01/09/2014 | Yazar: Kaos GL

Judith Butler cinsiyet, Gazzelilerin insandışılaştırılması ve Yahudi değerlerinin onu nasıl İsrail Hükümeti’ni eleştirme yükümlülüğü altında bıraktığı hakkında konuştu.

Judith Butler: Bir Yahudi olarak, bana baskıya karşı ses çıkarmanın zorunlu olduğu öğretildi Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Düşünür, profesör ve yazar Judith Butler cinsiyet, Gazzelilerin insandışılaştırılması ve Yahudi değerlerinin onu nasıl İsrail Hükümeti’ni eleştirme yükümlülüğü altında bıraktığı hakkında konuştu.

 

Düşünür, profesör ve yazar Judith Butler, bu ay Bir Zeit Üniversitesi’nde bir seminer vereceği, Jenin’deki tiyatroyu ziyaret edeceği, arkadaşları ve öğrencileriyle özel olarak buluşacağı Batı Şeria’ya gitmek üzere İsrail’e geldi. Kendi alanında önemli bir düşünür olan Butler, İsrail’deki hiçbir akademik kurumu ziyaret etmemeyi seçti. Birkaç ay önce New York’ta verdiği aşağıdaki söyleşide, Butler cinsiyet, Gazzelilerin insandışılaştırılması ve Yahudi değerlerinin onu nasıl İsrail Hükümeti’nin davranışlarını eleştirme yükümlülüğü altında bıraktığını İsrailli Amerikan film yönetmeni ve yazar Udi Aloni’ye anlattı.

 

İsrail’de insanlar sizi iyi tanıyor. Hatta isminiz popüler bir film olan Ha- Buah’ta (Baloncuk- İsrailli bir Yahudi ile Filistinli bir Müslüman arasındaki eşcinsel ilişkinin trajik hikâyesi) bile geçiyordu.

 

(Gülüyor) Her ne kadar ismimin bu bağlamda kullanılmasına karşı çıksam da öyle. Yani “Beni Judith Butlerlama” denmesi çok eğlenceliydi ama “birini Judith Butlerlamak” erkekler hakkında çok olumsuz bir anlamda ve feminizmin erkeklere karşı olan bir türüyle bağlantılı olarak kullanılıyordu. Ben hiçbir zaman feminizmin bu türüyle tanınmadım. Bu benim tarzım değil, ben bu şekilde tanınmıyorum.

 

Bu yüzden de, bana Catharine MacKinnon ve Andrea Dworkin gibi isimlerle ilişkilendirilen, feminizmin tamamen farklı bir türüyle, radikal feminist görüşle karıştırılıyormuşum gibi geliyor. Ben her zaman kim erkek, kim değil ya da ben erkek miyim diye sorgulamıyorum. Belki de ben bir erkeğim. (Gülüyor.) Beni erkek olarak kabul edebilirsiniz. Cinsiyet kategorileri hakkında çok daha esneğim ve benim feminizmin kadınların şiddete maruz kalmaktan korunması, okuryazarlığın arttırılması, yoksulluğun azaltılması ve daha fazla eşitlikle ilgili. Ben hiçbir zaman erkek kategorisine karşı olmadım.

 

Güzel bir İsrail şiiri “Nasıl Avot Yeshurun olunur?”diye sorar. Avot Yeshurun İsrail şiirinde kargaşaya yol açan bir şairdi. Ben de, özellikle cinsiyet söylemi konusunda son derece problemli bir kitap olan Cinsiyet Belası’nı da göz önünde bulundurarak, nasıl Judith Butler olunacağını sormak istiyorum.

 

Biliyorsunuz, bunu nasıl açıklayacağım konusunda çok emin değilim ve bence, nasıl algılandığına ve çevrildiğine bağlı olarak cinsiyet kavramı için farklı sorunlar yaratıyor. Mesela, kitabın ilk tanıtımlarından biri Almanya’daydı ve orada, gençlerin temsil edilmeyi özellikle vurgulayan bir siyaset ya da yaratabileceklerine ve üretebileceklerine dair kesin bir şeyler istedikleri çok açıkça görülüyordu. Kategorileri ya da kategorilerle ilgili sosyal gerçeklikleri meydana getirmeyi içeren edimsellik/performativite fikri özellikle baskının eski türevlerinden –aslında en çok da erkeklerin kadınlara, heteroseksüellerin eşcinsellere baskı yaptığı türünden sıkılmış gençler için oldukça heyecan vericiydi.

 

Eğer birinin baskısı altındaysanız, gene de kendinizi temsil edebilmeniz için uygun yollar vardır. Ve siz sadece kurban ya da ezilen değilsiniz ama baskı temsil edilmenize imkân sağlayan koşulun kendisi olabilir. Eğer toplu desteğe ve gerekli kaynaklara sahipseniz, baskı görüyor oluşunuz beklenmedik sonuçlar doğurabilir.

 

Bu otomatik olarak oluşan ya da oluşmak zorunda olan bir karşılık değil; ama gene de mümkün. Sanırım hareketin içinde zaten olmakta olan bir şeyden bahsediyorum. Daha önceden başka bir kaynaktan etkilenip, daha sonra bunu teorik dile aktardım. Yani bunu kendi başıma meydana getirmedim. Pek çok kültürel kaynaktan edindim ve başka bir dile aktardım.

 

Siz “Judith Butler” olduktan sonra, Yahudiler ve Yahudi metinleri hakkında daha fazla şey duymaya başladık. İnsanlar cinsiyet hakkında konuşmanızı dinlemek için geliyorlar ve birden bire Gazze’yle, tanrısal şiddetle karşı karşıya kalıyorlar. Hatta neredeyse ilk konuyu kapatıyormuşsunuz gibi hissediliyor. Bu ikisi arasında bir bağ, devamlılık var mı; yoksa bu tamamen yeni bir konu mu?

 

O zaman biraz daha geriye gidelim. Eminim size 14 yaşındayken felsefeyle ilgilenmeye başladığımı anlatmışımdır ve bu sinagogda benim için sorun oluyordu. Rabbi “Sınıfta çok fazla konuşuyorsun. Sürekli karşılık veriyorsun, düzgün davranmıyorsun. Gelip benden özel bir ders alman gerekiyor” dedi. Ben de “Tamam, harika!” dedim. Çok heyecanlanmıştım.

 

“Özel derste ne çalışmak istersin? Bu senin cezan. Şimdi bir şey üzerine ciddi ciddi çalışmak zorundasın” dedi. Ben de beni ciddiyetsiz bulduğunu düşündüm. Özellikle Martin Buber üzerine odaklanarak varoluşçu din bilimini okumak istediğimi söyledim. (Martin Buber’dan hiç vazgeçmedim.) Alman idealizminin Nasyonal Sosyalizmle bağlantılı olup olmadığı sorusunu incelemek istedim. Kant ve Hegel geleneği bir şekilde Nasyonal Sosyalizmin doğuşundan sorumlu muydu? Üçüncü sorumsa Spinoza’nın neden sinagogdan aforoz edildiğiydi. Ne olduğunu ve sinagogun bu konuda aklanıp aklanmadığını bilmek istiyordum.

 

Şimdi Yahudiliğe dönmem gerekiyor: Ebeveynlerinizin Yahudilikle ilişkisi neydi?

 

Ebeveynlerim dinlerine uygun yaşayan Yahudilerdi. Annem geleneksel bir sinagogda yetişmiş, dedem öldükten sonra muhafazakâr bir sinagoga gitmeye başlamış ve kısa bir süre sonra da yenilikçi bir sinagoga geçmiş. Babamsa başından beri yenilikçi sinagogdaymış.

 

Annemin amcaları ve teyzelerinin tamamı (Holocaust sırasında) Macaristan’da öldürüldü. Büyük annem, 1938’de kimi kurtarabileceğine bakmak için geri döndüğünde onlarla gelen, arabadaki iki yeğeni dışında, tüm yakınlarını kaybetti. Bu benim için önemliydi. İbrani okuluna gittim ama aynı zamanda, okuldan sonra Yahudi etiği üzerine özel derslere de gittim, çünkü tartışmalar ilgimi çekiyordu. Yani sadece en azını yapıp bırakmadım. Lise boyunca devlet okulu eğitiminin yanı sıra Yahudi çalışmalarına da devam ettim.

 

Bana gururlu ve iyi bir Yahudi anne olarak oğlunuzun bar mitzvah fotoğraflarını gösterdiniz…

 

Bu en baştan beri böyleydi, kendimi daha önce içinde olmadığım bir durumda bulmak gibi değildi. Gençliğimde belli bir tür Yahudi ayrılıkçılığına karşı hep şüphe duydum. Yani, Yahudi topluluğunun her zaman birbirleriyle olduklarını, dışarıdan kimseye güvenmediklerini gördüm. Eve birini getirdiğinizde ilk soruları Yahudi olup olmadıkları olurdu. Daha sonra lisede, lisansım ve yüksek lisansım sırasında, lezbiyen topluluğuna girdiğimde ilk sordukları şey gene lezbiyen olup olmadığımdı ve “Bu kadar ayrılıkçılık yeter!” diye düşünmüştüm.

 

Toplulukların aynı şekilde polislik yaptıkları hissediliyordu. Sadece tamamen kendiniz gibi olanlara, belirli bir kimliğe bağlılık yemini edenlere güveniyorsunuz. Bu kişi gerçekten Yahudi mi? Belki de o kadar Yahudi değil. Gerçekten Yahudi olup olmadıklarını bilmiyorum. Belki de kendilerinden nefret ediyorlar. Bu kişi lezbiyen mi? Belki de bir erkekle ilişkileri var. Bu kimliğinizin ne kadar gerçek olduğu hakkında ne söyler? Ben kimlik üzerine bu şekilde polislik yapılan bir dünyada yaşayamayacağımı düşünüyordum.

 

Ama öbür sorunuza geri dönecek olursak… Cinsiyet Belası’nda tamamen melankoli üzerine olan bir tartışma vardı. Hangi şartlarda başkaları için üzülmekte başarısız oluruz?  Çocukluğum boyunca bunun Yahudi topluluğunun kendi kendine sormakta olduğu bir soru olduğunu düşündüm. Bu ayrıca Almanya’ya okumaya gittiğim dönemde benim de kafamı kurcalayan bir soruydu. Yas tutamama durumu üzerine ve savaş sonrası Alman kültürünün bir eleştirisi olan ünlü Mitscherlich kitabı benim için çok ama çok ilgi çekiciydi.

 

70’ler ve 80’ler boyunca, eşcinsel ve lezbiyen topluluğunda bir ilişki sona erdiğinde, eşcinsel bir bireyin bunu kendisinin ya da karşı tarafın ebeveynleriyle paylaşmasının imkânı olmadığını açıkça gördüm. Yani o zamanlar insanlar toplumca kabul edilmeyen her çeşit duygusal kaybı yaşıyorlardı ve bu durum özellikle AIDS krizi sırasında daha da şiddetli olmuştu. AIDS krizinin ilk yıllarında,  sevdikleri insanın önce hasta olduğunu sonunda da öleceğini başkalarıyla paylaşması imkânsız olan pek çok eşcinsel erkek vardı. Sevdiklerini görmek için hastaneye gitmeleri, ailelerini arayıp “Az önce hayatımın aşkını kaybettim.” demeleri imkânsızdı.

 

80’ler ve 90’lar boyunca bu, düşüncemi şekillendirmesi bakımından benim için çok önemliydi. Ama savaş hakkında düşünmeye başladığımda bir kat daha önemli hale geldi. 11 Eylül’den sonra Dünya Ticaret Merkezi’nde ölenler için tüm ülke yas tuttuğu halde, insanların Pentagon’da çalışanlar için daha az üzüldüğünü, Dünya Ticaret Merkezi’nde yasadışı olarak çalışanlar içinse kimsenin üzülmediğini ve çok üzün bir süre boyunca, saldırıda ölen partnerleri nedeniyle parçalanan eşcinsel ve lezbiyen ailelerin ve ilişkilerin açıkça kabul edilmediğini görmek beni çok şaşırtmıştı.

 

Daha sonra çok kısa bir zaman içinde savaşa girdik, Bush matem zamanının sona erdiğine karar verdi. On gün sonra yas tutma zamanının sona erdiğini ve artık eyleme geçme zamanının geldiğini söylediğini hatırlıyorum. Ülkemizin dışındaki insanları belirli bir amaç olmaksızın öldürmeye başladığımız zamanlardı. Ve şiddete maruz bıraktığımız insanların fotoğraflarını hiç görmedik. Hiçbir zaman onları ölümlerinin ardından anmadık. Hayatlarını mahvettiğimiz insanlar hakkında hiçbir şey duymadık. Ve hâlâ da duymuyoruz.

 

Daha sonra farklı bir teoriye yöneldim, bazı yaşamların yas tutulabilir, bazı yaşamların yas tutulmaz ya da tutulamaz olmasına hangi koşulların yol açtığını sorgulamaya başladım. İsrail- Filistin çatışmasında olduğu gibi yıllar boyunca yaşanan başka şiddetli çatışmalarda da, insanların kimin için yas tutacaklarını seçtikleri bana göre çok açıktı. Mesela İsrail basınında bazı yaşamların –son derece değerli ve yas tutulabilir yaşamların- yitirilmesinin ardından yas tutulabilirken, diğer yitirilen yaşamlar için yas tutmak mümkün değildi, çünkü onlar savaş aracı ya da millet, din veya birinin ölümü için yas tutulabilmesini sağlayan diğer aidiyetlerin dışında görülüyorlardı. Yas tutulabilirlik meselesi, özellikle AIDS krizi üzerine olan queer politikaları üzerine çalışmamla, İsrail- Filistin’i de içeren savaş ve şiddet üzerine olan daha güncel çalışmamı birbirine bağladı.

 

Söyledikleriniz ilginç, çünkü savaş başladığında, Tel Aviv’de daha fazla kalamadım. Galilee’yi sık sık ziyaret ediyordum. Birdenbire Gazze’de ölen pek çok Filistinli’nin burada İsrail vatandaşı olan ailelerinin ve akrabalarının olduğunu fark ettim. İnsanların bilmedikleri İsrail’de kitlesel bir matem olduğuydu. Gazze’de ölen aileler için İsrail’de bir matem ya da İsrail vatandaşlarının matemi. Ve ülkedeki hiç kimse bunun hakkında, İsrail’deki yas hakkında konuşmadı. Bu inanılmazdı.

 

İsrail hükümeti ve medya, Gazze’de yaralanan ya da öldürülen herkesin Hamas üyesi olduğunu ya da hepsinin onların savaş çabalarına alet olduğunu, hatta çocukların bile savaş için araç olarak kullanıldığını, Filistinlilerin onları oraya İsraillilerin çocukları öldürebileceğini göstermek için hedef olarak koyduklarını ve bütün bunların da savaşın bir parçası olduğunu söylemeye başladılar. Bu noktada, Filistinli olan her canlı savaş aracı haline geldi. Hepsi varoluşlarının özünde ve sadece Filistinli oldukları için İsrail’e savaş ilan ediyor ya da İsrail’i yıkmaya çalışıyor sayıldılar.

 

Yani öldürülen ya da yaralanan her bir Filistinli artık bir can ya da canlı, hatta kabul edilebilir bir anlayışa göre insan olarak bile görülmüyorlardı, artık onlar birer silahtı. Vücutları silah olarak görülüyordu. Ve tabi ki bunun en uç örneği de son yıllarda olduça nahoş karşılanan intihar bombacılarıydı.

 

Bu şekilde insan vücudu gerçekten de silah ya da şiddet eyleminin bir parçası haline geliyordu. Eğer bu kalıp Filistin nüfusunun tamamına uyacak şekilde genişletilirse, geriye yaşayan insan nüfusu kalmadığı gibi, öldürülenler için yas tutmak da imkânsız hale geliyordu. Çünkü yaşayan her Filistinli özünde İsrail’e karşı bir savaş ilanı, İsrail’in varlığına bir tehdit ya da yalnızca askeri bir silah, araçtı. İsrail’in savaş üzerine hayal gücü, hepsini savaş araçlarına dönüştürmüştü.

 

Bir halk kendisini yok etmek için hazırda beklediğine inandığı bir halkın yıkıma uğradığını gördüğünde, bunu kendilerini imha edecek tüm imha araçlarının ya da kayda değer sayıda imha aracının öldürüldüğü şeklinde algılar ve heyecanlanır, çünkü bu yıkım sayesinde kendi güvenlikleri, refahları ve mutlulukları sağlanmıştır.

 

Olaya dışarıdan bakanların ve yabancı medyanın bakış açısına karşı takınılan tutum da benim için oldukça ilginçti. Avrupa, Amerika, Güney Amerika, Doğu Asya basınlarının hepsi Gazze saldırısında yoğun şiddet kullanımını gündeme getirdiler. İsrail basınının dışarıdan insanların anlamadığı, dahası bu insanların Yahudi karşıtı olduğu, İsrail’i kendisini savunduğu için suçlayan bu insanların, kendilerine saldırıldığında tam olarak aynı şeyi yapacakları iddialarını duymak çok tuhaftı.

 

Neden İsrail- Filistin? Bu Yahudi oluşunuzla doğrudan bağlantılı mı?

 

Bir Yahudi olarak bana devletin keyfi olarak yarattığı vahşete karşı ne düşündüğünü açıkça söylemenin ve sesini yükseltmenin ahlaki bir zorunluluk olduğu öğretildi. Bu benim İkinci Dünya Savaşı ve toplama kampları hakkında öğrendiklerimin bir parçasıydı. Devletin ırkçılığına ve vahşetine karşı sesini yükseltecek olan ve yükseltebilen insanlar vardı ve sesimizi çıkartabilmemiz bir zorunluluktu. Sadece Yahudiler için değil, sayısız insan için. Nazi soykırımını düşünmek, benim için bütün bu sosyal adalet fikrinin doğmasına sebep oldu.

 

Ayrıca birisi, Yahudi oluşundan kaynaklanan bir yükümlülük (aşırı devlet şiddetini ve ırkçlığını eleştirme yükümlülüğü)  altında bulunduğu için İsrail devletini eleştirdiğinde, kendisini ya bir Yahudi olarak kendisinden nefret ettiğinin ya da Yahudi karşıtlığı yaptığının söylendiği bir döngüde bulur –ve bunun benim için gerçekten zor olduğunu söyleyebilirim. Ancak benim için de bu, Yahudiliğe ait bir değer olan sosyal adaletin ta kendisidir. İsrail devletinin ve ordusunun sebep olduğu adaletsizliğe karşı sesimi yükselttiğimde, yeterince iyi bir Yahudi olmamakla ya da kendisinden nefret eden bir Yahudi olmakla suçlanıyorsam, bir Yahudi olarak adaletsizliğe karşı durma görevimi nasıl yerine getirebilirim?  İşte bu benim şu anda içinde bulunduğum çıkmaz.

 

Müsadenizle Yahudiliğe ait değerler üzerine başka bir şey daha söyleyeyim. Yahudi felsefesinden ve kendi Yahudi eğitimimden aldığım, benim için gerçekten çok önemli iki şey var… Aslında pek çok şey var. Mesela oturan shiva, yas tutmanın açıkça ifadesi. Bunun gençliğimin en güzel ritüellerinden birisi olduğunu düşünürdüm.

 

Gençliğimde ölen pek çok insan oldu ve bunlar bütün topluluğun korkunç kayıpları nedeniyle acı çeken insanlarla ilgilenmek ve hayata tekrar sarılmaları için bir yol bulmalarını sağlamak amacıyla toplandıkları zamanlardı. Bir diğeriyse hayatın geçici olduğu düşüncesiydi ve bu yüzden, ölümden sonra başka bir yaşam ve nihai kurtuluş için hiçbir şansımız olmadığı için, burada ve şimdi hayatlarımızın değerini bilmekti. Yaşamın korunması gerekir, çünkü çok kırılgandır. Hatta hayatın kırılganlığının benim için bir Yahudilik değeri olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirim.

 

Düşünme şeklinizle ilgili bir şey fark ettim. İnsanların Cinsiyet Belası üzerine yaptıkları klasik hata, vücut ve dil kavramlarının durağan olduğunu düşünmeleriydi. Ancak her şey, ilk biçimleri hiç var olmamışçasına, sürekli ve daimi olarak hareket halindedir. Diaspora ve özgürleşme hakkında da bir bakıma aynı şeyleri hissediyorum. İkisi de durağan değiller. Kimse bir diğerinden önce gelmedi. Diaspora’nın durağan olduğu zamanlar, aynı zamanda ayrılıkçı olduğu, shtetllerin*(Orta ve Doğu Avrupa’da soykırımdan önce bulunan, yoğun nüfuslu, küçük Yahudi yerleşim alanları) var olduğu zamanlardı. Ve özgürleşme gerçekleştiğinde, tek bir tarafı temsil eden bir devlet şeklini aldı, ayrıca ayrılıkçıydı, adeta gettoyu yeniden inşa etti. Yani belki de, Diaspora ve özgürleşme arasındaki gerilim, tabi birini diğerine tercih etmeden, bizi etnik merkezcilikten kurtarabilecek tek şeydir. Düşüncemin henüz açık bir şekilde formüle edilmediğini düşünüyorum. Bu büyük babamın aynı anda hem sürgünün diline açık olup, hem de toprağa bağlı olmasını hissetmemle ilgili. İkisini de açık olarak, hem Diaspora, hem de özgürleşmeye açık olarak, belki de etnik merkezcilik yapmaktan sakınabiliriz.

 

Siz Diaspora ve özgürleşme arasında bir çatışma olduğunu düşünüyosunuz. Benim bu konudaki düşüncemse biraz daha farklı. İlk olarak, şu anda yaptığı gibi vatandaşlığı dine dayanarak kısıtlayan bir devletle özgürleşmenin mümkün olamayacağını söylemek zorundayım. Bana göre, Yahudilerle Yahudi olmayanlara eşit vatandaşlık hakları vermeyen bir devletle özgürleşme fikrini hayata geçirmenin korkunç bir sonu olur. Bu feci bir başarısızlık olur.

 

Bu yüzden başından beri çift ulusluluğun olması gerektiğini söylüyorum.

 

Ya da hatta çok ulusluluk. Hatta belki de dine, ırka, etnik kökene dayanmayan bir vatandaşlık. Her durumda daha önemli olan İsrail’de olmayan, Galut’ta* (İsrail dışında) bulunan Yahudiler’in ya dönmek istedikleri halde henüz İsrail’e dönmediklerini ya da onların Yahudi insanlarının temsilcisi olmadığı ve olamayacağını düşünen insanlar olması. Yani soru şu: Galut fikrinin Diaspora’ya dönüşmesi ne anlama geliyor? Diğer bir deyişle, Diaspora geri dönmeksizin dağılmayı ifade eden başka bir gelenek. Ben dönüş fikrine gerçekten eleştirel yaklaşıyorum ve “Galut”un, Yahudilikteki Diaspora geleneğini alçalttığını düşünüyorum.

 

Eğer çift ulusluluk hakkında bir film yapacak olsaydık, açılış sahnesinin “Çift Ulusluluk için Birinci Yahudi Kongresi”nin buluşması olması gerektiğini düşünürdüm. İlk başkanımızın kim olacağını tartıştığımız gizli bir buluşma olabilirdi. Ve diğerleri beni buraya sizi seçmem için yolladı, çünkü bir kadına ihtiyacımız var ve özellikle queer olması gerekiyor. Tabi sadece queer ve kadın olması da yeterli değil, aynı zamanda günümüzün en önemli Yahudi felsefecisi olması da gerekiyor.

 

Ama biliyorsunuz ki; bir federal hükümet modeliyle siyasi katılımın hangi çeşitlerinin mümkün olacağı üzerine düşünmek hayret verici olurdu. İsrail- Filistin için, kültürel geçmişi, dini, etnik kökeni, ırkı ve kalan her şeyi hesaba katmaksızın tüm hakları garanti altına alabilecek, gerçekten güçlü bir anayasa tarafından yönetilen federal bir yönetim gibi. Bir şekilde, iki ulusluluk nasıl bir yönetim olması gerektiğini açıklamanın bir parçası. Ayrıca nefret ve paranoyanın üstesinden gelip, birlikte yaşamanın sorgulanmasını sağlayacak kültürel bir hareket olması gerektiği konusunda da size tamamen katılıyorum. Birbirine karışarak, çeşitlilik içinde yaşamak, komşunu kabul etmek, birlikte yaşamanın yollarını bulmak. Ve sadece yöntemsel seviyede, hiçbir siyasi çözüm, iki dilde eğitim sağlamak, yaşam alanlarını yeniden düzenlemek, ülkeyi yeniden düzenlemek, duvarı yıkmak, sahip olduğumuz komşuları kabullenmek, başka insanlara yakın oluşumuzdan dolayı ortaya çıkan sorumluluklarımızı kabullenmek için bir çözüm üretmiyorsa, başarılı olamaz.

 

Yani size katılıyorum; ancak devletin tek bir millet anlamına gelmek zorunda olduğu fikrini aşmamız gerektiğini düşünüyorum. Ve eğer biz iki uluslu bir devlete sahipsek, bu iki milleti temsil eder. Sadece çift ulusluluk tek bir millet fikrini yıktığında, eşitliği gerçekten yayabilecek bir devlet, bir siyasi oluşum hakkında düşünmeye cesaret edebiliriz. Martin Buber’ın da ortaya koyduğu gibi bu artık “iki halk” meselesi değil. Hem Yahudi, hem Filistin halkları inanılmaz derece karışık bir yapıda ve birbirine karışmış durumda. Bu durumda, “Tamam, o zaman iki kültürel kimliği ifade eden bir devlet.” diyenler olacaktır. Hayır. Devlet hiçbir şekilde kültürel kimliği ifade etme işine karışmamalıdır.

 

Kaynak: Haaretz


Etiketler: yaşam
İstihdam