09/09/2014 | Yazar: Kaos GL

Boykotun amacı, İsrail’in uluslararası hukuka uymasını sağlayacak dünya çapında ortak bir karar yaratmak ve bunu uygulamaktır.

Judith Butler: Bir Yahudi olarak, bana baskıya karşı ses çıkarmanın zorunlu olduğu öğretildi (2. kısım) Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Düşünür, profesör ve yazar Judith Butler cinsiyet, Gazzelilerin insandışılaştırılması ve Yahudi değerlerinin onu nasıl İsrail Hükümeti’ni eleştirme yükümlülüğü altında bıraktığı hakkında konuştu.

 

Düşünür, profesör ve yazar Judith Butler, bu ay Bir Zeit Üniversitesi’nde bir seminer vereceği, Jenin’deki tiyatroyu ziyaret edeceği, arkadaşları ve öğrencileriyle özel olarak buluşacağı Batı Şeria’ya gitmek üzere İsrail’e geldi. Kendi alanında önemli bir düşünür olan Butler, İsrail’deki hiçbir akademik kurumu ziyaret etmemeyi seçti. Birkaç ay önce New York’ta verdiği aşağıdaki söyleşide, Butler cinsiyet, Gazzelilerin insandışılaştırılması ve Yahudi değerlerinin onu nasıl İsrail Hükümeti’nin davranışlarını eleştirme yükümlülüğü altında bıraktığını İsrail kökenli Amerikalı film yönetmeni ve yazar Udi Aloni’ye anlattı.

 

Neden çift ulusluluk kavramını kullanıyoruz? Bana göre bu bir sürecin sonu olmaktan çok başlangıcı. Bunun yerine “çok ulusluluk” ya da “tek devlet çözümü” de diyebiliriz. Niçin şimdi “tek devlet” yerine “çift ulusluluk” kavramını kullanmayı tercih edelim?

 

İnsanların, tek devlet çözümünün Filistinlilerin hâlihazırda yaşamakta olduğu ötekileştirilme ve yoksulluk sorunlarını daha kötü hale getireceğine dair haklı korkuları var. Filistinliler Bantustan*(Güney ve Güneybatı Afrika’da apartheid politikalarının bir parçası olarak siyahî vatandaşların yerleşimi için ayrılan yerleşim, getto) benzeri bir şekilde yaşamaya zorlanabilirler.

 

Ya da tam tersi Yahudiler için söz konusu olabilir.

 

Evet, Yahudiler eğer oy verme hakkı Filistinlileri de içerek şekilde genişletilirse demografik çoğunluklarını kaybetmekten korkuyor olabilirler. Bence burada çok temel bir soru var: “‘Biz’ sözcüğü kimleri kapsıyor?” Biz kimiz? Çift ulusluluğun sorgulanması aynı zamanda bu ülke için en iyi yönetim biçimine karar veren “biz”in kim olduğu sorusunu da doğuruyor. Bu “biz” heterojen olmak zorunda, farklı insanları harmanlamak zorunda- burada mevcut ve bir talebi olan herkesi, bu talepler çok çeşitli olsa bile. Talepler, ait olmanın son derece karışık olan geleneksel ya da kanuni temellerinden doğarlar. Dolayısıyla, herkesin bu karmaşayı zaten bekliyor olması gerekir.

 

Şimdi sohbetimizin son kısmına geçmek istiyorum. Üç yıldan daha uzun bir süre önce, İkinci Lübnan Savaşı’nın başında, Slavoj Žižek filmim Forgiveness (Bağışlayıcılık) üzerine konuşmak için İsrail’e geldi. İsrail’in Akademik ve Kültürel Boykotu Kampanyası dâhilinde, ondan Kudüs Film Festivali’ne katılmamasını istemişlerdi. İsraillilerin İsrail’i boykot etmemesi gerektiği için benim filmimi göstermem gerektiğini söylediler; ancak uluslararası tanınırlığı olan insanlardan festivali boykot etmeleri istendi.

 

Festivaldeki filmlerden birine konu olmuş olan Žižek, film hakkında konuşmayacağını söyledi; ancak neden İsrail’deki muhalefeti, Forgiveness hakkında konuşarak destekleyemeyeceğini sordu ve muhalefeti destekleyebileceği; ancak bunu resmî bir ortamda yapamayacağı cevabını aldı. Ne yapacağını bilmiyordu.

 

Žižek sizden tavsiye istemeye karar verdi. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, sizin cevabınız da, pasif direniş yöntemlerini kullanan meslektaşlarla dayanışma içinde olmanın en önemlisi olduğu ve İsrail’deki bir kültürel kurumdan para almanın hata olacağı şeklindeydi. Böylece, Žižek’e öneriniz, film hakkında festivale katılmadan konuşması oldu. O da parayı iade etti ve orada bir davetli olarak bulunmadığını duyurdu. Ortada boykotu desteklemek ya da desteklememek üzerine verilmiş bir karar yoktu. Kültürel boykot fikri benim için o zamanlar çok şaşırtıcı, tuhaf bir kavramdı. O zamandan beri boykot eylemi çok büyüdü ve ben sizin de bunun üzerine epeyce düşünmüş olduğunuzu biliyorum. Bu kafa karıştırıcı olaydan üç yıl sonra, şu anda, bütün bu Boykot, Tecrit ve Yaptırım (Boycott, Diversion and Sanction, BDS) hareketi hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

 

BDS hareketinin çeşitli türevleri olduğunu ve muhtemelen önemli olanın bunlar arasında seçim yapmak olduğunu düşünüyorum. Altı yedi yıl önce, neyin boykot ediliyor olduğu, “boykot” adı altında nelerin yer aldığı hakkında gerçek bir kafa karışıklığı vardı. İsrailli akademisyenlere, film yapımcılarına, kültürel alanda bir şeyler üreten insanlara, sanatçılara karşı yöneltilmiş, İsrail vatandaşı olmalarını aktif ya da pasif olarak işgal siyasetine katılmalarıyla bir tutan bazı girişimler vardı. BDS hareketinin her zaman işgal odaklı olmadığını unutmamamız gerekir. Bu Siyonizm üzerine bir referandum değil ve tek devlet ya da iki devlet çözümü arasında, bir tarafı seçmiyor.

 

Ve bir de, İsrailli bireylerdense İsrail’in kurumlarını boykot etmeyi seçenler vardı. Ama neyin birey neyin kurum teşkil ettiği ayrımını yapmak her zaman o kadar da kolay değil. Amerika ve Avrupa’da pek çok insan bireyleri ve hatta vatandaşlık temelli kurumları boykot etmenin ayrımcılığa yol açabileceği riskini görüp geri çekildiler; ancak hevesi kırılmış olan bu insanların çoğu aslında işgale karşı pasif direnişi desteklemek için bir yol bulmayı gerçekten istemişti.

 

Ama şimdi BDS siyasetinin daha mümkün ve yeniden ele alınmasının daha acil olduğunu düşünüyorum. BDS’nin ilkeleri değiştiği için değil, kesinlikle değişmediler. Ancak şu anda BDS’nin anafikrini aklımızdan çıkarmadan da uygulayabilmemizin yolu var: İşgali normalleştirmeye çalışan ya da “normal” kültürel hayatın, işgale açık bir muhalefette bulunmadan devam edebileceğini varsayan her etkinlik, eylem ya da kurum, bizzat işgale suç ortaklığı yapmaktadır.

 

Eğer isterseniz bunu pasif suç ortaklığı olarak da düşünebiliriz. Ama önemli olan, işgali diğer kültürel aktivitelerden ayırmaya çalışan kurumlara meydan okumaktır. Burada anafikir, işgal yokmuş gibi davranan ya da işgale karşı açık ve güçlü bir duruş sergilemeyi ve eylemlerini işgalin sona ermesine adamayı reddeden kurumlara katılamayacağımız. Aklımızda tüm bu bilgilerle, boykota katılmanın ne anlama geldiğini sorgulamaya başlayabiliriz. Bu da biz olayların dışındakiler için, bir İsrail kurumuna ya da kültürel etkinliğine ancak işgalin vahşeti ve adaletsizliğine dikkat çekmek ve işgale karşı olduğumuzu açıkça ifade etmek amacıyla gidebileceğimiz anlamına geliyor.

 

Bence Naomi Klein’ın yaptığı şey tam olarak bu ve bunun BDS’nin ilkelerini yorumlamak için yeni bir rota çizdiğini düşünüyorum. Benim için çok tuhaf olsa da, artık Tel Aviv’e gelip cinsiyet, Yahudi felsefesi ya da Foucault hakkında konuşmam mümkün değil. Bununla birlikte, İsrail sınırları içindeki herhangi bir etkinlik sanki işgalin, saldırıların ve Gazze’de hâlâ devam etmekte olan kuşatmanın arka planında gerçekleşmiyormuş gibi davranan, açıkça ve aktif olarak işgale karşı bir tutum takınmayan bir kurumdan, üniversiteden ya da kültürel organizasyondan para kabul etmem de imkânsız.

 

Kültürel ve siyasi üretimin ve eleştirilerin açık hedefi olması gereken şey, “sıradan” kültürel hayatı yürütme çabalarının sessiz ve acımasız arka planı. Tarihsel olarak, mevcut durumu sürdürmeye çalışmakla işgali onaylamak arasında hiçbir fark bulunmadığı için; başka bir seçenek göremiyorum. Yoksulluğu, insanların yeterince beslenemediği gerçeğini, seyahat etme özgürlüğü üzerine getirilen kısıtlamaları, sınırlarda insanların maruz kaldığı tehdit ve taciz olaylarını, hem Gazze hem de Batı Şeria’da devlet eliyle sürdürülen vahşeti bir kenara bırakıp, başka toplumsal konulardan bahsetmek nasıl mümkün olabilir? Başka konular üzerine konuşmak, sadece belli konuların konuşulabildiği, baskının ve dolayısıyla da şiddetin devamlılığını sağlayan bir toplumsal alan yaratmayı aktif olarak destekler.

 

Boykot politikalarının yalnızca İsrail içindeki ya da dışındaki sol görüşlü aydınlar için bir vicdan meselesi olmadığını unutmamalıyız. Boykotun amacı, İsrail’in uluslararası hukuka uymasını sağlayacak dünya çapında ortak bir karar yaratmak ve bunu uygulamaktır. Burada esas nokta, Filistinlilerin kendi geleceklerini tayin etme hakları konusunda ısrarcı olmak, işgali ve Arap topraklarının sömürgeleştirilmesini sona erdirmek, Filistin topraklarını kanunsuz bir şekilde gasp eden duvarı kaldırmak ve 1948’den sonra ortaya çıkan mültecilerin hakları üzerinde duran 194 sayılı karar da dâhil olmak üzere, İsrail tarafından reddedilen pek çok Birleşmiş Milletler kararına saygı gösterilmesini sağlamaktır.

 

Kültürel boykot konusunda bir yaklaşımın, söz konusu adaletsizliğin temel prensiplerini gündeme getirmek amacıyla, işgalin normalleştirilmesine karşı çıkması gerekir. Bu prensipleri gündeme getirmenin pek çok yolu vardır. Tam da bu noktada aydınlar, yaratıcı olma, elde olan tüm kültürel araçları yapılabilecek her müdaheleyi yapmak amacıyla kullanma konusunda siyasi bir yükümlülük altındadır.

 

Burada önemli olan, iletişimi ve kültürel ya da mali değişimin türevlerini –her ne kadar bazen en önemlisi bunlar da olsa-  öylece reddetmektense, daha olumlu bir yaklaşıma, uluslararası hukuka uyduğu gibi Filistinli kültürel ve akademik çalışanlarla bir etkileşim de inşa eden, Filistinli insanların hakları konusunda uluslararası fikir birliğini destekleyen, bununla birlikte dünya genelindeki medyada İsrail’i eleştirmenin anti-demokratik ya da Yahudi karşıtı olmakla üstü kapalı bir şekilde eş tutulduğu baskın algıyı değiştirmeye çalışan işgale karşı en güçlü pasifist harekete destek verilmesini sağlamaktır.

 

Yahudi kültürel geleneğinin en iyi yanı şüphesiz ki her zaman Yahudi olmayanlarla ilişkinin ahlaki yönüne vurgusu, eşitlik ve adaletin yayılması ve pek çok kötülüğe sebep olan korkunç yanlışlar karşısında sessiz kalınmasını reddedişi olmuştur.

 

BDS New York’tan Riham Barghouti’nin bana söylediklerini sizinle paylaşmak istiyorum. BDS’nin işgalin sona ermesini, 1948 itibariyle oluşan mültecilere eşit haklar verilmesini ve Filistinlilerin geri dönme haklarını ahlaki ve hukuki olarak taleplerini destekleyen herkes için olduğunu söylemişti. Bu konuyla ilgilenenlerin, BDS hareket yelpazesinin ne kadarını kabul etmeye hazır olduğuna karar verebileceğini ifade etmişti. Diğer bir deyişle, boykot hareketi koşulsuz olmasa da, sürekliliği olan bir karar. Sadece bize ilkelerimizin ne olduğunu söylemeyin. Temel prensiplerimizi paylaşabilir, harekete katılabilir ve geri kalan detaylara kendiniz karar verebilirsiniz.

 

Tabi, arabaların arkalarına yazılanlar gibi bir söz düşünebilirsiniz: “’Adalet’in neresini anlayamıyorsunuz?” Pek çok tanınan İsrailli’nin BDS prensiplerini kabul etmeye başlaması tabi ki çok önemli ve bu, boykot çabalarının anlaşılırlığını arttırmak için de iyi bir yol olabilir. Ancak, neden çoğu sol görüşlü İsrailli’nin boykot konusunda Filistinlilerle ortak politikalar yürütmekte zorlandığını ve bu ortak çalışmanın temelini neden Filistinlilerin bulduğu çözümlerin oluşturmadığını da sorgulamak gerekiyor. Sonuç olarak, BDS hareketi 2005’ten beri katılıma açık, yerleşmiş ve büyüyen bir hareket ve temel prensipleri kararlaştırılmış durumda.

 

Her İsrailli bu harekete katılabilir ve şüphesiz ki böylece, aksi halde asla tanışamayacakları Filistinlilerle çok daha fazla iletişim içinde olurlar. BDS, İsrailli ve Filistinlilerin ortak hareketleri için olabilecek en güçlü başlığı oluşturuyor. Bu bazıları için şaşırtıcı ya da da çelişkili olabilir, ama benim için çok çarpıcı bir tarihi gerçek.

 

İsraillilerin sıkça “Filistinlilerle işbirliği yapamayız çünkü onlar bizimle işbirliği yapmak istemiyor ve bunun için de onları suçlayamayız.” ya da “Eğer onları kendi konferanslarımıza davet edersek, kötü bir duruma düşürmüş oluruz.” dediklerini duymak bence çok ilginç. Her iki ifadenin arkaplanında işgal olsa da, ikisi de açıkça işgalden bahsetmiyor. Aslında, birinin işgale karşı olduğunu açıkça belirtmesi gereken en iyi zamanda, şu anda, bu tür ifadeler zamanın atıl olarak geçmesine sebep oluyor. Çoğu zaman böyle söylemler, etkin ve üretken bir şekilde işgale karşı sorumluluk alınmasına engel olan, kendi kendini işlevsiz hale getiren bir suçluluğu üzerine almaktan kaynaklanıyor.

 

Bana zaman zaman boykot siyasetini siyasi taahhütten farklı bir hale, vicdani bir mesele haline getiriyorlarmış gibi geliyor. Eğer bu vicdani bir meseleyse, o zaman “benim” bir İsrailli olarak buna karşı sesimi yükseltmem, kendime kızmam, hatta kendimi insanların içinde kırbaçlamam ve bir ahlak timsali olmam gerekiyor. Ama ben bu tür ahlaki çözümlerin esas konunun dışında kaldığını düşünüyorum. “İsrailli” kimliğini, üstü kapalı da olsa milliyetçiliğin, politik bir duruşun temeli haline getiriyorlar. Belki önemli olan uluslararası hukukun daha geniş ilkeleri dâhilinde, açıkça ortada olan adaletsizliğe, devlet şiddetine ve Filistinli insanların politik ve ekonomik haklarının elinden alınmasına karşı çıkmaktır. Eğer siz bir İsrailliyseniz, tavrınız siz farkında olmadan İsraillilerin adaletin yanında olabilecekleri ve olacaklarını, bunun şaşırtıcı olmaması gerektiğini gösterir. Ama bu durum bunu İsrail’in genel tavrı haline getirmez.

 

Ama izninizle, boykot politikası işbirliğine dayalı girişimlere zarar mı verir; yoksa bunun için yeni yollar mı açar sorusuna dönmek istiyorum. Udi, benim iddiam, herhangi bir boykot, tecrit ya da yaptırım stratejisini desteklediğinizi söylediğiniz an, Flistinliler arasında sizinle işbirliği yapacak pek çok kişi olacağı. Çoğu insanın, boykotun işbirliğine zarar vermesinden korktuğunu düşünüyorum; ancak İsrailliler eğer kamusal güçlerini, kültürel güçlerini, varolan en güçlü pasifist araçları işgale karşı çıkmak için kullanmaya karar verirlerse, işbirliğine dayalı muazzam büyüklükte bir ağ yaratmaya muktedirler. “Her şey normalmiş gibi davranmaya devam edemeyiz” dediğiniz an bir şeyler değişmeye başlar.

 

Elbette ben de siyaseti bir kenara bırakıp kitaplar, filmler ve felsefe hakkında konuşabilmek istiyorum. Ama ne yazık ki şu anda İsrail’de bunu yapabilmem mümkün değil. Bunu işgale başarılı bir şekilde ve sürekli olarak karşı çıkılmadan yapamam. Gerçek şu ki, İsrail’e ya boykot yanlısı ya da boykot karşıtı olarak etiketlenmeden gidebilmenin hiçbir yolu yok. Yıllar önce gittiğimdeyse, Tel Aviv Üniversitesi’nin rektörü  “Ne kadar şanslı olduğumuza bak. Judith Butler boykotu onaylamadığını göstermek için Tel Aviv Üniversitesi’ne geldi.” demişti, kendi isteğime karşı bir şekilde araç olarak kullanılmıştım. Ve böylece bu alanda, boykot tartışmasındaki yerim belli olmadan var olamayacağımı fark ettim. Yani bundan kaçış yok. Biri sessiz kalıp mevcut durumu kabul edebilir ya da mevcut duruma karşı çıkmaya çabalayan bir tutum takınabilir.

 

Bir gün, oraya gidip Hegel hakkında konuşabileceğim, bugünkünden farklı siyasi koşullar olacağını umuyorum; ancak şimdilik bu mümkün değil. Şubatta Bir Zeit Üniversitesi’nde ders vermeye başlayacağım için çok heyecanlıyım. Başarılı bir cinsiyet ve kadın çalışmaları fakülteleri var ve öğrencilerin savaşla ilgili soruları ve kültürel çözümlemeleri tartışmak için hevesli olduklarını görebiliyorum. Öğrenmeyi de bırakmak niyetinde değilim. Boykot sadece “hayır” demekle ilgili değil- ayrıca insanların çalışmalarına şekil vermeye, ittifaklar kurmaya ve uluslararası adalet normları konusunda ısrarcı olmaya da imkân sağlıyor. İşgal sorunuyla yan yana çalışınca, işgali normalleştirme sürecine katılmış oluyorsunuz. Ve normalleştirme, bu gerçeği kamusal söylemden silmek ya da anlamından saptırmak yoluyla gerçekleşiyor. Sonuç olarak, tarafsız kalmak bir seçenek değil.

 

Yani normalleşmeyi boykot ediyoruz.

 

Evet, tam olarak bunu boykot ediyoruz. Normalleşmeye karşıyız. Ve biliyor musunuz, işgalin normalleştirilmesini durdurmak için pek çok taktik bulunabilir. Bazılarımız resimler ve sözcüklerle, bazılarımızsa gösteriler, kültürel ve siyasi ifadelerin diğer türevleriyle bu duruma müdahale etme konusunda gerekli donanıma sahip. Önemli olan pasaportunuzda ne yazdığı değil (tabi bir pasaportunuz varsa), ne yaptığınız. Biz hareketin kendisinin içinde neler olduğundan bahsediyoruz. Bu işgalin normalleştirilmesi sürecini kesintiye uğratıp zorlaştırmaz mı?

 

Toronto Film Festivali’nde ‘Tel Aviv ışığı’* (İsrail destekli filmlere ağırlık verilmesi nedeniyle) söylemine karşı yayınlanan bildiriyi hatırlarsınız. Orada bireyleri boykot etmediğimiz çok açıktı; ancak İsrail Dışişleri Bakanı bireyleri boykot ettiğimizi iddia etmişti. Ama sorun kurumlarla ilgiliydi. Bunun üzerine bir şeyi açıklığa kavuşturmak istiyorum: Tel Aviv Üniversitesi’nde konuşmayacaksınız… Sonsuza kadar mı? Sonsuza kadar değil…

 

(Gülerek) Harikulade bir çiftuluslu üniversite olana kadar.

 

1. kısım

 

Kaynak: Haaretz


Etiketler: yaşam
İstihdam