25/03/2014 | Yazar: Kaos GL

Antikapitalist Müslümanlar direniş sürecinde LGBT’lerle bir araya gelme deneyimlerini Kaos GL Dergisinde anlattılar

Genel ahlak denilen ve homofobiyi, transfobiyi kuran şey ya da hetero-patriyarkal düzen denilen şey aslında; hepimizi ötekileştiren, bütün kadınları, bütün erkekleri, cinsel kimliğine bakılmaksızın ötekileştiren bir sistemdir.
 
Kur’an’a baktığımızda eşcinselliğin hastalık olduğuna dair bir ayet yoktur. Lut Kavmi kıssasına da bakarsanız aynı cinsten iki insan birbirini seviyor diye helak edilmedikleri gayet açıktır.
 
Antikapitalist Müslümanlar direniş sürecinde LGBT’lerle bir araya gelme deneyimlerini Kaos GL Dergisinde anlattılar 
 
Bizim 31 Mayıs öncesindeki süreçte de gezi direnişine katılışımızın altında herkese açık olan bir yeşil alanın kapitalist sermayeye peşkeş çekilmek istenmesine olan itiraz yatıyordu. Çünkü “Mallar içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın.” (Haşr: 7) ayetinden yola çıktığımızda kamuya ait bir mekân olan Gezi parkının bir avuç kapitalist sermayedara peşkeş çekilmesi kabul edilemez. Gezi direnişinin orantısız polis şiddeti sonucunda geçirdiği dönüşümden sonra da Antikapitalist Müslümanlar bu halk direnişinin içinde yer almaya devam ettiler. Direnişçilerin kimliğini, ideolojisini sorgulamadan devletin kapitalist sermayedarları küstürmemek kaygısıyla Taksim’e ve direnişin canlandığı diğer merkezlere indirdiği demir yumruğa karşı Antikapitalist Müslümanlar da yekvücut olan direnişin bir parçası oldular. Zulme karşı, adaletsizliğe karşı, haysiyetimize yapılan bunca hakarete karşı ve doğa için, Gezi’de zulmedilen insanlar için olduğu kadar Roboski için, kadınlar için, Hrant için, N.Ç için, eşcinseller için, Aleviler için, daha ismini sayamadığımız her türlü ötekileştirilen ve ezilmeye çalışan mazlumlar için de çıktı insanlar sokağa. Birbirinden farklı onlarca örgüt aynı direnişin dinamiği içinde eridi ve onları da birbirinden uzaklaştıran duvarlar yıkıldı. Gezi’deki süreç sınırsız ve sınıfsız bir toplum hayalinin (darüsselam yani barış yurdunun) bir çeşit gerçeğe yansımasıydı. Bu yüzden Gezi bundan sonra da ne için mücadele ettiğimizi hatırlatacak bir fotoğraf olarak zihinlerimizde yerini almıştır.
 
Gezi’de iktidar yoktu, liderlik yoktu, hiyerarşi yoktu. İşte bütün bu yoklukların içinde halkların kardeşliğinin varlığı ve gücü ortaya çıktı. Gezi süreci dine karşı geliştirilen aydınlanmacı bakış açısının, dini gericilik ve pasifizm olarak algılayan görüşün yıkılışını ve aydınlanmanın dindar insanlarla tanışmasını sağladı. İktidarın ve medyanın yalanlarına, özellikle de Cami ve başörtüsü üzerinden yapılmaya çalışılan manipülasyona karşı daha önce başörtüsünden dolayı iktidarların hedefi olmuş olan başörtülü arkadaşlarımız da Gezi’de diğer herkes gibi, herkesle beraber direndiler. Bizim ilk kez meydana çıkışımızda da muhafazakâr sağı temsil eden Fatih’ten, seküler pozitivist solu temsil eden Taksim’e yürüyüşümüzdeki sembolik anlam, yani sağ ve sol kavramlarının klasik tanımlamalarına olan itiraz Gezi süreci sayesinde güçlendi ve her türlü ayrım yerle bir olup iktidara karşı halklar ve örgütler birleşti. İktidarı temsil eden her ne kadar AKP olsa da, Gezi bu statükonun devam etmesine hizmet eden ve görevini hakkıyla yapamayan muhalefete de bir tepkiydi. Profesyonel siyasetçiler ve partiler olmadan da halkın örgütlenebileceği görüldü.
 
Gezi umutlarını kaybetmek üzere olan bir halk için yeni bir algılayış biçiminin, yeni bir bakış açısının, yeni bir düşünüş biçiminin ve en önemlisi de yeni bir umudun doğuşu oldu. Bizim de çok önemsediğimiz itiraz haykırışının, “Hayır!” sözünün cisimleşmiş haliydi. Korku duvarları öylesine yıkıldı ki her türlü tehdit, şiddet ve yıldırma insanlara geri adım attıramadı. Gezi’de yaşanan sadece bir tepki olmakla da kalmadı. İnsanlar bir yandan da kendi yaşam kültürünü üretmeye başladı. Orada üretilen yaşam kültürünün içinde caminin, kütüphanenin, müzenin ve temel ihtiyaç alanlarının tamamen dayanışma ile oluşturulması kapitalist yaşam biçimine bir alternatif olarak ortaya çıktı. İktidarların ve sermayenin bu gelişmeden ne kadar korktuğunu ve bu sürecin onları nasıl da Kur’an’ın tabiriyle aslan görmüş eşeklere çevirdiğini verdikleri tepkilerinden anlamak mümkündür.
 
Antikapitalist Müslümanlar bu yıl Ankara’da da alana çıkarak mücadelelerini başkentin alanlarına taşıdılar. Geleneksel, kurumsallaşmış din algısının normlarını yıkmaya çalışan ve dini; kitaplardan, ritüellerden ve simgelerden öte yaşamın içine taşıyan Antikapitalist Müslümanlar yerleşen bu din algısıyla olan dertlerini şöyle dile getiriyorlar;
 
“Biz cennetin bu dünyada kurulabileceğini düşünüyor, bunun için uğraşıyoruz. Bir ritüelin nasıl yapılması gerektiğinden çok neden yapılması gerektiği ve bu ritüellerin bizim hayatımıza neler kattığı üzerine düşünüyoruz. Bunları anlamanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Geleneksel, kurumsallaşmış, hayata hitap etmeyen, tapınaklara ve mezarlıklarda hapsedilmiş din ile sıkıntımız var. Din dediğimiz şey artık mescitlere, camilere, gökyüzüne hapsedilen bir şey oldu. Sanki din hayattan başka bir şeymiş gibi. Biçimsel olarak yaşadığı dini hayatına aksettiremeyen dindarlara da bu minvalde söyleyecek sözlerimiz var. Ali Şeriati der ki, eğer din ölümden önce bir işe yaramazsa, ölümden sonra hiçbir işe yaramayacaktır.
 
Yaygın din algısını benimseyen insanların kapitalizmle temelli bir sıkıntıları olmadığını görüyoruz. Bu yaygın anlayışa göre bir Müslüman servet birikimi yapabilir, işçileri asgari ücret ile zor koşullarda çalıştırabilir, yeter ki namazını kılsın, orucunu tutsun. Bizim karşı çıktığımız, karşısında durmaya çalıştığımız söylemin bir boyutu da bu. Kurumsallaşan geleneksel din algısı aslında tam olarak öte dünya denilen bir fantezi dünyaya yönelik edimler üzerine kuruluyor. Bizim yapmaya çalıştığımız daha sosyal, daha ayakları yere basan bir din anlayışından hareket etmek. Geleneksel, kurumsallaşmış dini anlayışla en temel ayrımımız bu sanırım. Bizim derdimiz, insanları biçimlendirmekten ziyade, nasıl olmaları gerektiğini söylemekten ziyade insanlar arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiği üzerinden bir şeyler söylemek ve tabii bunun daha eşitlikçi bir yerden kurulması gerektiğini söylemek. Eşitlikten de sadece ekonomik bir eşitliği kastetmiyoruz elbette.
 
Antikapitalist Müslümanlar iktidarın ötekileştirdiği tüm kimliklerin yanında olduğu gibi zalim-mazlum düzleminde hakları çiğnenen LGBT bireylerin de yanında olduklarını dile getiriyorlar:
 
Kimlik odaklı tavır yerine sorun odaklı tavır, sorun etrafında birleşebilen ve hareket edebilen bir mücadeleden bahsediyoruz. Bizim temel düsturumuz mazluma kimlik sorulmaması gerektiğidir. Gelenekten de gelen bu düsturu biz kalpten benimsiyor ve hayata geçirmeye çalışıyoruz. Mazlumun ve mağdurun yanında ve zalime ve hak yiyene karşı durmaya çalışıyoruz. Bütün mazlumlarla iktidarı paylaşanlar ve kapitalist sistem karşısında beraberce mücadele edeceğiz. Bizce bu düzlemde mücadele ettiği sürece LGBT de bu beraberliğin içindedir. Özellikle Feminist platformlarda sendikacı kadınların son on on beş yılda ötekileştirdiği iki gruptan biri LGBT, biri de Müslüman Feministler. Zaten Gezi Direnişi sırasında da “LGBT hareketi ile Antikapitalist Müslümünlar bile yan yanaydı” söylemi muhalefetler içinde bile bazı grupların nasıl marjinalleştirildiğini gösteriyor.
 
Sonuçta genel ahlak denilen ve homofobiyi, transfobiyi kuran şey ya da hetero-patriyarkal düzen denilen şey aslında; hepimizi ötekileştiren, bütün kadınları, bütün erkekleri, cinsel kimliğine bakılmaksızın ötekileştiren bir sistemdir. Cinsiyet sistemi cinsel kimliklerin hiyerarşik bir düzen içerisinde yer aldığı bir sistem. Hegemonik erkeklik anlayışından dolayı erkekler de bu sistemden rahatsızlık duyuyor. Bu genel ahlakın çerçevesini de çizen bir sistem. Eşcinseller üreyemezler, çünkü doğal değiller…’ Bu tür bir söylem, hayatta tek var oluş amacımız üremekmiş gibi bir algıya dayanıyor. Üreme kaygısı ırkçı bir anlayıştan başka bir şey değil. Ataerkil sistem büyük erkek çocuk üzerinden yürüyen bir sistem değil mi? Peki o zaman evlenip çocuk sahibi olmak istemeyen çiftleri ve çocuk sahibi olup da erkek çocuğu olmayan insanları bu ataerkil sistem nereye koyuyor? Evlenip çocuk yapmayan, yapamayan insanlar da mı doğal değil? Eşcinseller de zaten onlarla birlikte ötekileştiriliyor. Kaos’un çıkışı “Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecek”tir. Kendi mağdurunu yaratan bir zulüm sisteminden söz ediyoruz. O yüzden bütün zulümlere nasıl karşı duruyorsak hetero-patriyakal düzene de bu anlamda karşı duruyoruz.
 
Son olarak, İslam’da kimse fetva makamı değildir. Bir şeye haram veya günah deme yetkisini Allah tekeline almıştır, aksi takdirde herkes ilahlaşmaya başlar. Kur’an’a baktığımızda eşcinselliğin hastalık olduğuna dair bir ayet yoktur. Lut Kavmi kıssasına da bakarsanız aynı cinsten iki insan birbirini seviyor diye helak edilmedikleri gayet açıktır. Bugün eşcinsel oldukları için eve dönmekten korkan, kendi kimlikleriyle var olamayan, zulüm gören ve öldürülen eşcinselleri Kur’an’daki Lut kavmi kıssası üzerinden okumaya çalışmak bizi yanlış yere götürür. Bugün eşcinsellere yapılan muameleyi, onların ötekileştirilmesini Lut kıssasına dayanarak meşrulaştırmak mümkün değildir. Lut kıssasında, insanların evlerine gelen misafirlerin bile tecavüz tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı azgın bir toplumun zulmü lanetlenir. Kur’an’da şu kesinlikle belirtilir ki, Allah, hiçbir toplumu yanlış inançlarından dolayı helak etmez, zulmünden dolayı helak eder. Lut kıssasının temelinde de azgınlık ve bu azgınlığın yol açtığı zulüm cezalandırılır.
 
Bu söyleşi daha önce Kaos GL Dergisinin Eylül-Ekim 2013 tarihli 132. Sayısında yayınlandı.

Etiketler: yaşam
İstihdam