27/01/2012 | Yazar: Kaos GL

Clinton ‘eşcinsel hakları’ insan hakları olarak kabul edilmelidir derken aslında neyi kastediyor?

İnsan Hakları Olarak Eşcinsel Hakları… Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Clinton “eşcinsel hakları” insan hakları olarak kabul edilmelidir derken aslında neyi kastediyor?
 
İnsan Hakları Olarak Eşcinsel Hakları: Homonasyonalizmi ‘Pinkwashing” Etmek
 
Maya Mikdashi yazdı
Mehtap Akbaş kaosgl.org için çevirdi
 
LGBT haklarının küresel savunucusu olan Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen habere gülsek mi ağlasak mı bilemedik. Bu karışıklık sadece ABD’nin eşcinsel hakları ile kendi başına kat ettiği yol dolayısıyla değil, belki de daha önemlisi, bugün dünyadaki birincil emperyal güç olmasından dolayı büyük bir önem arz ediyor. Sonuç olarak, ABD Genel Sekreter’i Clinton ABD’nin yerel olarak eşcinsel haklarını yasallaştırma konusunda problemli olduğunu kabul etti, ama garip bir şekilde, ABD’nin uluslararası LGBT haklarını nasıl ve neden izleyip, düzenleyeceği konusunda sessiz kaldı. Mesela; Amerikan ordusu Iraklı ve Afganistanlı eşcinsellerin haklarını “dayatmaya” mı başlayacak?  ABD, eşcinsel dostu olmayan devletlere yaptırım mı uygulayacak? Yoksa Genel Sekreter Clinton, insanların aileleriyle yaşama haklarına çiftlerin genital bölgelerine bakarak karşı çıkan göçmen yasasına yapılan “uluslararası topluluk”ların müdahalelerine sıcak mı bakacak? Clinton “eşcinsel hakları” insan hakları olarak kabul edilmelidir derken aslında neyi kastediyor?
 
Clinton, BM’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin tarihi ile ilgili kısa bir konuşma sundu. Beyanname’nin aslında Yahudi Soykırımı ve 2. Dünya Savaşı’nın korkunçluğuna karşı dile getirilen bir cevap niteliğinde olduğunu doğru bir şekilde belirtti. Hannah Arendt’in de yazmış olduğu gibi; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin bu kadar çabuk yazılması yurttaşlıktan çok insan olmanın daha önemli olduğu fikrini içinde barındırır. Yüzyıllardır, politikaya da ya uygarlığa “hazır” ya da “yetkin” farz edilmeyen insanlar durmaksızın yok edilmiş ya da esir alınmıştır. Ulus devlet ve Avrupa-Amerika emperyalizminin yükselişe geçmesiyle birlikte dünya; yurttaşlar (farklı hiyerarşilerden oluşan) ve yurttaş olmayanlar (farklı hiyerarşilerden oluşan) diye katmanlara ayrıldı. Yurttaşlar hak sahibi olurken, yurttaş olmayanlar, Aydınlanma Çağı’nın korkunç mantığına göre “hazır” olduklarını kanıtlayana kadar hak sahibi olamadılar. Modern çağda -özellikle totaliter devletlerde- yapılan yurttaşlık ve hakların birleştirilmesiyle, Almanya’daki Yahudiler gibi yurttaşlığı ellerinden alınmış insanlar hukukun, düzenin ve dolayısıyla insanlığın dışına hapsedildiler. Ama Arendt’in verdiği ders insan hakları kanunun zaferi değil, aksine; “insan hakkı”nı yurttaşların yasal bir önceliği haline getirmenin devletin; hayatı düzenleyeceğine, iki kutup olan “insan hakları” ve “politik adalet”in ne zaman, nasıl ve ne dereceye kadar yıkılıp yabancılaştırılabileceğine karar vereceğine dair ileriyi gören bir uyarısı.
 
Belki de Clinton, konuşmasında bilmeden de olsa politik haklar ve insan hakları arasında meydana gelen bu yabancılaşmayı yeniden üretiyordu. LGBT’lerin partner olarak seçtikleri insanları sevme, onlarla sevişme ve bunu güvenli bir şekilde yapma konusunda her yerde eşit haklara sahip olduklarını vurguladı. Bu vurguyu yaparken Jasbir Puar’ın homonasyonalizm diye adlandırdığı şeyin ana doktrinini de tekrarlamış oldu ki bu: dünyanın her yerinde LGBT’ler bir şeyleri tecrübe eder, pratikte uygular ve aynı arzularla harekete geçerler; ve politikaları 1) sevgilerini ve arzularını sabit bir kimliğe hapseder, 2) ve bu sabit kimliği de birinin konuşup, politik taleplerde bulunduğu bir dayanağa hapseden anlayışı içinde barındırır. Genel Sekreter Clinton dünyanın her yerindeki LGBT’lerin beyaz ya da siyah; erkek ya da kadın ya da trans; asker ya da sivil; zengin ya da fakir; Filistinli ya da İsrailli hepsinin aynı haklar çerçevesinden anlaşılıp tanımlanabileceğini öne sürdü. Ama “eşcinsel hakları” olarak adlandırdığı şeyin içeriği tanımını ABD’deki queer’lerin (diğer adıyla beyaz gey erkeklerin) tarihinden ve tecrübelerinden alıyor; bu sebeple görünürlüğü, kimlik politikalarını, sınıfları gözden kaçırma var ve 3. Dünya heteroseksüel ve eşcinsel popülasyonun çoğunun hayatını harekete geçirecek olan politik mücadeleye vurgu var. Yerelliğinden bu kadar uzaklaşmış bulunan “eşcinsel hakları” sadece uluslararası normatif homonasyonalizm aracı olarak değil, politikaları daha açık üretebilen neoliberal bir araç olarak da kullanılabilir.
 
Tabii ki Clinton’ın da dediği gibi eşcinsellik “batı”dan ithal edilen bir şey değil. Yani eşcinsellik Coca Cola ya da Cheerios gibi bir şey değil. Sabit bir yeri vardı, oradan dünyanın kalanına yayıldı gibi bir durum da olmadığından diaspora da değil. Bugün eşcinsel olarak adlandırma tarihsel bir durum ve ABD’de sivil haklar döneminden başlayıp, GRID/AIDS ölüm bölgelerinden geçip liberal kimlik politikaları dönemine kadar uzanarak ortaya çıktı. Ayrıca, homonasyonel bir söylem içerisinden ya da homonasyonel ürünleri tüketerek kendini eşcinsel olarak tanımlayan ve Batılı olmayan insanlar her nasılsa “yapay” değil. Onlar; insan, sermaye ve bilgi akışı ile gün geçtikçe daha çok yakınlaşan ama bir o kadar da sınıflara ve politik çizgilere ayrılan bir dünyada yaşadığımız gerçeğini yapanlar. Haklar dünyasında yaşıyoruz ve kadın ve/veya queer olarak cinsiyetlendirilmiş bedenin (ama altını çizmek gerekiyor ki heteroseksüel erkek bedeni değil) politik dayanak noktası olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu başarı hikâyesi, son duraklarından birinde olan homonasyonalizm ile başlamadı. Homonasyonalizm; aslında komplocu “uluslararası eşcinsel”in nihai amacı değil, aksine, hem devletler içinde hem de devletlerarasında gücü dengede tutan neoliberal mantığa göre dünyayı yeniden ele almanın bir yönü. Aslında, tıpkı normatif “heteroseksüellik”in; insan hakları derneklerinin, uluslararası fon ve araştırma acentelerinin ve devletlerin yurtiçi, yurtdışı politikalarının müdahaleleri dolayısıyla uluslararası bir şekilde şekillendirilip düzenlenmesi gibi homonasyonalizm de normatif bir eşcinsellik üretiyor. Böylelikle; Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, İnsan Hakları İzleme Örgütü ve ABD Dışişleri Bakanlığı elbirliğiyle “reşit olma yaşı” belirleyerek; eğitimli, çalışan ve (yeniden) üreten çiftleri destekleyerek; “yabancı sosyalliği” modelini genele yayan, akraba ve görücü usulü olmayan aşk/mantık evliliklerini üstün tutarak heteroseksüelliğin ideal şekillerini belirleme planları içinde. Neoliberal bir pencereden bakılınca bütün bunlar “politik müdahale” değil de sadece politika önerileri olarak görülüyor. Clinton’ın konuşması, “eşcinsel hakları”nı, gücün yeniden düzenlenmesine daimi katılım göstermek olarak bilinen “politik adalet”ten ayırarak onu kimlik haklarına indirgemesi dolayısı ile tam da bu plana uyuyor. Politik adalet çerçevesinde hareket etmek provokatör rolünü oynamayı ve insan haklarının disipliner ve politik sebeplerle tutuklanmayacağı yerlerde hareket edecek olmayı kabullenmeyi ima ediyor. Bu asla amacınıza ulaşamayacağınızı kabul ederek hareket etmek anlamına geliyor; adalet sürekli olarak ilerlediğinden doğası gereği hiçbir zaman elde edilemeyecek olsa da adaleti geliştirme konusunda itici bir güç olacağınızı bilerek… Bu bir konum değil, konumlandırma. Arendt’in bir zamanlar açıkladığı gibi, politik aktivizm başarısız olacağınızı bile bile mücadele etmektir ama zaten bu kaçınılmaz başarısızlığın imzası altında mücadele etmeyi yeterince önemsiyorsunuzdur.
 
Aktivist ve akademisyenlerin de son zamanlarda vurguladığı, Filistin’in İsrail devleti tarafından pinkwashing kampanyasına maruz kalması durumunu ele alalım. Burada, “politik adalet”e nazaran “eşcinsel hakları”yla birlikte “kadın hakları”nın odak noktası olması aslında iki halkın – bir anavatan dolayısıyla edinecekleri haklarla Yahudiler, sivil haklardan tamamıyla yaralanacak Yahudi olmayanlar (burada Filistinli kelimesi kullanılmıyor) – arasında bulunan Britanya mandasının ayrımı tekrar etmesidir. Filistin’deki Britanya mandasında Yahudi olmayanların politikhaklarına dair herhangi bir şeye değinilmiyor ki bu eksiklik Filistin’in yerlilerine ayrımcılık olmadan (politikadan bağımsız) bir hayat sürdüreceklerine dair söz verirken onların kendi hak tayinlerini göz ardı etmeye devam edeceklerine dair bir işaret. Bugün Filistin’in “eşcinsel hakları” için verilen söz ise şöyle: ABD eşcinsel olduğunuz için tutuklanmanıza mani olacak, ama Filistinli olduğunuz için tutuklanmanızdan sizi alıkoymayacak. Bir queer olarak istediğiniz insana âşık olma, istediğiniz insanla güvenli olarak ve ayrımcılığa maruz kalmadan cinsel ilişkide bulunma hakkınız var ama işgal edilmeme ya da politik düşüncelerinizden, hareketlerinizden veya bağlantılarınızdan dolayı zulüm görmeme hakkınız yok. Size zulüm eden Arap-İslam kültürü ve onu baz alan (Filistin) kanunu ise biz sizin için buradayız. Eğer İsrail’in kolonyal politikalarından dolayı zulüm görüyorsanız kendi başınızasınız. Politikanızı cinsel yönelimlerinize indirgeyip onun üzerinden bizim anlayabildiğimiz bir subaltern hak arayışı söylemi geliştirirseniz biz yine sizin için buradayız. Queer’lerin politik olarak okunabildiği böyle dar ve kısıtlayıcı bir çerçeve yaratılması ise homofobik bir hareket olarak görülmekten nasibini alıyor.
 
Yenilikçi birçok eleştirmenin kaçırdığı nokta pinkwashing’in yani İsrail hükümetinin “kendi kültürleri”nden olan Filistinli queer’lere İsrail’i güvenli bir sığınak olarak yansıtma sürecinin başlıca sebebinin ne eşcinsel hakları ne de eşcinsellik olduğu gerçeği. Pinkwashing sadece, İslamofobik ve Arabfobik söylemin içinde bulunan bir politik strateji olarak anlam buluyor ve politikayı, kimlik ile tanımlanabilir gruplar ekseninde sabitleme projesinin bir parçası. Böylelikle, uluslararası bir queer yoldaşlığı olduğunu sanan pinkwashing eleştirmenleri homonasyonalizmin temel doktrinini tekrar ediyor: eşcinseller eşcinsel oldukları için birbirleri ile dayanışma ve empati içinde olmalıdır. Sarah Schulman, New York Times’da, “Batı Avrupa ve İsrail’de beyaz eşcinsellerin göçmen karşıtı ve Müslüman karşıtı politik güçler aracılığıyla işbirliği oluşturması”nın tehlikelerini yakın zamanda yazmıştı. Asıl sorulması gereken ise neden beyaz eşcinsellerin ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi yaratmada aktif ve istekli olduğu görülmüyor da sürekli olarak onların bu güçler aracılığıyla işbirliği oluşturduğu düşünülüyor. Eğer Filistin’deki queer aktivistler bize bir şey öğrettiyse o da, tüm eşcinsellerin dost ya da potansiyel dost olmadığıdır. Tıpkı ABD ordusunda olan Zionist bir eşcinselin ulusal amaçlarını savunan Filistinli queer’lere sadece bu sebepten düşman olması gibi, asker forması içinde olan İsrailli bir eşcinselin de hem düşman hem de işgal karşıtı politikanın hedefi olması bundandır. Aynı yönelimlerini paylaşan diğer eşcinsellerin Avrupalı-Amerikalı eşcinsellerin ilgisini çekmesi hem yönelimlerin politikaya yabancılaşmasına hem de “queer Filistinliler”in queer olmayan kendi topluluklarına yabancılaşmasına benziyor. Bu ayrıca, yerli bir eşcinselin, ortak dil olan LGBT hakları aracılığıyla Filistin’in amacını anlatmasına Avrupalı-Amerikalı eşcinsellerin cevap vereceğini savunan homonasyonal argümanı yeniden üreterek onun ekmeğine yağ sürüyor. Bunun yanısıra, Schulman’ın argümanı eşcinsel olmanın farklıve potansiyel olarak kurtarıcı bir yanı olduğu fikrine dayanıyor ve Schulman bunu savunurken homofobinin artık evrenselleşmiş tecrübelerinin yara izlerine başvuruyor. Ama homofobi sabit bir şey değildir ya da bütün dünyada tüm eşcinseller tarafından (ki bütün eşcinseller aynı şey değildir) aynı şekilde ve boyutta tecrübe edilmemiştir. Üstüne üstlük, homofobi; Afrikan-Amerikan bir queer’in maruz kaldığı ırkçılığı ya da otoriter rejime ve neoliberal yeniden yapılanmaya karşı mücadele veren Suriyeli bir queer’in yaşadığı tecrübeyi açıklamada yeterli olmayabilir. Aslında, hayatta birincil ayrımcılıkolarak homofobiyi tecrübe etmek diğer taraftan imtiyaz tanınmış bir varoluşa işaret eder. Edward Said’in kültür üzerine dediğini özetlersek; dünyanın çoğunluğu için baskı, beraber işleyen, hareket eden, çok yönlü ve uyumlu bir şeydir ve o birbiriyle bağlantılı adaletsizlerin olduğu bir alan yaratır.
 
Pinkwashing ile ilgili ortaya çıkan tartışmalardan öğrendiğimiz derslerden biri de homonasyonalizmin ne denli egemen olduğu. İsrail devleti ile pinkwatching –pinkwashing değil- aktivistleri homonasyonalizmin değişik yönlerinden paylarını alıyorlar. Çünkü ekonomik ve politik kaynaklara sahip beyaz eşcinseller tarafından duyulmaları gerekiyor. Acımasız askeri işgallerini ve devam eden kolonyal yerleşim politikalarını meşrulaştırmak için eşcinsel hakları söylemlerini mobilize etme çabasında olan İsrail’e karşı duran pinkwatching -pinkwashing değil- aktivistleri bize daha acı bir ders öğretiyor. Pinkwashing’e karşı durmaya çalışan ve kendilerine pinkwatching diyenlere dâhil olan PQBDS, AL-Qaws ve Pinkwatching Israil gibi gruplar homonasyonalizmin anlamını stratejik olarak dağıtıp, homonasyonelizmin tüm Filistinliler için politik ve ekonomik adalet kavramlarını içinde barındırmasına çalışıyorlar. LGBT ayrımcılığının gündelik gerçekleri ile Filistinli demek de olan birbirine geçmiş baskıların olduğu o alandaki ayrımcılıkları kaldırma çizgisinin tehlikeli sularında geziniyorlar. Bize Arap dünyasında eşcinsel hakları dilinin çift taraflı olduğunu gösteriyorlar: bu dili gerçek baskıdan kurtulmak için kullanmalıyız ve biz bu dili kullanırken bu dil bizim sosyal, politik ve ekonomik adalet sorunlarımızı ayrımcılık taleplerine evriltmemize sebep oluyor. Ve bu ayrımcılık, cevaben, sadece ulus devletler ya da insanlarımızı, ailelerimizi, sevdiklerimizi ve LGBT paradigmasına yakalanmamış olanlarımızı baskı altında tutan uluslararası politik organlar tarafından adlandırılabiliyor. Evrildiğimiz şeyi “seçmeme” gibi bir şansımız yok ama nasıl da neoliberal hak arayıcısı ve dillendiricisi organlarına dönüştüğümüzü, bu dönüşümün yabancılaşma ve politika dışına itilme tarihiyle olan bağlantısını fark etmeliyiz. Diğer bir deyişle, bu dil bizi kucaklamaya geldiğinde ya da aktivist veyahut akademisyen olarak onu kullanmaya kalktığımızda tedbirli ve şüpheci olmalıyız. Bu homonasyonel dünyada eleştirel bir şekilde yer tutmalı ve daima hak ve adaletin arasındaki o nahoş, riskli çizgi arasında hareket etmeye çalışmalıyız.
 
 
İlgili bağlantı:
İsrail ve ‘Pinkwashing’
 

Etiketler: yaşam, dünyadan
İstihdam