de açık.
O zaman “Sen buraya geliyorsun ama yeterince kuir misin?”, “Bunun orada olması alan kaplamak mı?” gibi söylemlerle karşılaşabiliyoruz ki ben bunu tehlikeli buluyorum. Sonuçta bizim mekanlarımızda olan insanların başka yerler yerine orayı seçmesinin de sebepleri var. Kendilerini orada güvende hissettikleri için de olabilir -Lubunyaların güvende hissettiği yerler çok başka insanların da güvende hissedebileceği yerler oluyorlar- ya da gerçekten bunu mücadele alanı olarak kendine dert etmiş insanlar da olabilirler. Bence onlar için de bir açıklık yaratmamız gerekiyor. Bu da gerçekten insanlarla bir arada olduğumuz ve heterojen bir kentte yaşadığımız gerçeğini akademiye de götürmek demek.
Kent ve trans kimlikler dediğinde benim aklıma gelen ilk şey Ülker Sokak ve Ankara'daki Esat-Eryaman. Doğrudan senin bu anlattıklarınla ilişkili gibi.
Bence kesinlikle öyle ve bu o kadar derinden ki… Mesela Ülker Sokak bu konuda çok belirleyici ve Pınar Selek'in araştırması çok değerli. Çünkü bu çalışmayı kalkıp gerçekten oraya giderek ve Lubunyalarla birlikte olarak yapıyor. Dolayısıyla sunduğu şeyin gerçekliği de öyle. Ülker Sokak'ta yaşananlar kent ve mekân tartışmalarının ne kadar buna içkin olduğunu gösteriyor. Gerçekten insanların kendilerine karşı saldırgan bir kentte var olmak için kurdukları güvenli alan var ve buranın nasıl bir çöküntü yeriymiş gibi lanse edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu aslında kentsel dönüşüm tartışmalarında aşina olduğumuz bir düşünce paketi. Mesela kent perspektifinden bakınca orada yapılan şeyin ne olduğu çok belli. Sadece cinsiyet çalışmaları alanından baktığın zaman çok tekil ve nasıl işlediği belli olmayan bir paket orada çalışıyormuş gibi görünse de aslında biz o paketi tanıyoruz. Yani orada bir sokağın soylulaştırılmak istenmesi ve transların orada istenmemesi -çünkü o sokağın translara fazla görülmesi- ve onları oradan çıkarmak için orayı tekinsiz bir yere dönüştüren bir zihniyet. Bu perspektifi masaya koymamız gerekiyor. Bir de Ülker Sokak'ın başına gelenlerin neden Ülker Sokak'ın başına geldiği, bağlamsal olarak nasıl bir zamanda yaşandığı önemli. Birleşmiş Milletler Habitat 2 Konferansı’nın İstanbul'da yapıldığı zamana denk geliyor. Uluslararası heyetler İstanbul'a geldiğinde parlak, temiz sokaklar görsün istiyorlar. Bu çok önemli çünkü bu sefer kent çalışmaları, mekân çalışmaları, mimarlık bu işi diğer tarafından kesiyor. Habitat 2 Taşkışla'nın, yani benim fakültemin, de dahil olduğu Kongre Vadisi’nin ev sahipliğinde benim fakültemde yapılıyor. Birleşmiş Milletler'in kente dair bir alt komitesinin İstanbul'a gelmesi ve İstanbul'da temiz temiz ağırlanmak istenmesiyle kopan bir olay. Bunu böyle çok fazla konuşmuyoruz ama bu önemli bence. Orada transların olmadığı ve transların olmadığı yerlerin temiz olduğu algısıyla gerçekleştirilmiş bir operasyon ve baştan bu kötü niyetle organize edilmiş bir operasyon. Bu durum kent ve cinsiyet çalışmaları kesişiminde üreteceğimiz bilginin ne kadar değerli olabileceğini söylüyor bence.
Hem yerel komüniteyle iletişim kuran hem de akademik kimliğini koruyan bir bakış açısındansa tamamıyla dışarıda kalan bir mimarlık bakış açısıyla yaklaşmak diyebilir miyiz oradaki yaşanan duruma?
Tek parçada öyle demek istemem. Çünkü Habitat 2 çok katmanlı ve tek seferde İstanbul için iyi veya kötü sonuçlanmış denemeyecek bir konferans. Bunun içinde Türkiye'nin Avrupa Birliği'yle olan erken müzakereleri de var, Türkiye'nin daha çağdaş hayata entegre bir yer olmaya çalışması da var. Fakat, bir yandan da Türkiye'nin kendini belli şekillerde göstermeye çalışırken başarısız olduğu sonuçlar da var. Dolayısıyla Habitat 2'nin kendisi hakkında böyle genel geçer bir şey söylemek istemiyorum. Çok katmanlı, önemli bir konferans. Önemli sonuçlar doğuran bir konferans. Türkiye'nin AB entegrasyonu sürecini “Avrupalılar iyi de biz de kötüyüz de”, “Avrupa'ya entegrasyon koşulsuz iyi olan şeydir” gibi bir yerden düşünmemek lazım. Tabii ki bu da çok boyutlu bir şey. Yine de Avrupa entegrasyonunun beraberinde getirebileceği olumlu toplumsal adımlar dahil olduğu için sanırım tarihsel olarak böyle düşünmek gerekiyor. Yani bu iki meseleyi birlikte düşünmek gerekiyor.
“İyi bilim yapmak için kendimizi nereye pozisyonladığımız, kimlerle biz olduğumuz, bir şeyi kimlere açtığımız, kimlerle birlikte düşündüğümüz önemli”
Senin çalışmalarına geri dönecek olursak, Anahit’te gerçekleşen Dudakların Cengi üstüne yürüttüğün bir araştırma projesi vardı. Birazcık o projeden bahsetmek ister misin? Bu araştırma nasıl ortaya çıktı?
Bu aslında biraz yolda düzülen bir proje olmuş oldu. Benim yüksek lisansım için yaptığım bir çalışmaydı. Ben zaten Dudakların Cengi'nde vakit geçiriyordum, oradaydım. Başta tanıdığım sevdiğim insanlar orada diye oradaydım. Daha sonra orada fotoğraf yapmaya başladım. Fotoğraf yaptığım için orada oldum. O sırada yüksek lisans tezime başlamaya çalışıyordum ve ne yapacağım diye düşünürken “Aa tamam Dudakların Cengi'ni yazabilirim" diye düşündüm. Hikâye biraz öyle başladı. Başlangıçta tezin konusu olması değil de tezin bir kısmı olması vardı aklımda. Daha sonra mesele meseleyi açtı galiba. Çünkü oradaki varlığım genişledikçe, insanlarla ortaklığım arttıkça, orada tanıştığım insanlarla yerimde hissettikçe bunun bu işin tamamı olabileceğini ve çalışmanın aslında bir Dudakların Cengi çalışması olabileceğini düşündüm. Tezin tamamı da aslında katılımcılarla birlikte geliştirdiğimiz bir şey oldu. İnsanlarla tartışmaya, konuşmaya çok erken başladım. Çünkü bir alana bir araştırmacı giriyor, sadece bir şeylere bakıyor, kendisi kapalı bir kutuda bir şeyler yapıyor ve gidiyor fikri hoşuma gitmiyor. Öyle çalışılabilir ama bence hem toplumsal bir konuda çalışıyorken toplumsal olarak ilerlemeci davranmak için hem de iyi bilim yapmak için kendimizi nereye pozisyonladığımız, kimlerle biz olduğumuz, bir şeyi kimlere açtığımız, kimlerle birlikte düşündüğümüz önemli. Salt akademik kaygılarla bile baksan aslında insanlarla ortaklaşmak çok faydalı. Sadece masa başında oturup araştırmacılık yapıyorsan bir sürü yerde bir sürü kuramsal tartışma var. Nereden neyi alman gerektiği ve tartışmayı nerelere götürmen gerektiği kolay değil. Halbuki insanlara sorunca söylüyorlar. Çünkü insanlar kendi deneyimini biliyor: "Ben böyle deneyimliyorum", "Benim için cinsiyet deneyimi böyle bir şey", "Benim için gece hayatı böyle bir şey", "Ben kenti böyle kullanıyorum"… İnsanlar gayet farkındalar ve çalıştığın konuyu böyle bir dert ortaklığı olarak açtığın zaman bir şeyler daha hızlı ilerliyor. Benim için toplumsal boyutu bir adım ilerdeydi bu işin. "Bana bir araştırma lazım çünkü işte bilgi üretmemiz gerekiyor, tamam mı?" diye bir yerden gelmedim. Öyle olmasının yanlış olduğunu söylediğimden değil de benim için öyle değildi. Benim için “Bu konu önemli ve toplumda çok fazla insana dokunuyor” ve “Nasıl iyi bir şey yaparız?” gibi bir yerden geldi.
Nereye gitti peki? Ne tarz sonuçlara ulaştın?
Bu uzun bir çalışma oldu. Pandeminin araya girmesiyle yüksek lisansımı 4 senede tamamladım. Sabırlı danışmanlarım vardı: İpek Akpınar ve Didem Kılıçkıran. Kendilerine de buradan teşekkür etmiş olayım. Benimle birlikte sebatla inanarak sürdürdüler danışmanlıklarını. Sonuçtaysa cinsiyet deneyimi ve kent deneyimi ve bu deneyimlerin nasıl birbirini ürettiğine dair katılımcılarla ortak düşündüğümüz bir çalışma çıktı. Dudakların Cengi bir drag gösterisi fakat burasının varlığı sadece bir eğlence, şakalar ve komiklikler ortamı olmanın ötesinde birçok insanın aslında kendini keşfettiği, başkalarıyla ortaklıklar kurduğu, kendini daha iyi anladığı süreçlere bir buluşma noktası yaratmasıydı. O yüzden buranın birçok insanın translık deneyiminde süreçlerine eşlik eden bir yolculuk olduğunu fark ettim. Dudakların Cengi uzun da sürdü, senelerce oradaydık, senelerce birlikte vakit geçirdik. Böylece birçok insanın farklı süreçlerine tanıklık eden bir tez çalışması olmuş oldu ve tezin ismini de "Trans Oluş Coğrafyaları" koydum. Burada trans kavramını geniş anlamıyla kullanmaya çalışıyorum: hem non-binary insanları hem binary transları hem de bunun ötesinde cinsiyet deneyimini geçişli olarak deneyimleyenleri -bu akışkanlık da olabilir, geçici ve performans amaçlı cinsiyet deneyimleri de olabilir… Bu bir ilerlemeci politikanın peşine düşüp trans özgürlüğü istemek de daha ötesinde cinsiyet özgürlüğü istemek de olabilir. Dolayısıyla böyle sınırları belli bir kimlik politikasından ziyade cinsiyetin geçişliliği anlamında kullanıyorum trans kavramını.
Bu çalışmanın mimariyle birleştiği nokta nedir?
Öncelikle bu bir kent çalışması oldu çünkü Dudakların Cengi etrafındaki kentsel deneyimlerden bahsetmiş oldum. İnsanların oraya dair anlatıları hep orada kurdukları ortaklıklar üzerinden daha sonra ne yaptıklarına uzandı. Orada tanışıp ev arkadaşı olmalarına, orada tanışıp partner olmalarına, orada tanışıp bacı olmalarına. Oradan ev hayatlarına, çalışma hayatlarına, kamusal yaşamı nasıl deneyimlediklerine uzandı hep. Bu deneyimlerin grift şekilde ve bütüncül bir kent deneyimi olarak var olduğunu tartışmış oldum. Bunun içinde de daha özelleşmiş şekilde mimarlığın bir mekânsal ve yaratıcı disiplin olarak sunduğu bakış açıları değerli oldu. Yani tezin kuramsal tartışmalarında mimarlıktan gelen ve kendini oradan kuran kuramsal tartışmalar da var oldu. Bunlar daha temelli şekilde mimarlığa da dokunmasına sebep oldu. Bir de mimarlığın içinden bu tarafa doğru bakınca, mimarlığı sadece bir bina ve binanın materyal fiziksel varlığı olarak düşünmemek gerekiyor. Mekan programları, toplumsal işlevler ve insanların mekanı sosyal olarak nasıl kullandığı ve deneyimlediği meselelerinin dahil edilmesi gerekiyor ki mimarlık disiplinini muhafazakar bir disiplin olarak yeniden üretmeyelim. Yani biraz da mimarlık disiplinini hayatın gerçeklerine doğru açmaya dair bir dertti. Benim bir mimar olarak masaya getirdiğim mimarlık bakış açıları ve mimarlığı nereye götürmek istediğim bu işin içinde ve bir şeyler söyleyen biri olarak mimarlığın geleceğini nerede görmek istediğimle de alakalı.
“Çalışmamın akademide pek yerinin olmadığını söyleyen insanların varlığı da kulağıma geldi. O zaman yaşanan gerçek hayatın sadece bazı alanları mı araştırılacak? O zaman hayatı bütünlüğüyle anlamayacağız. Öyle bir şey olamaz”
Bu görüşe sahip olmak seni o muhafazakâr mimarlık görüşündeki gruplarla karşı karşıya getirdi mi? Çalışmanla ilgili olarak ne tarz tepkiler aldın, özellikle o kesimden?
Mimarlık çevresi aslında dışarıdan bakınca hemen belli etmediği düzeyde çeşitli ve insanların açık düşündüğü bir alan olabiliyor. Benim çalışmama benimle heyecanlanan çok fazla akademisyen, çok fazla dönem arkadaşım oldu. Bu insanlarla mimarlığın alanındaki çok farklı entelektüel kanatlardan tartışmalar yapma fırsatım oldu. Benim tezim eş danışmanlıydı. İki danışmanım da mimarlık alanından gelen mimar insanlar. İkisi de bu konuda çok açık görüşlü bir şekilde bana ve çalışmaya destek olmaya yönelik davrandılar. Biraz da onların bu işin arkasında durması sayesinde sorunsuz ilerledi. Öyle büyük pürüzlerle karşılaşmadım. Tartıştığım, birlikte çalıştığım insanların açık yürekliliği ve desteği bana çok yerimde hissettirdi. Kenarda kalmış ve bu işi zorlanarak yapıyormuşum gibi hissetmedim. Bunu söyleyebilirim. Fakat daha informal şekilde bunun pek de mimarlıkla alakası olmadığını ima eden insanlarla karşılaştım. Çalışmamın akademide pek yerinin olmadığını söyleyen insanların varlığı da kulağıma geldi. O zaman yaşanan gerçek hayatın sadece bazı alanları mı araştırılacak? O zaman hayatı bütünlüğüyle anlamayacağız. Öyle bir şey olamaz. Hiçbir toplumsal kaygı duymayan biri için de öyle olamaz sadece akademik kaygıları olan biri için de öyle olamaz. Hayatın her yanıyla ilgili daha iyi bilgi üretmemiz gerekiyor. Böyle bir sorumluluğumuz var.
Bunun için neye ihtiyaç var?
Sanırım akademideki insanların ne yaptığı bir yere kadar götürüyor. Bizi, içinde yaşadığımız ülkeyi etkileyen daha geniş bağlamsal çerçeveler değişmeden daha demokratik, daha özgür bir toplumu gerçekleştirecek adımları atmadan insanların üzerine düşen tekil sorumluluklardan bahsetmek çok gerçekçi olmayabiliyor. Bazen de gerçekten sabah kalkıp “Bugün bu iş için ne yapabilirim?” dediğinde yapabileceğin bir şey olmayabilir; olabilir de. Kim olduğuna ve nerede durduğuna bağlı galiba. Yani daha geniş bağlamsal çerçevelerin iyileşmesi diye bir şey var. O yüzden daha özgür bir akademi için belki kalkıp örgütlenmek ilk hamle olabilir. Akademisyen kimliğiyle değil de bir yurttaş olarak. Daha güçlü bir sivil toplum olsa, bir şeyler hesap verilebilir şekilde yapılsa, sivil toplum hesap sorabilir olsa bir adım daha atmış oluruz.
“Kent ve cinsiyet çalışmaları kesişiminde daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Bu alanda insanların gerçekten fayda görebileceği araştırmalar yapmak mümkün”
Bundan sonrasında ne var senin ajandanda?
Bundan sonrası için benim gördüğüm şeyler: Öncelikle kent ve cinsiyet çalışmaları kesişiminde daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Bu alanda insanların gerçekten fayda görebileceği araştırmalar yapmak mümkün. Ben buna özellikle değer veriyorum. Bu alan ilerleyebilecek bir alan, bu alan taze bir alan. Bunun içinde neler değerli olabilir? Bir, sahada insanların gerçekten yaşadıkları hayatlara temas eden ve kendini oradan kuran çalışmalar bizim neye ihtiyacımız olduğunu da daha iyi yakalar diye düşünüyorum. Yoksa söylemsel tartışmalarda ve küçük bir zümrenin ürettiği fikirlerin bize ne kadar ulaştığıyla yetindiğimiz bir alana kısılmamız tehlikesi var. İki, demokratikleşme, toplumsal hareketler, katılım, politika yapımı alanlarında üretmek önemli bence. Akademinin dışında da.
Dolayısıyla akademide de bu konularda üretmek zamanı olabilir şimdi.
Kaos GL dergisi bir tık uzağınızda
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Dünden Bugüne dosya konulu 193. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notabene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
Etiketler: kültür sanat, yaşam, eğitim, kent hakkı, gezi/mekan, özel haber, araştırma, inceleme, yorum