01/09/2021 | Yazar: Kaos GL

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Kaos GL dergi arşivinden 10 yazı: Barış hemen şimdi!

Kaos GL dergisinden barış yazıları Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

20 Eylül 1994 yılında yayın hayatına başladığı günden beri toplumsal mücadeleleri sayfalarına taşıyan Kaos GL dergisinde anti-militarizm, savaş karşıtlığı, ırkçılık ve barış mücadelelerine ilişkin çok sayıda yazı yayınlandı.

1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla arşivimizden seçtiğimiz on barış yazısını yayınlıyoruz. Derginin 25 yılı aşan tüm arşivine ulaşmak için ise abone olabilirsiniz.

Yeni Toplumsal Hareketler

Muhittin SERİNAY |  Sayı - 68 |  Mart-Nisan / 2000 |  43-54

Bugün, geçtikleri süreç ve mevcut durumları bir yana, Yeni Toplumsal Hareketler  dendiğinde, eşcinsel hareketle birlikte genellikle feminizm, barış hareketi, çevre hareketi, yeşil hareket, anti-nükleer hareket, ırkçılık karşıtı hareket, etnik azınlık hareketi, vb… anılmakta.

Yeni Toplumsal Hareketler kapsamında, söz konusu hareketler anılmakla birlikte, “yeni toplumsal hareketler” kategorik nitelemesi herkes tarafından kabul görmemekte ve bir terminoloji farkı ortaya çıkmaktadır. XIX. yüzyıla doğru ortaya çıkan örgütlü ve kalıcı sosyal hareketlerden sonra XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni toplumsal hareketleri anlamaya çalışan çeşitli yaklaşımlar çerçevesinde, Amin, Arrighi, Frank, Wallerstein son iki yüzyılı bir bütün olarak ele almakla birlikte, hareket noktalarının farklılığı doğrultusunda, değişik sonuçlara varıyorlar. 

 

Eşcinsellik, erkek veya kadın, bireyin kendi cinsinden insanlara cinsel, erotik ve duygusal yönden yönelimidir. Eşcinselliğin yaşanılışı ve adlandırılışı, toplumdan topluma, farklı zamanlarda farklı şekiller almıştır. Tarihsel belgeler, edebi eserler aracılığıyla aktarılan bilgiler göstermektedir ki eşcinsellik olgusu bütün insan topluluklarında görülmektedir.

Bununla birlikte pek çok toplumda anılmayan ve yok sayılan bu gerçeklik, herşeye rağmen varolagelmiştir. Toplumsal kurumların bu gerçekliği ele alma ve denetleme ihityacı, din ve hukuk kurumlarının yanısıra, tıp ve psikiyatrinin de eşcinselliği, kendi yaklaşımları çerçevesinde, bir takım sınıflandırmalar altında ele almalarına yolaçmıştır. Bu kurumlar, kendi alanlarından hareketle, eşcinselliği suç ve psikoseksüel bir bozukluk/sapma olarak değerlendirmelerine karşılık, eşcinsel bireyler, sanayileşme ile ortaya çıkan toplumsal değişmeler sürecinde, büyük şehirlerde birbirlerini bulmaya başlamışlardı. Bunun sonucu olarak, eşcinsel bireylerden toplumsal kuşatmaya karşı ilk kitlesel tepki 27 Haziran 1969’da geldi. New York eyaletinde Stonewall Inn adlı bara bir polis baskını akabinde, eşcinsellerin karşı koyarak üç gün süren bir ayaklanma yaratmaları modern eşcinsel hareketin miladı oldu. Bu kıvılcımın peşisıra gelişen gey ve lezbiyen özgürlük hareketi, daha önce eşcinselliği bağımsız bir varoluş olarak yadsıyan psikiyatriden hukuka, kurumların kuşatmasını kırmaya başladı. Örneğin gey ve lezbiyen hareketi, 1974’de eşcinselliğin Amerikan Psikiyatri Birliği’nin (APA) akıl hastalıkları listesinden silinmesini sağladı. Açıktır ki bu önemli bir gelişmedir. Çünkü bu karar, eşcinselliğin, bireysel ve psikiyatrik bir olaydan öte sosyal bir gerçeklik olarak kabulü anlamına gelmektedir.

Eşcinsel Kurtuluş Hareketi’nin ortaya çıktığı 60’lı yıllar aynı zamanda başka yeni toplumsal hareketlerin de ortaya çıkıp geliştiği dönemdi. Bu hareketlerin ortaya çıkması, artık geride kalmış olsa da, bir “dünya devrimi” olarak yaşanan “68” sürecinin ürünü olmuştur. Bugün, geçtikleri süreç ve mevcut durumları bir yana, Yeni Toplumsal Hareketler  dendiğinde, eşcinsel hareketle birlikte genellikle feminizm, barış hareketi, çevre hareketi, yeşil hareket, anti-nükleer hareket, ırkçılık karşıtı hareket, etnik azınlık hareketi, vb… anılmakta.

Yeni Toplumsal Hareketler kapsamında, sözkonusu hareketler anılmakla birlikte, “yeni toplumsal hareketler” kategorik nitelemesi herkes tarafından kabul görmemekte ve bir terminoloji farkı ortaya çıkmaktadır. XIX. yüzyıla doğru ortaya çıkan örgütlü ve kalıcı sosyal hareketlerden sonra XX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni toplumsal hareketleri anlamaya çalışan çeşitli yaklaşımlar çerçevesinde, Amin, Arrighi, Frank, Wallerstein son iki yüzyılı bir bütün olarak ele almakla birlikte, hareket noktalarının farklılığı doğrultusunda, değişik sonuçlara varıyorlar. Wallerstein’in hareketlerle ilgili terminolojik belirlemesi, yeni toplumsal hareketleri de kapsayarak ve bir bütün olarak, sistem-karşıtı hareketler adını almaktadır. Arrighi, işçi hareketlerini tanımlarken, Amin ulusal kurtuluş hareketlerini tanımlamıştır. Frank ise XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olan sosyal-demokrat hareketleri, komünist hareketleri ve ulusal kurtuluş hareketlerini yadsımamakla birlikte, “toplumsal hareket” nitelemesini yalnızca “diğer” hareketler için kullanmaktadır.

XIX. yüzyılda ortaya çıkmış geleneksel hareketlerden yeni toplumsal hareketlere kadar, son iki yüzyılda pek çok “hareket” ortaya çıkmakla birlikte, yazarlar temel istemleri daha demokratik, daha eşit bir dünya idealine dönük olup, bu özlemleri gerçekleştirmek için bilinçli bir mücadele yürüten hareketlerle ilgilenmektedirler. Tarihte ve günümüzde pek çok örnek bulunabileceği gibi, söz konusu istemlere karşıt yönde ilerlemiş başka hareketler de olabilmektedir.

Yeni toplumsal hareketler, sisteme karşı muhalefet anlamında, geleneksel sistem-karşıtı hareketlerin devamı olarak görülebilse de, ortaya çıkış ve yaklaşım açısından, geleneksel sistem-karşıtı hareketlerden bir kopuş hali yaratmışlardır. Eski sol sistem-karşıtı hareketlerin reddedilmesi, Batı’da sosyal-demokratlara karşı, Doğu’da komünistlere karşı, Üçüncü Dünya’da ise ulusal kurtuluşçulara karşı gelişen mücadelelerle şekillendi. Yeni toplumsal hareketlerin reddettikleri eski sol sistem-karşıtı hareketler, kendi bölgelerinde, farklı yollarla da olsa iktidara gelmişlerdi. Fethedilmiş iktidar altında ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler parti örgütlenmesini ve politik iktidarı ele geçirme perspektifini bilinçli olarak reddettiler. Yeni toplumsal hareketlerin varlığı, fiili olarak, politik politikanın reddi anlamına geliyordu. İktidarı bilinçli olarak reddeden bu hareketler, bir “sosyal hareket” olarak ortaya çıktılar. Yeşil Hareket’in, özellikle Almanya örneğinde olduğu gibi sonra partileşip, seçimle parlementoya girmesi, bu hareketi yalnız politik olarak değil, aynı zamanda fiili olarak da bir “sosyal hareket” olmaktan uzaklaştırdı. XIX. yüzyılda ortaya çıkmış olan hareketler, devlet iktidarının fethini, ilk hedef olarak önlerine koyarlarken, yeni toplumsal hareketler, toplumsal iktidarı ve özerkliği ilk hedef olarak benimsiyorlar. Yeni toplumsal hareketler, işçi hareketlerini ve sosyal-demokrat hareketleri, artık yeterince sistem-karşıtı olmamakla suçluyorlardı.

XIX. yüzyılın toplumsal hareketleri, emek-sermaye çelişkisinden hareket ederlerken, yeni toplumsal hareketler, geleneksel toplumsal hareketlerin önemsemedikleri ya da yok saydıkları, doğrudan doğruya emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanmayan çelişkilerden hareket ettiler. Söz konusu çelişkiler, yeni toplumsal hareketlerin açısından gerçek çelişkilerdi ve şiddeti açısından emek-sermaye çelişkisinden geri kalmazlardı. Bu çelişkiler, toplumsal cinsiyet, kuşak, etnik kimlik, ırk, cinsellik talepleriyle içeriklendirilmiş statü gruplarını doğurdu ve hakim statü gruplarına karşı, sınıfsal kimlikleri geri planda bırakarak, sözkonusu taleplerin şekillendirdiği özgül kimlikleri öne çıkardı. Eski toplumsal hareketler, iktidarı almış  oldukları halde, eski sistemden kopuş anlamında, bu taleplere cevap verememişlerdi. 68’li yıllarda gençlerin, kadınların ve eşcinsellerin başkaldırısının, hakim statü gruplarını (erkekler, daha yaşlı kuşaklar, çoğunluk…) tam bir yenilgiye uğratamasa da gerilemeye yol açtığı aşikardır.

Yeni toplumsal hareketler politika yapma anlamında da eski toplumsal hareketlerin pratiklerinden farklı kanallar yarattılar. Bu, aynı zamanda, parti örgütlenmesine, bürokrasiye ve hiyerarşiye bir başkaldırı olarak gelişti. Bu başkaldırı, yalnızca, bilinen doğu ülkelerindeki bürokratik yapıya karşı olmayıp aynı zamanda sosyal-demokrat hareketlerin bürokratik ve hiyerarşik örgütlenmelerine de karşıydı. Yeni toplumsal hareketler, bu sürede özerk, katılımcı ve doğrudan eyleme dayalı yapılanmalar olarak kendilerini ortaya koydular.

60’lı yıllarda, başta Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da ortaya çıkan bu, yeni toplumsal hareketler -doğal olarak Eşcinsel Kurtuluş Hareketi de- zamanla diğer kıta ve ülkelere de yayıldılar. 68’in ürünü olarak bilinen ve “yeni” olarak adlandırılan toplumsal hareketler, hiç de yeni sayılmazlar. Gerçekte “yeni” olan, sözkonusu toplumsal hareketlerin, 1960’lı yıllarda bir dalga olarak yeniden yükselmeleridir. 60’lı yıllara kadar hakim olan geleneksel hareketlerin ilk ortaya çıktıkları dönemde, yeni toplumsal hareketlerden pek çoğu mücadele halindeydi. Feminist, barışçı toplumsal hareketler gibi… Yine aynı dönemde anarşistler, cinsel özgürlük çerçevesinde eşcinselleri savunmuşlardır. Geleneksel hareketlerin hegemonyasıyla birlikte, bugün yeni toplumsal hareketler olarak adlandırdığımız hareketler, ya tamamen küçülmüşler ya da gölgede bırakılmışlardır. Ta ki, 68 kalkışmasına kadar…

68 kalkışması ve onun ürünü olan Yeni Toplumsal Hareketler, Türkiye’de asıl yansımasını 80’lı yıllarda bularak ortaya çıkmaya başlamışlardır. Özellikle feminizm başta olmak üzere yeşil hareket ve eşcinsel hareket, ’80 darbesiyle birlikte bütün toplumsal hareketlerin bastırıldığı bir dönemde, hem hayatın içinde hem de akademik ve düşünsel alanda büyük tartışmaları beraberinde getirmiştir. 12 Eylül askeri rejimi, travesti ve transseksüellerle birlikte efemine erkek eşcinsellere yönelik yoğun ve şiddetli baskılar uygulamış ve heteroseksül olmayanları zorla metropol dışına sürmüştür. Aynı dönemde geleneksel toplumsal hareketlerin yaşadığı yenilgi de daha önceleri bu hareketlerin gölgesinde ya da denetiminde kalmış diğer toplumsal hareketlerin paradoksal bir şekilde önünün açılmasını sağlamıştır. Kadınlar, bağımsız olarak kendilerini ifade etmeye başlamışlardır. Eşcinseller, sırf eşcinsel oldukları için baskı ve dışlanmaya maruz kaldıklarını görmüşlerdir. Özellikle ‘80 öncesinden gelen, gençlerin başkaldırısı, bu dönemde yenilmiş de olsa, tabi grupların başkaldırısının mümkün olduğunu göstermiştir.

‘80’li yıllar, yalnızca Türkiye’de değil, bütün Dünya’da mevcut dengelerin ve egemen düşüncelerin sarsılmasına yol açmıştır. ‘80’li yıllarda, Batı’da yeni toplumsal hareketler açısından genel olarak bir yenilgi ve “sosyal hareket” olarak bir küçülme görülmüşür. Türkiye’de ise aynı dönem geleneksel hareketlerin bastırılmasının bir sonucu olarak hakim statüleri sarsıntıya uğratmış ve tabi statülerin kendilerini bağımsız olarak ifade etme olanakları yakalamalarına yol açmıştır. Fakat 68’le birlikte diğer bölgelerde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin küçülmesi ya da kurumsallaşmasının bir sonucu olarak, Türkiye’de ortaya çıkan benzeri yeni toplumsal hareketler bir talihsizlik yaşamaktalar. Batı’da ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler, özerkliğe, katılıma ve doğrudan eyleme dayalı olarak gelişmişti. Bu hareketlerden bazılarının-yeşil hareket- partileşmesi, bir sosyal hareket olarak sonları olmuşken, Türkiye’de bu son, ortaya çıkmaya başlayan yeni toplumsal hareketlerin bazılarının ilk adımı oldu. Yeşil hareketin olmadığı bir ortamda “Yeşil Parti” kuruldu! Buna rağmen, tam da yeni toplumsal hareketin tipik özellikleri olarak, yeşil hareketin, “çevre” hareketinden "ekoloji” hareketine kadar tam da sorunu yaşayanlar tarafından, köylerde ve metropollerde ortaya çıktığı görüldü.

Türkiye’de eşcinsel hareket tartışmaları, 80’lerin ikinci yarısında başlamakla beraber bir hareket olarak, 90’larla ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Başta İstanbul ve Ankara metropollerinde eşcinseller, kendiliğinden biraraya gelerek, gruplar oluşturmuşlardır. Bu gruplar, kadın hareketinde de görülmüş olduğu gibi, birincil grup ile bir sosyal hareketin ilk nüveleri olarak ortaya çıkmışlardır. Yeni toplumsal hareketlerin tipik özelliği olan doğrudan katılım ve doğrudan etkinliğin bu grupların da özellikleri olduğu görülmüştür.

Yeni toplumsal hareketlerin, dünyanın diğer bölgelerindeki mevcut durumu her ne olursa olsun, Türkiye’ye yansımaları farklı olmaktadır. Bu durum eşcinsel hareketi için de geçerli görülmektedir. İçinde yaşadığımız toplumda, barışçı, vicdani reformcu, feminist ve heteroseksüel olmayan yaklaşımlar doğrudan ve açıkça, iktidarın yumruğunu karşılarında bulmaktadır. Açıktır ki, az gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin işi hiç de kolay olmamaktadır.

Bununla birlikte bilinir ki tahakkümün olduğu her toplumda, özgürlük için verilen toplumsal mücadeleler her zaman ortaya çıkmıştır.

SAMİR AMİN: ULUSAL KURTULUŞ HAREKETLERİ

Samir Amin,  “yeni ifade biçimleri”  olarak gördüğü yeni toplumsal hareketleri, ortaya çıkışlarındaki kaçınılmazlığı teslim etmekle birlikte, nerdeyse bir talihsizlik  olarak değerlendiriyor. Gerçi Arrighi, Frank ve Wallerstein ile birlikte benimsediği “ortak önkabulleri” nde, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” istemlerinin “tam karşıt yönünde ilerlemiş bir takım hareketlerin olduğuna” dikkat çekiliyor. Nerdeyse her türden, iktidarın ele geçirilişini “devrim”  olarak değerlendiren Amin, “iktidarın söylemlerinini geçmişe uygun olarak süregitmesi”nin bir başka deyişle başarısızlıkların,  “yeni ifade biçimlerinin fışkırışını” doğurduğunu belirtiyor. Başarısızlık, “Batı, Doğu ve Güney”de farklı boyutlarda ortaya çıkıyor ve Batı’da “mutabakat”, Doğu’da “devlet-parti kabuğunun kırılamaması”, Üçüncü Dünya’da ise “kazanılan bağımsızlığa dayalı meşruiyet”in ortadan kalkması olarak görünüm kazanıyor. “Yeni ifade biçimleri” Amin’e göre, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, günümüzde, “tatmin bulmayan toplumsal gereksinimlerin ifadeleri” olarak örgütlülük kazanıyorlar.

Çeperde ortaya çıkan yeni toplumsal hareketleri Samir Amin, kapitalist yayılmanın bir sonucu olarak ileri sürüyor:

“Çünkü sermayenin çeperdeki yayılışı, tamı tamına ulusal billurlaşma olanaklarını ortadan kaldırmakta, toplumun parçalanmasına ve ‘moleküllerine ayrılması’na yol açmaktadır. Toplumsal hareketlerin bunalımı, (aile, bölgesel ya da etnik, dinsel ya da dilsel) temel topluluklar etrafında toplumsal gruplaşma biçimlerinin ortaya çıkışı, yanısıra kültürel bunalım, bütün bunlar, kapitalist çeperleşmenin sonuçlarına tanıklık etmektedir.”

Ulusal kurtuluş hareketleri dışındaki hareketlere, ister çeperde olsun ister merkezde, Samir Amin, şans tanımıyor.  Bu hareketleri “bunalımın ve çözümsüzlüğün göstergeleri, düşkırıklığının aşırı ürünleri” olarak değerlendiriyor. Çeper toplumlarda, “gerçekten varolan kapitalizm”e karşı “ulusal halkçı dönüşüm” dışında seçenek olmadığı ileri sürülüyor. Yeni toplumsal hareketlerin türdeş olmamasını, sınıf bilinci ve yurttaşlık bilincini ifade etmeyen tanımlara sahip olmalarını, önerilerinin içeriğinin birbirlerinden alabildiğine farklılık taşıyor olmalarını “her türlü global yargıyı olanaksız kılan”  olumsuzluklar ve eksiklikler olarak görmekte.  “Sınıf bilinci ve yurttaşlık bilinci”ni ifade etmeyen tanımlamaların olumsuzluğunun ölçütü ne? Bütün bunlar bir betimleme olarak değil de “eleştiri” olarak getirildiğinde, halk hareketleri ve sivil toplum hareketleri neden ve nasıl dışarda kalsın? Bu arada, örneğin, kurtuluş ideolojisi, dinsel köktenciliğin tam zıttı yönde yol alarak, Amin’e göre “ulusal halkçı devrimle çelişki içinde olmayıp, tam tersine, bu devrimin destek gücünü oluşturmaktadır.”  Bu durumda, ekoloji hareketinin, eşcinsel hareketin ve feminizmin yanına dinsel köktenci hareketleri de koymak kategorik bir hata değilse bir kötü niyet göstergesi olmuyor mu?

Her ne kadar “geleneksel” anlayışı eleştirir gibi yapsa da toplumsal mücadeleyi iktidar (“devletin fethi”) mücadelesine indirgeyen  Samir Amin, “yeni hareketler”i, “anti-Devletçilik”in aşırı etkisinde  kalmakla eleştiriyor! Oysa Amin’e göre, kompradorlaşma tehlikesine karşı devletler daha da güçlenmeli!

“Yeni hareketlerin geleceği, belirsiz olup, hali hazırdaki bunalım içerisinde tükenip gitmeleri”  muhtemel Samir Amin’e göre. Geriye halkların kurtuluşu için tek “toplumsal güç” olarak entelijensiya kalıyor!

“Halk ittifakını çelikleştirmek, iç çatışmaların üstesinden gelmek, alternatif ulusal halkçı projeyi formüle etmek, iktidarı alabilmesi için halkçı bloğu yönetmek, yeni devleti inşa etmek ve uzun ulusal halkçı geçiş dönemine özgü kapitalist, sosyalist ve devletçi eğilimler arasındaki çatışmalarda hakemlik etmek için bir toplumsal güç gerekir. İşte devrimci entelijensiyaya özgü rol burada yatmaktadır.” !!!

Böyle bir şeyin gerçekleştiğini bir düşünün. Gerçekten ortada yeni toplumsal hareketler denen bir şey kalmayacaktır. Ama “söner” mi, yoksa “patlar” mı, orası bilinmez!

GIOVANNI ARRIGHI: İŞÇİ HAREKETLERİ

Giovanni Arrighi,  hareketlere, Marksist miras ve onun Komünist Manifestosunun öngörülerinin doğrulanıp doğrulanmadığı açısından yaklaşıyor. Hareketlerin tarihini üç parçaya ayırarak dönemlendiriyor. Bu üç dönem, 1848’de Komünist Manifestosunun yayınlanışından bu yana geçen süre oluyor: 1848-1896, 1896-1948, 1948-1988.

1848-1896: Çağdaş işçi hareketinin doğarak kısa süre içinde sistem-karşıtı ana güç haline geldiği dönem. Marksizm, bu dönemde, diğer öğretilere karşı hegemonik ideoloji haline geliyor.

1896-1948: İşçi hareketi, merkezi sistem-karşıtı güç olarak doruğa ulaşıyor.

Marksizm, tüm sistem-karşıtı hareketler üzerinde hegemonyasını sağlamlaştırıyor. Hareketler içinde, Marksizmin devrimci kanadı ile reformist kanadı karşı karşıya geliyor ve ayrılma yaşanıyor.

1948’den sonra: Kapitalizmin egemenliği sürüyor. Sistem karşıtı hareketlerin etkileri yaygınlaşıyor, parçalanıyor ve şiddetli ve karşılıklı antagonizmalar halinde birbirlerine muhalif konumlara geliyorlar.

Bu antagonizmalar çerçevesinde, Arrighi’ye göre Marksizm “hâlâ aşmak durumunda” olduğu bir bunalıma giriyor.

Arrighi, hareketlerin tarihinin dönemlendirilmesi için ayırdığı üç parçayı ayrıntılandırırken, Amin’le  hemfikir olduğu ve ikinci dönemde saptayarak özellikle altını çizdiği bir nokta var: “Sanayi proletaryasının gözle görülür ve büyüyen bir toplumsal iktidar kazanmış olduğu yerde, sosyalist devrim destek bulamıyordu ve sosyalist devrimin destek bulduğu yerde ise proletaryanın toplumsal iktidarı yoktu.”  Arrighi, İkinci Dünya Savaşı’nın akışı içinde (ikinci dönem) proletaryanın kendisinin, hiçbir yerde, “komün” ya da “sovyet” tipi kendi öz hükümet organları aracılığıyla iktidarı alma girişiminde bulunmadığını belirtiyor. Ve ekliyor: “Doğu Avrupa’da komünist rejimleri Sovyet ordusu yerleştirdi.” Yine aynı şekilde, komünist rejimlerin iktidara geldiği başka bölgelerde (Yugoslavya, Arnavutluk ve Çin gibi) “ulusal kurtuluş mücadelesinin başını çekmiş olan devrimci siyasal seçkinler tarafından denetlenen ordular”  belirleyici oluyor. Marx ve Engels tarafından tanımlanmış olan “sınıf mücadelesi ile sosyalist devrimi birbirine bağlayan postülanın geçerliliğini kuşkuya düşürebilecek kimi noktalar” dan hareket eden Arrighi, sosyalist devrim idealini başka yerlerde arıyor: “Böylece sosyalist devrim ideali, merkez ülkeler işçi hareketi tarafından terk edilmiş oluyordu. Sosyalist devrim ideali, işte böylesi koşullarda, ulusal kurutluş hareketleri içinde yeni bir temel buluyordu.”

Toplumsal iktidarı ellerinde tutanlar değişse bile, Arrighi’ye göre iktidarın kendisi yine sanayi proletaryasının  ellerinde kalıyordu. Toplumsal iktidarın el değiştirmesinin nedeni ise 1970’li ve 1980’li yıllarda, merkezde, maliyetlerin düşürülmesi yarışı  olarak ortaya çıkmakta. Bu durum -maliyetlerin düşürülmesi- üç tip ikame ile gerçekleşiyor. Bunlardan ilki,  daha pahalı işgücünün yerine daha ucuz işgücünün konması. Bunun için gündeme, her seferinde kadınlar ve göçmen işçiler gelir! Fakat bu kez, 1970’li ve 1980’li yıllarda Arrighi’ye göre,  bu iki proleter kategorisi, yani kadınlar ve göçmen işçiler, sahip oldukları toplumsal iktidarı merkezdeki sefaletin yükselişine karşı kullanarak, işçi hareketlerinin sürdürücüsü oluyorlar. Yani proletaryanın katmanları arasında toplumsal iktidarın el değiştirmesi -erkek işçilerden kadın işçilere, ulusal işçilerden göçmen işçilere- proletaryanın hedefi (“dünyanın sosyalist dönüşümü”) açısından bir şey değiştirmiyor.  Bununla birlikte, proletaryanın sözkonusu katmanları, “varolan işçi örgütlerinin çok az organik bağa sahip olduğu ya da hiç olmadığı katmanlardı.”  Bu durum, reformist işçi örgütleri için olduğu kadar farklı gerekçelerle de olsa Marksist örgütler için de geçerliydi.

Dolayısıyla, Arrighi, “işçi hareketlerinin gelecekteki oluşumu konusunda” Marksist şemaya aşırı bir güven duymamak gerektiğini belirtiyor. Nedenini ise şöyle açıklıyor: “Çünkü, anahtar bir alanda, yani dünya proletaryasının toplumsal kimliğinin oluşumunda kuşakların, cinsiyetin, ırkın, milliyetin, dinin ve diğer doğal ve özgül karekterlerin rolünü ele alış tarzında, bu şema hataya düşüyor.”

Ayrıca, “merkezde öngörülebilecek olan hareketler” konusunda, Arrighi, ilerde aşırı sefaletten kaçma olasılıkları olmadığını düşündüğü, “aktif sanayi ordusu”nun üst katmanlarından -aydınlar ve bilimsel çalışanlar- umudunu kesmiş görünmüyor.

Yarı-çeperde ise Arrighiye göre “gelecek daha şimdiden başladı.”  Güney Kore’de şidetli toplumsal tartışmalar sürüyor, tamam. Ama Polonya ve Güney Afrika’da, Dayanışma ve ANC’nin “gelecek”ten çoktan vazgeçtikleri görülmekte!

IMMANUEL WALLERSTEIN: SİSTEM KARŞITI HAREKETLER

Immanuel Wallerstein  “ortak önkabuller” de altının çizildiği gibi; “en azından beşyüz yıldır faaliyet gösteren kapitalist dünya ekonomisi” nden hareket ediyor. Bu sistem, (“kapitalist dünya ekonomisi”) her zaman çalışanların direnişine yol açmakta. Bu direnişlerin sonucunda, “örgütlü ve kalıcı” sistem-karşıtı hareketler gelişiyor ve bunlar ilk kez XIX. yüzyıla doğru ortaya çıkıyorlar.

Sistem-karşıtı hareketlerin tarihini dönemlendirmede, Wallerstein, iki dönem ayırt ediyor  ve bunları 1968 öncesi ve sonrası olarak tanımlıyor. Hareketlerin tarihini “1945’ten sonra olup bitenleri anlamak için” Fransız Devrimi döneminden başlatıyor (1789-1945). Fransız Devrimi ile formüle edilen “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”  sloganları, Wallerstein’a göre “çağdaş dünyanın ideolojik temalarının temellerini, gelecekteki hareketlerin sloganları ve varlık nedenlerini sağlam biçimde atmıştır.”  Bu idealler, daha önce dinsel başkaldırı hareketleri tarafından da dile getirilmiş olsa da, Fransız Devrimi, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” ideallerini tüm dünyada yaygınlaştırdı, bunları “herhangi bir yerle, insan grubuyla ya da özel halkla bağlantılı olmayan” genel idealler haline getirdi.

Bu idealler (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) işçi sınıflarının sloganları olduğu kadar, ezilen halkların da sloganı oluyor. Wallerstein, hedefler arasındaki benzeşimi kabul etmekle birlikte, toplumsal hareket terimini işçi sınıfı hareketleri için kullanırken, ulusal hareketler için kullanmayarak, iki ayrık adlandırmayı koruma gereği duymakta.  Bu durumda, karşımıza, tanımlanan iki hareket tipi çıkıyor: Ezilen sınıfların, özellikle de işçi sınıflarının temsil ettiği toplumsal hareketler ile ezilen halkların temsil ettiği ulusal hareketler.

İşçi sınıfının ilk hareketleri XIX. yüzyılın yarısından başlayarak ortaya çıkıyorlar. 1848 kalkışmasının yenilmesi ve III. Napoleon tarafından düzenin yeniden sağlanması; Wallerstein’a göre toplumsal hareketin zaferinin rahat bir biçimde gerçekleşmeyeceğini kanıtlamış oluyor. “Dolayısıyla, 1848’in en büyük dersi, tüm bu hareketlerin uzun yıllar boyunca mücadeleyi sürdürme yeteneğine sahip istikrarlı bir siyasal örgüte ihtiyaç duyduklarıydı; bu zafer için zorunlu silahtı ve bu aksiyon, o tarihten bu yana ne büyüklükte olursa olsun tüm hareketlerin stratejisinin temelini oluşturdu.”

Sözkonusu bu ilke, I. Enternasyonal’de Marksistlerle Anarşistler arasındaki farklı yaklaşımlardan dolayı bütünüyle ve tartışmasız bir biçimde kabul edilmiyor.  Bilinir, anarşist yaklaşıma göre, işçi sınıfının hedeflerini gerçekleştirmesinin gerçek aracı, tüm sistemin temeli olarak devletin yıkılmasıdır. Marksist yaklaşıma göre ise yapılması gereken metodik bir biçimde devlet erkinin fethedilmesidir. Bunun için de Marksist yaklaşıma göre metodik ve politik çabalar gerekmekteydi. İşte bu süreçte, I. Enternasyonal’in dağılmasıyla birlikte, Wallerstein’in belirttiği gibi  “sağlam ve metodik” işçi partileri, yanısıra güçlü sendikalar örgütlenerek, II. Enternasyonalin temeli atılıyor. Böylece, Wallerstein’a göre 1870 ile 1914 arasında, siyasal örgütlenme sorunu çözümlenmekle birlikte üç tip yeni sorun ortaya çıkıyor:

a) Avrupa devletlerinin çoğunda, sendikalar ve sosyalist partiler olmak üzere işçi sınıfının iki tür örgütü bulunuyordu. Bu örgütler üyelerini aynı kesimlerden sağlamakla birlikte, farklı eylem alanlarında faaliyet gösteriyorlardı. Sorun olarak ortaya çıkan ise sendikalarda “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılan katman ile sosyalist partilerde burjuva kökenli aydınların yönetime gelmeleriydi.

b) İkinci sorun olarak kendini gösteren çelişki ise örgütlenme modellerinin hiyerarşik önceliği konusuydu. Bu durum parlementer aşamalı yol ile devrimci ayaklanma karşıtlığı olarak şekil aldı.

c) Üçüncü sorun, sosyalistlerin, bir yandan milliyetçilikle diğer yandan da köylülerin talepleriyle ilişkileriyle bağlıydı. Burda sorun, yalnızca sanayi proletaryasının talepleri mi yoksa işçi sınıfı ve “diğerleri” arasında bir ittifak mı, şeklindeki ayrımda ortaya çıktı.

1870-1914 arasında sistem-karşıtı hareketler olarak, merkezde, sosyalist hareketler, anti-kapitalist mucadelelere vurgu yaparken, çeperdeki ulusal hareketler, vurguyu, anti-emperyalist mücadelelere getirerek yollarını arıyorlardı.  Bununla birlikte, sistem-karşıtı hareketlerin ilk hedefi olan devlet iktidarının fethi, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, 1945’ten sonra “artık son derece karmaşık hale geliyordu: Devlet iktidarının fethi sistemi çökertmeye hizmet edebilirdi, ne var ki bu fetih, sistem-karşıtı hareketleri, varolan devletlerarası sistem çerçevesinde katılanlar ve destekçiler haline de dönüştürüyordu.”

1945’ten beri, üç “dünya”dan söz ediliyor ve Wallerstein, bu üç dünyanın ayrım çizgilerinin açık olmadığını belirtmekle birlikte, sistem-karşıtı hareketi analiz etmek için sözkonusu ayrımı yapma gereği duyuyor.  Sözkonusu üç dünya, sanayileşmiş Batı dünyası, sosyalist ülkeler ve üçüncü dünya. İlkinde yani Batı denen dünyada, XIX. yüzyıl hareketlerinin doğrudan mirasçısı, II. Enternasyonele bağlı bir parti karşımıza çıkıyor. Sosyalist ülkeler dünyasında ise, iktidarda, III. Enternasyonal partilerinden biri bulunuyor. Üçüncü dünyada, bir milliyetçi hareket ya da ulusal kurtuluş hareketi bulunmakta.

Her üç dünyada da 1945 sonrası dönemde, XIX. yüzyılın sistem-karşıtı hareketlerinin ilk hedefinin, yani iktidarın alınmasının, fiilen gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz.  Merkezde, sosyal-demokratlar, doğuda komünist hareketler, üçüncü dünya ülkelerinde, ulusal kurtuluş hareketlerince iktidarın alınmasıyla  sıra, toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye gelmişti. Wallerstein, üç tip hareketin toplumun somut dönüşümleri alanında elde ettikleri sonuçları, büyük reform olarak değerlendirmekte.  Merkezde, sosyal-demokratların reformları, refah devletini yaratırken, komünist hareketlerin büyük reformu ise “üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve devlet planlaması” sonucu hızlı bir tempoda yürütülen sanayileşme olmakta. Üçüncü dünyada ise çokuluslu ve uluslarötesi şirketlerin rolü sürdüğü için büyük reform, kamu personelinin ve özel sektörde ve kültür sektöründe çok sayıda sorumlu mercideki personelin “ulusallaştırılması” olmakta.

Sözkonusu hareketler (sosyal-demokrat hareketler, komünist hareketler, ulusal kurtuluş hareketleri) bir kez iktidarı aldıklarında “kendi varlıklarını sürdürme gereksinimlerini uluslararası dayanışma zorunluluğunun önüne koydular.”  Henüz iktidara gelmemiş benzer hareketlere destek göstermeleri ise “her tip hareketin, aynı tip hareketlere”  yönelik dayanışmaları şeklinde gelişmiştir. Sosyal-demokratlarla komünistlerin arası zaten önceden açılmıştı; Stalin döneminde ise komünistlerle ulusal kurtuluş hareketlerinin arası açılıyor. Sosyal-demokratlarla sömürgecilik karşıtı hareketlerin arası ise sosyal demokratların sömürgelerdeki milliyetçilere karşı “sınıf mücadelesi dilini”  kullanmaları bir yana, sosyal-demokratlar iktidara geldiklerinde, sömürgelere yaklaşım konusunda, muhafazakar ve benzerlerinden farklarının olmadığını ortaya koymalarıyla açılıyordu. Sistem-karşıtı hareketlerden iktidarı alanlarla, henüz iktidarı almamış olanlar arasındaki mesafenin açılmasının belki de asıl nedeni “devlet olma mantığından kaynaklanıyordu”.  Wallerstein’ın da söylediği gibi “hareketler, bir kez iktidara geldiler mi, şimdi devlet olduklarına göre, her devlet gibi, savunacakları bir takım çıkarlara sahip olduklarını düşünür oluyorlardı.”

Sistem-karşıtı hareketlerinin, “iktidarı fethettiklerinde”, sistem-karşıtlığından geriye ne kaldığı, bir başka deyişle, başlangıçtaki “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” idealinin ne derece gerçekleştirilebildiği sorgulanmakta. Wallerstein’a göre bir hareketin sistem-karşıtı olabilmesi için, “ne özgürlüğün ne de eşitliğin varolan sistem içinde gerçeklik haline gelemeyeceğini ve bunları gerçekleştirebilmek için dünyayı dönüştürmenin gerekli olduğunu savunması”  gerekmektedir. Bununla birlikte, iktidarın fethedilmesiyle özgürlüğün ve eşitliğin gerçekleşmemesi ya da çok kısa sürmesi, kitleleri düş kırıklığına uğratmış olup, iktidarlarla kitleler arasındaki zaten doğası gereği varolan mesafeyi iyice büyütmüştür. Herşeye rağmen, Wallerstein’a göre iktidarı fethetmiş sistem-karşıtı hareketlerin, özellikle “kamu eğitimi* ve kamu sağlığı” alanlarında yakaladıkları ilerlemeler, eşitlik açısından dikkate değerdir. “Hareketlerin iktidarı alması sonucunda” diyor Wallerstein, “nüfusun üst katmanlarının emrindeki hizmetler ile alt katmanların emrindeki hizmetler arasındaki fark hissedilir ölçüde azalmış gibi görünmemektedir.”

Eşitlik alanında, “yukarıdakiler” ile “aşağıdakiler” arasındaki “fark”ı vurgulayan Wallerstein, özgürlükler alanıyla ilgili olarak daha karamsar bir tablo çizmekte. İşçi sınıflarının en yoksul, en ezilen öğesi olarak gördüğü “azınlıklar”ın, hareketlerin iktidara gelişleriyle ne kazandıklarını sorgulayan Wallerstein, sosyal-demokrat hareketlerin, bir kez iktidara geldiklerinde, “azınlıklar”a düşman sağ hareketlerden pek de farklı davranmadıklarını belirtiyor.  Sözkonusu yaklaşım dolayısıyla Wallerstein, işçi sınıfının “çoğunluğu”nun, “azınlıklar”ın olası bir rekabetinden duydukları korkuya dikkat çekiyor.

“Bu tablo, sosyalist ülkelerde kökten farklı mıdır?”  diye soran Wallerstein, başlangıçta atılan “ileriye doğru büyük bir adım”dan söz etmekle birlikte, etnik azınlıklara ve halklara yönelik asimilasyona varan baskıları ve zorlamaları belirtiyor.

Üçüncü dünyanın ulusal kurtuluş hareketleri ise “etnik-ulusal azınlıklar bakımından daha da az hoşgörülü olmuşlardır; bu azınlıkları ulusal birlikleri ve kendi iktidarlarını sürdürmeleri açısından bir tehdit olarak görmüşler ve kısa vadede azınlıklar üzerine baskı uygulamaya başlamışlardır.”

Bireysel özgürlükler açısından, hareketlerin iktidara geldikleri ülkeler, Wallerstein’ın da belirttiği gibi açıktır ki ister sosyalist ülkeler olsun, ister üçüncü dünya ülkeleri olsun, tam birer kötü örnek olmuşlardır.

Wallerstein’a göre 1945 sonrasında iktidara gelen sistem-karşıtı hareketler, toplumsal eşitlik, siyasal özgürlük ve uluslararası dayanışma gibi üç alanda derin bir düşkırıklığına yol açmıştır. İktidardaki hareketler, suçlamalara her ne gerekçe getirirlerse getirsinler, Wallerstein’ın belirttiği gibi “üyelerin ve sempatizanlarının önemli bir bölümü, bu gerekçelerin geçerliliğinden kuşkuya düşmeye başlamış ve bu nedenle hareketler 1968’den itibaren zorluklarla karşılaşmışlar ve halen de zorluk içindedirler.”  Gelinen aşamada yaşanılan yıkım ve dağılmayla birlikte, Wallerstein’ın yaklaşımıyla bile bakıldığında geriye neyin kaldığı tartışılır!

Wallerstein’a göre, 1968, “hareketlerin tarihinde, 1848 kadar simgesel ve temel bir dönemece işaret etmiştir.”  Hareketlerin, baştan beri varolan, devlet iktidarını fethi ve bunun için gerekli sağlam örgütler oluşturma hedefine ulaşılmıştır. Bu durumdan hareketle, Wallerstein, 1968’de patlak veren halk ayaklanmalarının, “yalnızca kapitalist dünya ekonomisine karşı mücadele etmekle kalmadıklarını, aynı zamanda, iktidara gelmiş “eski” sistem-karşıtı hareketlere karşı da kavga yürüttüklerini” belirtiyor.  Bundan dolayı 1968, Wallerstein’a göre, “siyasal bir savaşımla iktidarın fethi” olan hedeften bir kopuş anlamına geliyor: “Bugün, bizler henüz nasıl bağlanacağını, hangi sonuca varacağını bilmediğimiz bir stratejik tartışmanın ta göbeğinde bulunuyoruz.”

1968 başkaldırısı ve bunlardan doğan “yeni” hareketler, Wallerstein’a göre, “eski” hareketlerin başarısızlıklarından doğdu ve sözkonusu başarısızlık her üç tip “eski” hareket için de geçerliydi. Dolayısıyla da üç dünyadaki eski hareketlere karşı çıkan, farklı tiple “yeni” hareketleri doğurdu.

“Batı’da yeni hareketler, etnik alt-proletarya, kadınlar, eşcinseller, yaşlılar gibi gözardı edilen halk gruplarının savunmalarını üstlenirken, Doğu’da, bu hareketler hedef olarak Nomenklatura’nın bürokratları, parti kadroları, polis vb. gibi yeni ayrıcalıkları hedef alıyordu.”  Doğu’daki hareketler, sistem-karşıtı dil olarak Marksizmi kullanmazlarken, Wallerstein’a göre, Batı’da hareketler, hâlâ Marksizan olabiliyordu. Başlangıçta, bu hareketler, grup çıkarlarından hareket etseler de aynı zamanda “tüm grupların çıkarlarını ilerlettiği bir “yeni toplumsal hareketin öğeleri olduklarını kabul etmeye başlıyorlardı.”  Yeni hareketlerin faaliyet gösterdikleri alan da Wallerstein’a göre “bir yüzyılı aşkın bir süredir bir takım hareketler vardı, ne varki yeni olan, bunların militan faaliyeti, şimdi herşeyden önce, sosyal-demokrat hegemonyaya yönelmişti.”

Üçüncü dünyadaki sistem-karşıtı hareketler ise Wallerstein’a göre “Marksist biçimi de içinde olmak üzere Batı “evrenselciliği”nin reddi teması çerçevesinde biçimleniyor.”  Üçüncü dünyanın bu yeni hareketleri içinde, Wallerstein, dinsel bir biçim almış olanların sayısının yüksekliğine dikkat çekiyor. Kurtuluş teolojisi ile (Latin Amerika’da) açıkça sistem-karşıtı olarak ortaya çıkan hareketler olmakla birlikte, gericiliğe yönelen dinsel biçimli, yeni hareketler de yoğun bir şekilde görülebiliyor.

1960’lı yıllarla birlikte, Wallerstein, altı sistem-karşıtı hareket tanımlıyor.  Bunlardan üçü, 60’lardan çok önce ortaya çıkmış olan ve sosyal-demokrat hareketler, komünist hareketler ile ulusal kurtuluş hareketleri olarak bilinen eski hareketler. Diğerleri ise Batı’da yeni toplumsal hareketler, Doğu’da, bürokrasi-karşıtı hareketler ve üçüncü dünyada batılılaşmaya karşı hareketler. Eski hareketler kendi aralarında ve yeni hareketler kendi aralarında ortak noktalara sahip olsalar da, herbir hareket diğerlerine karşı eleştirel bir tutum sergilemekteler. Doğal olarak, iktidarda olan eski hareketler, Batı’da, sosyal-demokratlar, Doğu’da komünistler, üçüncü dünyada milliyetçiler, yeni hareketleri kendi alanlarından hareketle suçladılar. Bu suçlamalar şöyle şekillendi:  Yeni toplumsal hareketleri suçlayan sosyal-demokratlar, bu hareketlerin istemlerinin mantık dışı olduğunu ve mevcut kazanımları tehdit altına soktuğunu ileri sürdüler. Bürokrasi-karşıtı hareketleri suçlayan komünistler, bu hareketleri devletin istikrarını tehdit etmekle ve kapitalist sisteme karşı dünya çapında kavgayı tehlikeye düşürmekle suçladılar. Batılılaşmaya karşı hareketleri suçlayan üçüncü dünyada iktidardaki milliyetçiler ise sözkonusu hareketleri, ekonomik dönüşüm olanaklarını çökermekle ve toplumu durgunluğa sürüklemekten başka bir sonuç vermeyecek bir eylem yürütmekle suçladılar.

Ortak özellikler açısından “eskiler”in sahip olduğu strateji, önce devlet iktidarının fethi ve sonra da toplumsal dönüşüme dayalıydı. “Yeniler”in ortak özelliği ise sözkonusu stratejinin reddedilmesine dayanmakta.  İşte bu noktada Wallerstein, sistem-karşıtı hareketlerin, hem eskilerin hem yenilerin bunalımına dikkat çekiyor: “Başarıları sonuç itibariyle tartışmalı olan “eskiler”in stratejilerinin yerine “yeniler” güvenilir bir alternatif strateji keşfedemediler ve dolayısıyla örgütlü ve kalıcı bir kitle desteğini seferber etme geleneğini gösteremediler.”

Bunalımın altını çizse de, Wallerstein, “1968 ve devamında olanlar” dolayısıyla iyimserliğini koruyor: “Ancak 1968’den sonra, eskilerin ya da yenilerin, hem birinin hem de diğerinin dogmatizmlerinin ideolojik katılığı, eskiler bakımından yenilerin sert eleştirileriyle, yeniler bakımından ise kendi başarısızlıklarıyla kırıldı.”  Bu durum hareketler arasında, birlikte tartışmaya ve yakınlaşmaya yol açmakta. Wallerstein’a göre “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” istemleri yeniden ortak amaç olmakta. Çünkü sözkonusu hareketler sistem-karşıtı olmadıkları ölçüde, meşruiyetlerini yitiriyorlar ve muhalefete yol açıyorlar.

Wallerstein, bunalımdan çıkmak için, “hareketler ailesi”  yaratmayı önermekte. Bu “sistem-karşıtı hareketler ailesi”nde, varolan altı tip hareketin herbirine yer var. Wallerstein’a göre bu “aile” bir koalisyon olacak ama güçlü bir merkeziyetçiliğe dayanmayacak. Çünkü merkeziyetçilik, “kaçınılmaz olarak bir tipin diğerlerine hegemonya kurmasına yol açmakta.” Altı tip içinde, sistem-karşıtı olmayan öğeler de bulunmakla birlikte, Wallerstein’a göre bu öğelerin ayrılmaları, eylem içinde, kendiliklerinden olacaktır. Çünkü ihraç kararları, geçmişteki dogmatizmleri yeniden oluşturacaktır.

Wallerstein, hareketler ailesinin önüne, o bildik uzun vadeli hedefler ile ara strateji olarak “iki büyük görev” koymakta.  Uzun vadeli hedeflerin -ütopya- net olarak tanımlanması, farklı hareket tiplerini birbirlerine yakınlaştırmada ve karşılıklı güvensizlikleri aşmada önem taşımakta. Ara strateji açısından, eski hareketler, devlet iktidarının fethini zorunlu görüyorlardı. Wallerstein’a göre bu, yanlış olmamakla birlikte, devlet iktidarının fethi, herşeyin anahtarı olamamakta.  Wallerstein’ın bu noktadaki önerisi “devletinkinden başka iktidar yerleri ve mekanlarının varolduğunu kabul etmek”. Bu, kabul edildiğinde ortaya çıkan ise bütün bir devlet-dışı kurumsal yapılar bütünü olmakta. Wallerstein bunları, basın, okul, kamu yardımı, sendikalar, dernekler olarak saymakta.  Sözkonusu alanlarda denetimin kurulması, devlet iktidarının fethinden vazgeçmeyen Wallerstein için, sistem-karşıtı hareketler ailesi için orta vadeli hedefler çerçevesinde öncelikli bir öneme sahip olmakta.

1968 sarsıntısıyla ortaya çıkan koşullarda hem eski hareketlerin, hem de yeni hareketlerin yaşadıkları bunalımdan çıkmak için Wallerstein, sistem-karşıtı hareketler için kısa vadeli hedefler tanımlamakta:

a) İlk hedef olarak Wallerstein, yeniden politikleşmeyi tanımlıyor. Çünkü hareketler bir bunalım süreci yaşamaktalar. Bu bunalım, kuşkuculuk ve militan yaşamın terk edilmesi şeklinde kendini gösteriyor. Yeniler, eskileri yoğun bir şekilde eleştirseler de 70’li yıllar boyunca farklı bir örgütlenme yaratamadılar. Alman Yeşiller’i gibi eleştirilen eski örgütlenme (hiyerarşik ve askeri yapıda olmaları) modellerine teslim olan, yeni hareketler bile görüldü. Bu durumda yeniden politikleşme ile örgütsel biçimlerin yeniden yapılanması birbirine bağlı olarak çözüm bulunması gereken bir sorun olarak ortada durmakta.

b) İkinci hedefi, Wallerstein, toplumsal dönüşüm süreçlerini, kavramak için yeni bir kavramlar sistemine duyulan ihtiyaç olarak tanımlıyor. Çünkü, Wallerstein’a göre, XIX. yüzyıl siyasal teorisi, ana noktalarda, özellikle öngörüler konusunda hatalı çıkmıştır.

Geçersiz çıkan bu öngörülerden ilki, tüm dünyanın türdeşleşmesiyle ilgili teoriydi. Türdeşleşme bir yana tam tersine, büyük bir kutuplaşma yaşandı. Sözkonusu kutuplaşma, hem zenginlikle, hem de yapılar anlamında ortaya çıktı.

İkinci olarak tek tek her devlet düzeyinde beklenen türdeşleşme gerçekleşmedi. Sınıf temelli katmanlaşmanın karşısına, cinsiyet farklılıkları, ırk ve etnik köken farklılıkları, Wallerstein’a göre “belki de sınıfsal farklılıklardan daha anlamlı farklılıklar olarak ortaya çıktılar.”

Üçüncü öngörü ise, mevcut koşullara karşı tüm dünyada ezilen grupların daha da radikalleşeceklerine dairdi. Wallerstein’a göre kısmen gerçekleşen bu durum, doğrusal bir çizgi izlememiş olup, dönemsel ya da en azından eğrisel bir hat izlemiştir.

Bütün bunlara rağmen Wallerstein, eski siyasal teorinin bütünüyle eskimediğini, sistem-karşıtı hareketlerin sözkonusu teorinin “temel kavramlarını gözden geçirmek ve yeniden biçimlendirmek” zorunda olduklarını ileri sürmekte.  Wallerstein’a göre bu süreç yeni hareketler sayesinde şimdiden başlamıştır.

c) Üçüncü hedef olarak Wallerstein, altı tip sistem-karşıtı hareketin biraraya gelebilmeleri için bir dünya hareketleri “ailesi” tanımlıyor. Bu, bilinen ailedir ve tüm hareketler arasında kardeşçe bir tartışma olacaktır!

d) Dördüncü hedef olarak Wallerstein, hareketlerin “kendi küçük dünyalarında yaşamaya son vermeleri” gerekliliğini vurguluyor. “Hiçbir ‘kendi küçük dünyasını kurmuş’ özel grup kendi öz hedeflerine ulaşamamakla kalmaz, ama aynı zamanda uzun vadede tam tersi ortaya çıkar.”  Yapılması gereken ise Wallerstein’a göre, küçük dünyalardan dışarı çıkarak, hareketler ailesini kurmaktır.

e) Yeniden siyasallaşma, yeniden kavramlaştırma gerekleri, bir hareketler ailesinin kurulması, kendi küçük dünyalarında yaşamaya son verme olarak tanımlanan hedefler, sistem-karşıtı hareketler tarafından kabul edildiğinde, Wallerstein’a göre “kapitalist sistemin halihazırdaki gerilemesinin, nispeten daha demokratik ve nispeten daha eşitlikçi bir başka dünya düzeninin kuruluşuna gerçekten yol açabileceğine ciddi bir biçimde inanmaya başlayabiliriz.”

A.G. FRANK: TOPLUMSAL HAREKETLER

André Gunder Frank,  “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” isteminin, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, dünyanın toplumsal dönüşümü için mücadele eden birçok hareketin sloganı olduğundan hareket ediyor ve günümüzde buna, “dayanışma”yı da ekleme gereği duyuyor.

Frank, XIX. ve XX. yüzyılların üç tip tarihsel hareketi olarak;

a) devrimci ve ulusasl kurtuluşçu hareketleri (özgürlük)

b) işçi hareketleri (eşitlik)

c) Marksist sosyalizmi (kardeşlik) sayıyor.

Bu üç tip tarihsel hareketlerin başarısızlıkları, “diğer” hareketlerin yeni bir atılımının kaynağını oluşturuyor. Frank’a göre bu hareketler, zaten eskiden de vardı, ama üç tip tarihsel hareketler, bunları gözlerden gizlediler.

Yeni bir atılımın kaynağı olarak, işçi hareketlerinin başarısızlığının yanısıra, sözkonusu hareketlerin her türlü denetiminin reddi ve dünya pazarının ve onun ekonomik kurumlarının, halk kitlelerinin gereksinimlerini giderme konusundaki varlık nedeni ve sürükleyici gücü olan, insanların kültürel, cinsel, topluluksal ve bireysel diğer gereksinimleri, üç tip hareket tarafından karşılanamadı. Frank’a göre, “geleneksel hareketler ve kurumlar, çoğu kez bu gereksinim ve istemlerin ne ivediliğini, ne de meşruiyetini kabul etmişlerdir.”

Özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin gerçekleştirilmesinde üç tip tarihsel hareket başarısız olunca, Frank’a göre “boşluğu doldurmaya çaba harcayan” toplumsal hareketlerin önemi gitgide artmaktadır.  Frank bu noktada, toplumsal hareketlerin, partiler, kurumlar ve “klasik” hareketlerce gizlenmiş ve gölgede bırakılmış tarihlerine dikkat çekiyor.  Feminist, çevreci, barışçı, toplulukçu, köylü, vicdani reformcu v.b. birçok toplumsal hareketin tarihi gizlenmiştir. Muzaffer olmuş ya da muzaffer görünen sınıf ve ulusal kurtuluş hareketleri de sözkonusu toplumsal hareketlerin tarihinin gizlenmesinde pay sahibidir. İşçi sınıfı da aynı yaklaşımı göstermiştir, Frank’a göre. “Bunların tarihi ya ortadan kaldırılmış ya da tarihin karanlığına gömülmüştür.”

Frank’a göre günümüzde, “yeni” olarak adlandırılan toplumsal hareketler, hiç de yeni sayılmazlar.  Çünkü, “bu ‘yeni’ hareketlerden birçoğu, geçmişin benzer muhalefet hareketlerinin, tarihsel bellekten ve tarihin kollektif bilincinden silinmiş ya da silikleştirilmiş hareketlerinin çağdaş biçimleri olmaktan öte bir şey değildirler.”  Artık, bu toplumsal hareketler, eski hareketlerden çok daha güven ve coşku yaratmaktadırlar. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma için devlet iktidarı ve partilerden umudunu kesen kitleler, bunlar için mücadele eden yeni hareketlere yönelmekteler. Dolayısıyla Frank, toplumsal hareketlerin haklarını vermek için, bu hareketlerin tarihinin ortaya çıkarılmasını gerekli görmektedir.

Frank’a göre, bu hareketlerin, ekonomik, siyasal ve toplumsal tarihin devreleriyle bağlantıları bulunmakta.  Bin yıllık bir tarihten sözetmekle birlikte son iki yüzyıldan hareket eden Frank, “bu hareketlerin anlamlı bir takım yoğunlaşma ya da birikme zamanlarının varolduğunu” belirtmekte: “Yalnızca, feminist hareketler, barış hareketleri ya da çevre hareketleri gibi belirli tipteki hareketlerin farklı ülkelerde kabaca aynı dönemde ortaya çıkmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda, son derece değişik ülkelerde, bu mücadeleler ve benzerleri aynı tarihsel dönemlerde birikiyor gibi gözüküyor.”

Frank, bu hareketlerle başkaları arasında bağlantılar saptamakta.  1830’lu ve 1840’lı yıllarda ilk dalga olarak ortaya çıkan Amerika ve İngiliz feminist hareketleri, ütopik sosyalizme dayalı toplulukçu hareketlerle bağlantılara sahiptir.

Bilindiği gibi, 1960’lı yıllarda, toplumsal hareketler bir dalga olarak yeniden yükselmişlerdir. Bu durumu “toplumsal hareketlerin yoğunlaşması ve serpilip gelişmesi” olarak değerlendiren Frank’a göre sözkonusu dalga sürmektedir.

Frank’ın bu saptamalardan çıkardığı sonuç, bu hareketlerin “yeni” olmayıp, tarihimizin gözlerden gizlenmiş bir öğesi oldukları.

“Diğer ya da alternatif hareketleri”, Frank’a göre, hiyerarşiye dayalı siyasal partilerce devlet iktidarı uygulamasının sonucu olan siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel sınırlamalar doğurmakta.  Devlet iktidarının ve siyasal partilerin başarısızlığı durumu Frank’a göre hem “burjuva demokrasileri” hem “doğu ülkelerinin sosyalist ekonomik demokrasileri”, hem de güney ülkeleri için geçerli: “Devlet ve siyasal partiler, her yerde, halk kitlelerinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma gereklerine yanıt vermekte, bunları gidermekte başarısızlığa uğramıştır.”  Bu başarısızlıktan hareketle Frank, devlet iktidarının gerekli ya da ara bir evre olmadığı sonucuna varıyor.  Yani toplumsal hareketler de özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma hedeflerine doğrudan bir yolla ulaşmaya çalışıyorlar. Bununla birlikte Batı Almanya’da görüldüğü gibi Yeşil hareketi partileşti ve parlamentoya girdi. “Toplumsal hareketlerin büyük çoğunluğunun devlette iktidarı değil de bizzat devlet karşısında özerkliği aradıkları”  bilinmekle birlikte siyasal partilerin toplumsal harekete, toplumsal hareketlerin de siyasal partilere dönüştükleri görülebiliyor.

Hareketlerin sınıfsal bileşimi:

Yeni toplumsal hareketler, Batı’da, Frank’ın belirttiği gibi esas olarak, orta sınıf kökenli taraftarlara dayanmaktadır.  Tarımsal işgücünden sonra sınai istihdamdaki düşüş, Batılı toplumların toplumsal katmanlaşmasını değiştirmiştir. Bu durum aynı zamanda işçi sınıfının geleneksel örgütlerini de zayıflatmıştır. Orta sınıfın ağırlığı ise yükselmiştir. Batı’da, orta sınıfların adaletsizlik olarak algıladıkları şeyler Frank’a göre, çevreci, barışçı, feminist, toplulukçu, kimlikçi içeriğe sahip istemler olarak şekillenmiştir.  Bu hareketlerin üyelerinden birçoğunun istemleri maddi ve ekonomik bir içeriğe sahip olsa da Frank’a göre “bu durum, onların şikayetlerini feminist, çevreci, barışçı, toplulukçu, etnik-milliyetçi ve ideolojik hedeflere sahip toplumsal hareketlere üyelik yoluyla dile getirmelerine engel olmamaktadır.”

Üçüncü Dünya’da ise, bu hareketlerin temelini, esas olarak, halk ve işçiler oluşturmaktadır. Üçüncü Dünya’da sınıf mücadelesi sürmekte olup, klasik örgütlerin yanısıra, bu toplumsal hareketlerle de yürütülmektedir. Frank’a göre bu hareketler, sömürüye ve ezgiye karşı halkın başkaldırısını kendi tarzlarında dile getirmekteler.  Hareketlerin başında ise çoğu kez, orta sınıftan gelen yönetimler bulunmaktadır. Üçüncü Dünya’da bu hareketlerde Frank’a göre, sınıflar birbirine karışabildiği gibi insanları karşı karşıya getiren çatışmalar da görülmekte.

“Doğunun sosyalist adı verilen ülkelerinde” de yeni toplumsal hareketler tam gaz büyümekteler. Frank’a göre Doğu’da, bu yeni hareketler diğer yerlerden çok daha fazla “çok-sınıflı” bir karekter göstermektedir.  Frank da, Polonya Dayanışma örneğini vermekte.

Koalisyonlar ve çatışmalar:

Frank’a göre, farklı ülkelerin ve farklı içerikteki toplumsal hareketlerin arasında, çatışma ve içiçe geçme ya da tam tersine koalisyon ve ittifak olanakları ortaya çıkabilir.  Frank burda, feministlerle, önemli oranda kadının olduğu barışçı ve yeşil hareketlerin ittifak olanaklarını örnekliyor. Aynı ittifak ilişkileri, dinsel ve etnik-milliyetçi, kimi zaman ırkçı hareketler de kurabilmektedirler. İran’daki Humeyni hareketi ile bunun İslam dünyasındaki yandaşları arasındaki ilişkiler gibi.

Bununla birlikte hareketlerarası çatışmalar da olmaktadır. “Farklı dinleri, farklı etnik ya da farklı ırksal mensubiyetleri temsil eden hareketler, birbirleriyle çatışmaya girmektedirler.”  Kadınlara ve etnik hareketlere yönelik olumsuz yaklaşımlar ise pek çok hareketin ortak özelliği olabiliyor.

Yeni ayırdedici özellikler:

Hareketlerin ortak karekterlerini Frank, şöyle sıralamaktadır:

a)            Taarruza dönük olanlarla savunmaya dönük olan hareketler,

b)           İlerici, gerici ve kaçış hareketleri,

c)            Kadınların erkeklere oranla ağır basışı ve düşük bir iç hiyerarşi,

d)           Silahlı mücadeleyi temel alan hareketler ile silahsız ya da şiddeti temel almayan hareketler,

e)           Hareketler ulusal veya uluslararası boyutlu olabildiği gibi her iki boyuta birden sahip de olabilmektedir.

Bu hareketler güçlerini ahlaki gereklerden ve adaletsizlik duygularından almaktadırlar. Frank’a göre toplumsal hareketlerin itici gücünü, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ahlaki başkaldırı oluşturmaktadır.  Bu toplumsal hareketler, üyelerine kimliklerini yeniden ifade etme olanağı vermektedir.

Frank’ın belirttiği gibi, toplumsal hareketler, özerk katılımcı demokrasi ile toplumsal dönüşüm sürecine katılmaktalar.  Siyasal iktidara karşı, toplumsal iktidarla mücadele eden toplumsal hareketler, toplumsal kurumların kendilerini dönüşüme uğrattıkları gibi yenilerini de yaratmaktadırlar. Frank’a göre, “eğer bir gün olacaksa, “sosyalizm”e doğru iradi dönüşümle bir ilerleme, partiler ya da devletten çok toplumsal hareketlere dayanacaktır.” 

Barış İçin Sürekli Kadın Platformu

Oyaburcu & Tuğçe |  Sayı - 72 |  Mart-Nisan / 2002 |  10

Erkek egemen sistemin yaşamın her alanına yayılmış olan eşitsiz, baskıcı ve ayrımcılığa dayalı yapılarını reddeden kadınların, bir araya gelerek seslerini duyurmak, değişim için mücadele etmek amacıyla örgütlenmeleri yeni bir şey değil. Tüm iktidar ve tahakküm ilişkilerinin kaynağı olan ataerkil düzene, erkeklerin kadınlar adına da konuşup kadınlar hakkında kararlar vermesine ve kadının her alanda ikinci sınıf konumuna terk edilmesine karşı gelişen kadın hareketi,  farklı renklerde, değişik biçimlerde bir çok kadın örgütlülüğüyle yoluna devam ediyor. Aslında aynı amaç ve aynı karşı duruşla yola çıkan kadınlar, kendilerine ayrı örgütlenme alanlarında yer bularak seslerini yükseltmeye çabalıyor... Bağımsız ya da örgütlü bütün kadınları bir araya getirecek ve ortak söylemlerde buluşturacak bir platform arıyor belki de çoğumuz. Peki, kadınların tüm farklılıkları ile bir araya gelmelerinin zemini hazırken, bu birlikteliğin sesleri de ortaklaştıracağı o güçlü söz ne olabilir? Kadınlar ne için tüm farklılıkları ve bakış açılarıyla tek bir platformda buluşur? Aslında hepimizin tek dileği olan BARIŞ için...

Barış İçin Sürekli Kadın Platformu bileşenlerinden biri olan Kaos GL’li lezbiyenler, farklı kimlikleriyle bir araya gelen kadınlarla ortak bir hedefte buluştu ve birlikte eylemliliklerde yan yana duruyor. Platformun ve bileşenlerinin kendini tanıttığı ve tüm kadınları birlikteliklerine davet ettiği toplantının ortak çağrı metni :

“11 Eylül 2001 ve sonrasında gelişen olaylar, yerküre üzerinde hiç bitmemiş olan savaş ortamlarını daha da çoğalttı. İnsanlığın uzun yıllara dayanan mücadelesi sonucunda elde ettiği temel hak ve özgürlükler, bugün “terörle mücadeleye” yenik düşme tehlikesiyle karşı karşıya. Türkiye’nin hiç de yabancısı olmadığı olağan üstü hal globalleşiyor.

Barışı, çatışma ya da savaşın mevcut olmadığı koşullar olarak değil,çatışmacı, ayrımcı ve düşmanlık söylemlerinin, militarizmin etkin bir şekilde önlendiği ve koşullarının ortadan kaldırıldığı; temel insan hakları ve özgürlüklerin tesis edildiği, siyasal ve hukuksal düzenlemelerin insanın ve hayatın değeri temelinde kurulduğu bir düzen olarak tanımlayan “Barış İçin Sürekli Kadın Platformu” 25 Aralık 2001 tarihinden bu yana bir araya gelmektedir…

Farklı kimliklerimiz ve bakış açılarımızla ortak bir hedefte, yani kendi içimizde, içinde yaşadığımız toplumda ve bu yerkürede barışın tesis edilerek sürekli kılınmasında kadın bakış açısını ve taleplerini ortaya koymak üzere bu platformu oluşturduk. Birlikteliğimizin ortak ilkelerini ve hedeflerini oluşturduk. Bu ortaklığı genişletmek amacıyla 17 Şubat Pazar günü saat 15:00-19:00 arasında Jeoloji Mühendisleri Odası, Bayındır Sokak 7/11 Yenişehir-Ankara adresinde bir toplantı düzenleyeceğiz.

8 Mart’ı ve barış için sürekliliğimizi nasıl sağlayabileceğimizi tartışmak ve kadın buluşmamızı daha da genişletmek için bu toplantıya katılmanızı ve platform ile ilgili görüşlerinizi dinlemek istiyoruz.

Ankara Bağımsız Feminist “Kadınlar Vardır” Grubu, Anti Militarist Anarşistler, Bağımsız Kadınlar, Bağımsız, Sosyalist Kadınlar, Başkent Kadın Platformu, Cemre Kadın Dergisi, DSİP, Emekçi Kadınlar Birliği, HADEP, Halkevleri Genel Merkezi, İHD Ankara Şube Kadın Komisyonu, KAOS GL, KESK Kadın Sekreteryası, ÖDP, Öte-ki Ben Lezbiyen Feminist Oluşum, Sosyalist Eylem Platformundan Kadınlar, Uçan Süpürge ” 

Platform, bu ortak toplantının ardından da 2 Mart günü Yüksel Caddesinde basın açıklaması yapıldı. 5 Mart Çarşamba günü saat 12:30 da,  yine 8 Mart öncesi etkinliklerinden biri olan, “cezaevlerindeki kadınlara kart gönderme” eyleminde  buluştu. Eylem, Kızılay PTT si önünde alkışlarla sona erdi.

8 MART’ta Barış İçin Sürekli Kadın Platformu

8 Mart için Yüksel Caddesi’nde yapmayı düşündüğümüz tüm gün sürecek şenlik planımız, Çankaya Belediyesi’nin caddeyi kendi etkinliği için aldığını öğrenmemizle birlikte bu şenliğe standlarımızla katılma biçimine dönüştü. Ancak, Ankara Valililiği ve Emniyet Müdürlüğü’nün tüm gün sürecek bir şenliğe yasak getirmesi üzerine, uzun tartışmalar ve çözüm arayışları sonucu, bize tanınan yarım saatlik basın açıklaması süresini grupların ayrı ayrı kendi basın açıklamalarını yapmaları için kullanmayı kararlaştırdık.

7 Mart akşamı ellerimizde mumlar, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü yasaklayan zihniyeti kınıyoruz” yazılı dövizlerimizle sessiz oturma eylemi yaparak tepkimizi dile getirdik. 

8 Mart günü saat 12:30 da platformun tüm bileşenleri Yüksel Caddesi’nde buluştuk.Rengarenk kıyafetler,ellerimizde pankartlar, yakalarımızda rozetlerimizle hepimiz hazırdık. Emniyet güçleri de sokağın iki ucunda yerlerini almıştı. Çevremizi saran güvenlik görevlileri,basın mensupları ve meraklılardan oluşan erkek kalabalığından kadınların oluşturacağı çemberin dışında kalmalarını rica ettiysek de her zamanki gibi ön saflara geçmeyi başaranlar da oldu.

İlk olarak Barış için Sürekli Kadın Platformu’nun ortak basın açıklaması yapıldı. Gerçekleştirmeyi planladığımız, fakat basın açıklaması ile sınırlandırılan etkinliğimiz içine sıkıştırmak zorunda kaldığımız ’Kız kardeşim için...’ kampanyasının sloganlarına alandaki tüm kadınlar hep bir ağızdan katıldık. Ardından platform bileşenleri kendi basın açıklamalarını yaptı.

KAOS GL ve ÖTE-Kİ BEN adına ortak basın açıklamamız ise Hülya Tarman tarafından yapıldı. Aynı metin alandaki kadınlara da dağıtıldı. Bu açıklamayı aşağıda okuyabilirsiniz.

Ardından bir kadın arkadaşımızın bestelediği kadın şarkısının nakaratını hemen orada  öğrenip eşlik ettik. Okunan şiir ve Kadın ve Toprak Grubu’nun tiyatro gösterisiyle etkinlik sona erdi.

Savaş ve Barış

Yeşim Başaran |  Sayı - 78 |  Temmuz-Ağustos / 2003 |  18-19

Irak’ta Savaşa Hayır 

Her gün yeni ölümlerin, yeni çatışmaların haberi gelen Irak bombalanmaya başlamadan önce, Türkiye’de birileri yaşıyor olmanın sorumluluğunu hissediyor ve yanındaki katliama seyirci kalamayacağı gerekçesiyle sokakları dolduruyordu. “Irak’ta Savaşa Hayır” ve “Savaşa Hayır” en sık kullanılan, en sık gördüğümüz cümlelerdi. Yakalarda, vitrinlerde, araba camlarında, vs. Eşcinsel grupları ve örgütleri de bu mücadele içerisinde yer aldılar. Çifte bir bayram havasında. Hem savaşa, topa, tüfeğe, bombaya karşı durmanın haklı gururunu yaşayarak, hem de kendi kimliğine gündüz gözüyle sahip çıkmanın kıvancı içinde.

Bu eylemler savaşa karşı idi, bahsettikleri savaş Irak’ın bombalanmaya başlaması idi, Irak bombalandı, bombalanma bitti, savaş bitti, eylemler de bitti. Bu denklem doğru mu gerçekten? Eylemler bitmeli miydi? Bu şekilde sonuçlanacağı, ortaklaşılan üst başlıkta açığa çıkıyor zaten. “Irak’ta Savaşa Hayır” Bu üst isim şu anlama geliyor: “Başka yerlerdeki savaşlara hep beraber hayır diyeceğimiz pek garantili değil, sallantıda. Her yeni durumda yeniden tartışmamız gerekecek.” Bir yerde savaşa nasıl “evet” denir? Savaştan çıkarımız olduğu düşünülürse herhalde.

İnsanın savaştan çıkarı olabilir mi? Savaş, hakkında bilgisayar oyunu gibi konuşabileceğimiz bir şey olabilir mi? “Kırmızılar öne geçti, Maviler epey bir güçten düştü!” Çıkarı gereği bir savaşı olumlamak demek, çıkarı gereği işkenceyi olumlamak değil midir? “Savaşmak zorundaydık, çünkü bizim kutsal amaçlarımız için gerekiyor”. Yani amaca giden her yol mubahtır, anlayışı. Tarih bu anlayışa sarıldıkça savaş mutlaklaşırken, tarihi bu anlayıştan kurtarmak isteyenlere, yani barışçılara, hayalci deniliyor. Oysa kimse fark etmiyor mu, savaştıkça, kutsal amaçlar birer hayal haline dönüşüyor.

Peki ya Türkiye’de? 

Irak’taki savaşa karşı yaşama bağlılığımız yerindeyken, Türkiye’nin militarist uygulamalarına, savaş sistemini sürekli besleyen gerçekliğine karşı neden duygularımız köreliyor? Başka ülkelerdeki savaşlara hayır diyebiliyoruz. Kendi ülkemizdeki savaş hakkında neredeyse “aa savaş mı var?” diyecek kadar ilgisiziz.

Militarizm, toplumsal sorunların üzerine şiddetle gitmek demekse, sorunlara çözüm üretmek antimilitarist mücadelenin amacı değil mi? Savaşmak isteyenleri savaşamaz hale getirmek, antimilitarist mücadelenin amacı değil mi? O zaman Türkiye’de 15 yıl boyunca yaşanan savaşa karşı antimilitarist mücadele nasıl gerçekleştirilebilir? Bu savaşın, yarattığı şiddet dolu kurumlarla ve tehditlerle birlikte, tamamen ortadan kalkması için Kürt sorunun çözülmesi gerekmiyor mu?

Kürt sorunu sadece Kürtlerin sorunu gibi algılanıyor. Sanki uzaylılar yapıp etti, her ne kötülük varsa; veya Kürtler kendiliklerinden bu sorunlarla sarmalandılar. Sanki kendi dillerini, varlıklarını kendi kendilerine inkâr ettiler. Sanki devlet dışında değişmek zorunda olan kimse yok. Sanki militarizm Kürtlerin kafasına vurdukça, bunu önemsemeyenler de, sesini çıkarmayanlar da suçlu değil! Sanki onların da değişmesi gerekmiyor!

Türkiye’de savaş sistemi geçtiğimiz ay içinde DEHAP İstanbul Kadın Kolları yöneticisi Gülbahar Gündüz’ü kaçırdı, işkence ve tecavüz ederek “barış için politik mücadele yürüten kadınlara cevabımızdır” dedi. Faili meçhuller devam ediyor. Askeri operasyonlar devam ediyor. İşkenceler devam ediyor. Kürtler silahları bırakmak istiyor, barış ve kardeşliğin yeşereceği birlik ortamında yaşamak istiyorlar; devlet, çözüm olarak içinde pişmanlık barındıran yasa tasarılarıyla karşılarına çıkıyor. Türkiye’nin doğusu çığlık atıyor “BARIŞ” diye, ama batısının kulağı milliyetçilikle tıkanmış, duymuyor. 

Irak’ın bombalanmasını istemeyenler, Türkiye’deki savaşın durmasını da istemelisiniz. 

Barış Masası 

Biz tam da bunu isteyen birkaç feminist örgüt bir çağrı yaptık. Çağrımız şöyle özetlenebilir:

“Şiddete dayalı erkek egemen siyaset şimdiye kadar kan davası geleneğini de, savaşları da bitiremedi. Barış için bu siyaset geleneğinin terk edilmesi gerek... Erkeklerin yolu savaştı. Şimdi kadınların yolu açılıyor. Barışın yolu açılıyor. Bizler şiddet yerine diyalogu öneriyoruz. Masaya oturalım, konuşalım, tartışalım, diyoruz... Bu masa barış masası! Bu masada sansür yok, bu masada yasak yok. Gelin, oturun bu masaya, savaşmayın. Konuşalım, tartışalım.”

Çağrımızı yaşama geçirmek için 7 ve 14 Haziran günleri Beşiktaş’ta masamızı açtık ve yanı başında nöbet tuttuk. Uzakta barış masası açmak kolay, doğrudan şiddetin olduğu yere gitmemiz gerek, diye düşünerek “Barış masası, depremin bir kez, şiddet kültürünün defalarca yıktığı Bingöl’e gidiyor. Bingöl’de konuşulamayan ne varsa konuşulsun, gözler önüne serilsin diye...” dedik. 16 Haziran’da ondan fazla ilden kadın, 30’dan fazla sivil toplum örgütünü temsilen gittiğimiz Bingöl’de tartaklanarak, “burası Bingöl, burada sizin bildiğiniz yasalar geçmez” denerek gözaltına alındık. Gözaltından salınırken de kendi ülkemizden kovulduk. Bingöl’ün etrafında bizim bilmediğimiz sınırlar çizili olmalı ki, Bingöl’den dövülerek “sınır dışı edildik”! Gözaltında yaşadığımız hakaret, olanaksız bırakılma, tehdit havası yetmiyormuş gibi, anaakım medyada sanki biz barış için değil de savaş için gitmişiz, dolayısıyla gözaltını hak etmişiz, gibi imalar içeren haberler çıktı.

Gözaltı: İktidar,  İtaat, Özgürlük 

Gözaltında neyle karşılaştığımı paylaşmak istiyorum. Teneffüsten sonra hemen toparlanıp sıralara oturamadık diye bizleri sıra dayağına çeken ilkokul öğretmenlerimle karşılaştım. Yatılı okulda neyi, nerede, ne zaman, nasıl yapacağımızı bize bağıra çağıra belleten hocalarımla karşılaştım. Eşcinsel kızını zorla evlendirmeye çalışan anneyle karşılaştım. Yemeğin ısısını beğenmeyince karısını döven adamla karşılaştım. Eşcinsel olduğunu söylediğin halde sanki bu hiç konuşulmamış gibi davranan arkadaşlarla karşılaştım. Hem sokakta hem evde kadınların her an tehdit altında hissederek yaşamalarına neden olan şiddetle karşılaştım.

Polislerin eğitimler alarak uyguladıkları teknikler, aslında yaşamımız boyunca sürekli karşımıza çıkan iktidarın boyun eğdirme teknikleri. İktidar, doğduğumuz andan beri bize boyun eğmeyi, insanlıktan çıkmayı öğretiyor. Her boyun eğişte bir hediye, her karşı çıkışta şiddet. Bizi kapatarak yalnızlaştırıyor. Numaralandırarak hiçleştiriyor. Doğrudan zihnimize saldırıyor, yaşam algımıza, yaşama isteğimize saldırıyor. Bizi boyunduruk altına almadan, kendine bağlamadan içi bir türlü rahat etmiyor. Kendisine benzemeyen herkesten çok korkuyor, başta kadınlardan. Kadınların yaşam koltuğuna kurulacak olması onu çıldırtıyor. Kadınların ona uyduluk yapmaktan vazgeçmesi kendi yaşamlarını, kendi örgütlerini yaratmaları erkek iktidarını hırçınlaştırıyor.

İktidara karşı özgürlük mücadelesinin aynı zamanda doğrudan kendi kişiliğimize dönük bir mücadele olduğunu gözaltında bir kere daha derinden fark ettim. Çünkü iktidar doğrudan kişiliğimize saldırıyor. Doğrudan benliğimize, benlik algımıza saldırıyor. Bizi kendine göre yeniden yaratmaya çalışıyor. Buna karşı çıkmadan özgürlük mücadelesi vermek mümkün değil. Dolayısıyla özgürleşmek için tarih boyunca iktidar ilişkileri içerisinde oluşmuş kişiliğimizdeki bütün bu izleri teker teker söküp atmamız gerekiyor.

Özgürleşmek için, iktidar farklılığı sonucu bir varlığın iradesinin başka bir varlığın iradesine bağlanması anlamına gelen şiddeti yaşamımızdan köklü bir şekilde uzaklaştırmalıyız. Gözlerimizi kör eden düğümler atılmış tarih boyunca irademize. Şiddete dayalı, köleleştirmeye ve sömürgeleştirmeye dayalı ideolojilerin mutlu birlikteliklerinin egemenliği altında şekillenmiş kişiliğimiz; kah onlara itaat ederken, kah onlara karşı direnirken. Toplumsal erkekliğe dayanarak kurumsallaşan militarizmin gölgesi altında özgürleşmek o kadar olanaksız ki, dibi delik bir bardağa su doldurmak gibi. Özgürlük için antimilitarist mücadeleye ihtiyacımız var. Savaşların tarihe karıştığı, tehdit olmaktan çıktığı, kendimizi güvende hissedeceğimiz bir yaşama ihtiyacımız var. Tıpkı “Irak’ta Savaşa Hayır” dediğimiz günlerde olduğu gibi hep beraber “Türkiye’de Savaşa Hayır” diye bağırmalıyız. Türkiye’deki savaşın durması için gerekli çalışmaları yapmalıyız.

Dünya pek alçak bir yer olmadan...

Bawer Çakır |  Öğrenilmiş Korkularımız - 109 |  Kasım-Aralık / 2009 |  18-19

Lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüellerin (LGBTT) içselleştirdikleri ve/veya ürettikleri fobiler üzerine bir dosya yapmaya karar verdiğimizde mevsim yaz, hava güzel, mekânımız bir tatil bölgesiydi. Bu yazıyı yazdığım sırada ise hava rüzgârlı ve kapalı, günlerin erken karardığı bir mevsimde İstanbul’dayım.

Bir Kürt olarak, özgürlükçü olarak ya da gey olarak, tekil ya da çoğul halde çarptığım duvarları ve nedenlerini yazmak ise şimdi aylar önce dilime geldiğinden daha zor. Zira zor zamanlardan, mühim zamanlardan geçtiğimiz şu günlerde yeni cümleler kurmak çok zor çoğu insan için...

Ama bir yerden de başlamalı. Çünkü benim ya da bir başkasının değil, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılığa uğramak istemeyen hepimizin ortak bir sorunu bu.

Geçmişe dönelim. Lambdaistanbul’a ikinci kez geldiğim yıl –ki 2004 Eylülü’ne tekabül eder, Pazar günleri düzenlenen "Açılma toplantıları"nın birinin başlığı "Sadece eşcinseller mi açılır?"dı. Konuşmacılardan biri anneannesinin Ermeni olduğunu öğrendikten sonra yaşadıklarını "Anneannem" adlı ses getiren kitabında anlatan avukat ve insan hakları savunucusu Fethiye Çetin ve sakat hakları için mücadele eden yazar Nazmiye Güçlü’ydü.

Herkes "mazlum" olduğunu düşündüğü Güçlü’ye "hak vererek" dinledikten sonra, Çetin konuşmaya başladı. Anneannesini, Ermenilerin yaşadıkları acıları, keder dolu geçmişi, müfredatın kasıtlı olarak es geçtiği tarihi, bugünkü durumu anlattı... Bazen gözlerimiz dolarak bazen sinirden karnımıza kramplar girerek dinlerken, o küçücük salonu dolduran kalabalıktan biri öfkeyle bağırmaya başladı. Çetin’e hakarete varan sözler söyledi. "Duyduklarını" daha önce ya kimseden duymadığı için ya da belleğinde hiç olmayan, duymak istemediği şeyleri duyduğu için "yalancılıkla", "bölücülükle", "tarihi saptırmakla" itham ediyordu Çetin’i. Gey olduğunu -en azından- yakın çevresinden ve bizlerden saklamayan o arkadaşı sakinleştirip durumu izah etmeye çalışsak da sözlerimize ikna olmamıştı. Mekânı terk ederken hâlâ bağırıyordu.

O an bu tahammülsüzlüğün bir geyden, hem de LGBTT mücadelesinin çevresinde dolaşan bir geyden duymak, salondaki herkes kadar, beni de şaşırtmıştı. Birkaç dakika bakakaldığımı anımsıyorum.

Olayın hemen ardından Çetin ne yazık ki "çok alışık olduğu" bu tepkiyi büyük bir soğukkanlılıkla karşılamış, bu reflekslerin nedenlerine dair şeyler anlatarak konuşmasını sürdürmüştü. Bense nasıl olur da toplumsal yapıdan kamusal alana, resmi argümandan ahlaki normlara kadar birçok alanda, birçok araçla ötelenen birinin kendisiyle aynı deneyimleri yaşayan birine böylesi bir kinle saldırabildiğini anlayamamıştım. Kafamdaki soruların yanıtını yeni olduğum LGBTT cemaatinde sonra yaşadığım tepkilerle idrak edecektim. Ne yazık ki jetonum, bu kahrolası algının, kafama milyon kere vurmasıyla düşecekti.

Aylar geçti, yıllar geçti... LGBTT’ler hakkında korkunç şeylerin yazıldığı, "ibne"nin hakaret olarak kullanılmasının "in" olduğu ekşi sözlük’e alternatif olmak, ayrıca homofobik ve cinsiyetçi olmayan bir mecra yaratmak için kurulan homoloji.com yayına girdi.

İlk günler çok güzel, neşeli, eğlenceli bir alan olan homoloji.com bir yanıyla içindeki birikimi kamusallaştırmak isteyen LGBTT’ler ve dostları için çölde su olmuştu.

Ancak "vaat edilen cennetin" cehenneme dönüşmesi, çok uzun sürmedi. Çetin’in Ermeni anneannesine tepki veren zihniyetin karanlık eli, kendisini "Kürt", "Kürt sorunu", "PKK", "Abdullah Öcalan", "Ermeni sorunu" gibi yine resmi argümanın "hoşlaşmadığı" konulara ve isimlere gelindiğinde gösterdi. Hem de bu kez doğrudan etimize bata bata.

Kendisine "Kemalist", "Atatürkçü", "ilerici", "modern", "aydınlık", "çağdaş" ve benzeri "öğretilmiş" sıfat yükleyen, ve bunu da her fırsatta beyan eden sözlük kullanıcıları, Kürt veya Ermeni olduğunu söyleyen ya da bu konuda resmi argümanın aksine şeyler söyleyenleri linç etmeye, zaman zaman "ya sev ya terk et" söylemiyle homoloji’den uzaklaştırmaya, zaman zaman da kelle istemeye kadar gitti... Bazen kızgınlıkla, hınçla yanıtlar yazıp dalaştık, bazen durumun tuhaflığına üzülerek burkulduk, kimi zaman da "yaşananları sevmek yerine" olay mahallini terk etmeye giriştik, hatta terk ettik... "Mağdur" geyin, başka bir mağdur geyi, eline geçen ilk fırsatta mağdur ederek kendi mağduriyetini unutmasına, şaşırmakla öfkelenmek arasındaki o mayınlı bölgede vücut bütünlüğümüzü koruyarak gezdik. Sonra homoloji.com’un server’ı çöktü, onca hakaret, onca ırkçı ifade, onca açıklama ve diyalog kurma çabası da uzayın boşluklarına karıştı. Peki ya tortusu? O ise ne acıdır ki kendine "yeşerecek" toprak, beslenecek gübre, su ve güneş bulabildi.

Tam bu sıralar bir profil sitesinde tanışıp hoşlaştığım biriyle muhabbeti "ciddileştirip" MSN’e taşıdık. "Ne dinliyorum’u göster"i seçtiğim için, dinlediğim şarkılar karşımdaki insanın ekranında da görünüyordu. "Görünmez olsaydı" dediğim olay ise Kürt şarkıcı Aynur Doğan’ın bir şarkısının müzik çalarımda dönmeye başlamasıyla oldu.

Kendini –yine (bir tesadüf olamaz değil mi?) Atatürkçü olarak tanımlayan kişi önce Doğan’ın Kürt olduğunu bilmediğimi düşünerek vurguladı. "Çok sevdiğimi" öğrenince de frenleri patlamış araba gibi yokuştan üzerime salındı. "Ben milliyetçiyim. Kürtleri hiç sevmem. Kürt diye bir şey yoktur. Kendine Kürt diyen herkes kandırılmıştır, ısrar edenler asılmalıdır." Neden bilmiyorum ama kayışı "Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürt ismi olanlarla hiç konuşmam. Kıymetini bil" dediğinde kopardım.

Bana, "Diğerleri kötü, sen iyisin" diyerek eşcinselliğime ve/veya Kürtlüğüme "tolerans" gösterenlere duyduğum ama mümkün mertebe dizginlemeye çalıştığım kızgınlık, orada çalkalanmış asitli içecek gibi kontrolsüzce patlayıverdi.

Zira sabırla açıklama yaptığım süre dolmuş, sinirim çalan zilin sesini duymuştu. Mesajlaşırkenki mutlu ve mesut ilişki bir Kürtçe şarkıdan "şiddetli geçimsizliğe" terfi etmişti. Sonra karşılaştığımız hiçbir yerde selamlaşmadık bile.

...

"ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
onlar aşağıda siyah kalacak!
sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak!
kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!"

Bu dizeler Birhan Keskin –ki her dizesi ömre bedeldir- "Öteki" adlı şirinden. Toplumumuzdaki ve elbette –hiç sevmem bu kelimeyi ama- cemaatimizdeki ayrımcılığı tarif etmeye çalışırken cuk dedi oturdu sanki. Zira, kabul görme isteğinin çığırından ve insanlığından çıkardığı "dezavantajlı gruba" mensup bireyin, kendine yoldaş/dost eylemesi gereken başka bir dezavantajlı grup üyesini düşman bellemesidir yılanın başı. Ama o başın ezilip yok edilmesi değildir çözümü. Teşhir edilip, üstüne tartışılması ve bu hastalığın bir daha nüksetmemesi için virüslü bölgenin iyice temizlenmesidir ihtiyacımız.

Çünkü, istediğiniz kadar "haklı" çıkartmaya çalışalım bir LGBTT’nin Kürtlerden, Kürtlerin Ermenilerden, Ermenilerin Alevilerden, Alevilerin türbanlılardan, türbanlıların Rumlardan... Kısacası "Türk, Müslüman, Sünni, heteroseksüel ve Erkek" olmayanların (potaya girmek için en az biri olmanız kâfi) birbirlerinden nefret etme, birbirlerini düşman görme ve birbirlerinden uzak durma lüksleri yoktur. Hele ki bu insanlar kendi "kulvarlarında" mücadele ediyor, kendileri ve –klasiktir- dünya için eşitlik, barış, kardeşlik istiyor, anlayış ve haklarını talep ediyorlarsa kabul edilebilir hiç değildir.

Faşizmin mağduru birinin homofobik, ırkçılıkla cebelleşen birinin kadın düşmanı olması, türban taktığı için etiketlenenin Alevilerden ya da misal Hıristiyanlardan nefret etmesi gibi uzayıp gidecek bu zincirde, cümleleri kurarken bile, görünen saçmalığa prim vermek mağdurun, mağdur edenlerin ekmeğine yağ ve bal sürmesinden başka hiçbir getirisi olmayacak bir "hizmete" alet olmaya yeter... de artmaz; o yağın ve balın sürülmesiyle, egemenin o ekmeği mideye indirmesiyle kalır.

Bu nedenle yapılması gereken, -ya da daha imgesel olsun- kanayan yaranın merhemi birbirini anlamaktan geçer. Elif Şafak’ın bu yılki LGBTT Onur Haftası’nda yaptığı konuşmadaki "sığ empatiden" bahsetmiyorum. Söylemeye çalıştığım daha çok dinleyebilmek, konuşabilmek, yermek yerine kabul etmek gibi daha olası, insani ve çoğaltıcı şeyler.

LGBTT mücadelesine emek verenler –ki birçoğunu tanıyorum, birçoğu arkadaşım- yıllardır verdikleri emeklerinin (kendimi de bu emeğe dahil edeyim müsaadenizle) sonucu olarak yalnızca LGBTT’lerin özgürleşmesini ve haklarını almak istemiyorlar.

LGBTT mücadelesinin bileşenleri kendilerinin de mağduru olduğu algının/yapının/zihniyetin ya da adına her ne diyorsak, o illetin ortadan kalkması ve her yurttaşın/insanın eşit haklara ve ifade özgürlüğüne sahip olduğunu bir Türkiye/dünya için mücadele ediyorlar/ediyoruz.

Bu dosyada ucundan kıyısından değinmeye çalıştığımız şey aslında biraz da bu. Eğer yüzüne ışık tutulmuş tavşanlar gibi hissedersek belki düşünmeye/konuşmaya/anlamaya/dokunmaya başlarsak bu taşlarla örülü zorlu yolun sonunda yemek istediğimiz çorbaya lezzet vermesi için gereken bir tutam baharatı daha atmış olacağız.

Evet biliyorum kötü bir son olacak, evet farkındayım çok geyik ve klişe ama, hem valla hem billa; kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz. Zira, bunun aksi, yine Birhan Keskin’den alıntılarsak çok da güzel görünmüyor:

"balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.

dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor." 

Sınırları Aşmak: Türkiye’nin Sınırları ve Evrim Alataş Üzerine Kürtlerin Mücadelesi Türkiyelileri de Özgürleştirecek!

İmge Oranlı |  Sınır - 124 |  Mayıs-Haziran / 2012 |  44-45

Eşcinsellik ve heteroseksüellik arasındaki sınırın aşılmasında eşcinselliğin heteroseksüelleri neden özgürleştireceğinin anlaşılmasının önemli olduğu gibi, Kürtler ve Türkler arasındaki sınırı anlayabilmek için de Kürtlerin özgürleşme mücadelesinin Türkiyeli diğer halkları neden özgürleştireceğini anlamak önemli.

Kaos GL dergisi yayınlanmaya başladığı 90’ların ortasında siyah-beyaz basılırdı ve kolay kolay bulunmazdı. Dergi ile bu dönemde, bir arkadaşımın elinde bulunan bir kaç sayıyı bana vermesiyle tanıştım. İlk gözüme çarpan, derginin kapağında yazan şu sözler oldu: “Eşcinsellerin Kurtuluşu Heteroseksüelleri de Özgürleştirecek.” Bu sloganı kavrayamamıştım; neden eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirsin diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ancak çok sonra bu sloganın önemini kavradım. Bunun için heteronormatif düzen, zorunlu heteroseksüellik, homofobi gibi kavramları anlamam gerekti. Heteroseksüelliğin ‘normal olan’ olmadığını, daha doğrusu ‘normal olan’ın tarih boyunca siyasi, ekonomik ve kültürel olarak üretildiğini yani sosyal-tarihsel süreçlerin normları belirlediğini fark ettim. Dahası, ‘normal’i tayin etme ehliyetini elinde bulundurduğunu iddia eden bilimsel bilginin nesnesine içinden çıktığı düzenin varsayımlarıyla yöneldiğini, yani ideolojik olduğunu ve toplumsal normların çerçevesi içinde iş gördüğünü kavradıkça heteroseksüelliğin norm olarak nasıl inşa edildiği, denetlendiği ve sürekli olarak yeniden üretilmesi gerektiğini anlamaya başladım.

Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri özgürleştirecekti çünkü LGBT mücadele tam da toplumsal olarak inşa edilen normları hedef alıyordu. Toplumsal cinsiyet rollerinin altını oyan, bu rollerin mutlaklığını sorgulayan bir anlayış hem feminist hem de LGBT hareketin gündemini oluşturuyordu. LGBT ve feminist hareket tam da bu nedenle Fatma Şahin’in de dile getirdiği gibi “Türk Aile Yapısı”na ters, çünkü mutlakmış gibi sunulan rollerin aslında hiç de mutlak olmadığını kültürel ve tarihsel süreçlerle belirlendiğini ve böylece tarihin ve kültürün bu yapıları değiştirme gücüne vakıf olduğunu iddia ediyor.

Örneğin, varlıklarıyla kadınsı erkekler, erkeksi kadınlar, translar toplumsal olarak inşa edilen cinsiyet rollerini hedef almakta. LGBT mücadelesinin belki de en “tehlikeli” yanını toplumsal cinsiyet rollerine getirdiği eleştiride aramak lazım. Hele de Türkiye gibi erkekliğin askerlik, sertlik, vurdumduymazlık ve şiddete eğilim ile özdeşleştirildiği bir ülkede kadınsı erkeklerin varlığı, erkekliğin aslında hiç de katı, değişmez ya da doğal olmadığına işaret ediyor. Erkekliğin tek bir tarifinin değil pek çok halinin varolabileceğini vurguluyor. Böylece kadınsı erkekler, erkekliği fallus ile özdeşleştiren anlayışa karşı egemen erkekliğin kırılganlığını göstermiş oluyor. Egemen erkeklik söylemi erkekliğin biyolojik olarak değil kültürel olarak inşa edildiği bilgisiyle mutlaklığını yitirirken, egemen erkeklik pratikleri ise kadınsı erkeklerin erkeksiliği kadınsılıkla harmanlamasıyla tehdit edilmiş oluyor. Bu tehdidi trans nefret cinayetleri ile ilişkilendirmek mümkün. Trans nefret cinayetleri, tehdit edilen egemen erkekliğin bu tehditle baş etme şekli olarak okunabilir. Erkeksiliğin kadınsılıkla biraradalığına karşı duyulan öfke aslında erkekliğin kırılganlığına dair bir korku. Bu korku çoğu zaman öfke olarak dışa vuruluyor.

Fakat, trans cinayetlerinin nedenini anlama çabamız ne yazık ki bu cinayetlerin önlenmesi için yeterli değil. Bu cinayetlerin önlenmesi için atılacak ilk adım cinayetlerin bir an önce çıkarılması gereken nefret suçları yasası altında ve nefret cinayeti kapsamında ele alınması olacaktır. LGBT olma ve heteroseksüellik arasındaki ilişkiye değinmek istemem bir başka mesele ile paralellik kurmak istediğimden. Tıpkı eşcinsellik ve heteroseksüellik arasındaki sınırın aşılmasında eşcinselliğin heteroseksüelleri neden özgürleştireceğinin anlaşılmasının önemli olduğu gibi, Kürtler ve Türkler arasındaki sınırı anlayabilmek için de Kürtlerin özgürleşme mücadelesinin Türkiyeli diğer halkları neden özgürleştireceğini anlamak önemli.

Evrim Alataş’ın Biz Bu Dağın Çiçeğiydik...(1) isimli kitabını okurken Kaos GL’nin kapağını süsleyen sloganı hatırladım. Kitapta Kürtlerin kurtuluşunun Türkleri de özgürleştireceğini açık olarak ifade edilmese de toplumsal barış gelmeden Türkiye’deki psiko-sosyal ve fiziksel savaş halinin ve söyleminin dinmeyeceği anlaşılıyor. Kürtlerin kurtuluşunu Kürtlerin bir halk olarak tanınması olarak okumak gerek, zira Alataş’ın da belirttiği gibi "Kürt sorunu bir Kürtlük sorunudur" (Alataş, 11), yani bir varlık sorunudur. Ve Kürtler Türkiye sınırları içerisinde kendi varlık koşullarını kendileri belirleyemediği sürece bu bir varlık sorunu olmaya devam edecek, çünkü Türkiye’de Kürtler hâlâ Kürt olarak varolamıyor, varolmaları koşullara bağlanıyor ve kimlikleri “tehlikeli” addediliyor. Her ne kadar Alataş kitabında Kürtler ve Türkler ikiliğinde bir değerlendirmeye gidiyorsa da Türkiye’nin varoluşsal sınırları devlet politikası olarak yok saydığı, asimile ya da yok etmeye çalıştığı tüm halklara dayanıyor. Türkiyeli Kürtler var olma mücadelelerini ölüm pahasına da olsa devam ettirebilme iktidarına sahip bir halk, sesini yükseltebilen, sesini öyle ya da böyle duyurabilmeyi başarabilen bir halk. Bu sesi haysiyetsizleştirme çabasına giren ana akım medya ve adil olmayan yargılama süreçleri ve tutuklamalar muhalif kesimlerce inandırıcılığını yitirmiş durumda. Evrim Alataş’ın kitabı tam da bu noktada değerlendirilmesi gereken bir eser. Alataş, kendi deyimiyle "meselenin bu tarafında olup bitenleri aktarmak ve bu taraftan bir bakışın, diğer tarafa ulaşana kadar nasıl bir mutasyona uğradığını" özetlemeye girişiyor (Alataş, 11-2). Yani Alataş, Kürt coğrafyasında yaşanan savaşın Batı’da aktarılmayan yüzünü görmemize olanak sağlıyor.

Tam da bu noktada Kürtlerin mücadelesinin Türkiyelileri nasıl özgürleştireceğini kavrayabiliriz.  Kürtlerin varlık mücadelesi Türkiye Cumhuriyeti devletinin asimilasyon ve yok sayma politikalarına karşı bir başkaldırıdır en temelde, çünkü üstü kapatılan tarihleri, yoksayılan ve katledilen halkları, Türkleştirme politikalarını açığa çıkarabilecek niteliktedir, zira yoksayılan bir halkın bu başkaldırışı Türkiye’nin resmi tezlerinden en azından birini -Kürtlere dair olanını- çatırdatmıştır. Türkiyeli halklar Türkiye’nin asimilasyoncu geçmişiyle yüzleşmediği sürece devletin sürekli ürettiği militarist, tek-tipçi sünni müslüman Türk kimliğinin içine sıkışmaktalar. ‘Ne mutlu Türküm diyene’lerle yetişenlerin pazarlanan Türklük modeli ile mutlu olamayacağı aşikar, zira ‘türkün türkten başka dostunun olmadığı’ yerde herkes potansiyel düşman ve her yerde savaş. Bu savaş halet-i ruhiyesi özgürleşmenin önünde en büyük engeldir. Öte yandan, bazen özgürlüleşmek için savaş da gerekebilir; kendini özgürmüş gibi sunan toplumlarda üstü örtülen haksızlıkları ortaya çıkarmak için.

Alataş için de otuz yıldır süren savaşın, dökülen kanın "karşılığı ‘kürdüm’ diyebilmek, yaşayabilmek, konuşabilmektir" (Alataş, 14). Alataş’ın kitabı Kürtlük ve Türklük arasındaki sınırlar üzerine düşünmek için önemli bir alan açmakla kalmıyor, aslında Türkiye’yi bu iki eksen arasına sıkıştıranın savaş halinin ta kendisi olduğunu dile getiriyor. Bugün BDP’ye yöneltilen Türkiye partisi olamama eleştirilerine de değinen Alataş, iki toplumun birbirinden koptuğu bugünkü bağlamda Kürt siyasi hareketinin Türkiyelileşememesinin doğal olduğunu vurguluyor. Kürtlerin Türkiye’ye dair daha kapsamlı taleplerle gelebilmesi için öncelikle kendilerine dair taleplerin karşılanması gerekmez mi sahiden? Siyaset yaptığı için temsilcileri tutuklanan, hem siyasi hem de fiziksel olarak şiddete maruz kalan bir partiden bahsediyoruz nihayetinde, eğer Türkiye’deki hukuksuzluk bugün en gaddar yüzünü Kürtlere gösteriyorsa bu hukuksuzlukla oradan başlayarak mücadele etmek gerekmez mi? Aslında Kürtlerin varlık mücadelesine yönelik her çaba Türkiye’yi tek tipçi bir Türklük üzerinden kavramaya çalışan anlayışa karşı çıkıyor. Alataş’ın kitabını okurken karşılaştığım bir başka önemli tespit ise Türkiye solunun ezberci geleneğinin, solun Kürtlerin mücadelesiyle ilişkilenememesinin temelinde yattığı iddiası; Alataş’a göre "Türkiye’nin temel çelişkileri sınıf çelişkisi olmaktan çıkıp, etnik ve dini çelişkilere dönüşmüştür" (Alataş, 28). Burada bize düşen -ki “biz” bu meseleyi dert edinen herkestir Alataş için, yani bir etnik kimliğe vurgu yapmamaktadır- Türkiye’nin temel çelişkileri üzerine tarihsel bir okuma yapabilme, bu çelişkilerin kökenlerini kavramaya gayret etmektir, bu ise Türkiye’de öteki konumuna itilen tüm halkların ve inançların kendi hikâyelerine kulak vermekle mümkün olacaktır.

(1)Evrim Alataş, Biz Bu Dağın Çiçeğiydik..., İstanbul: İletişim Yayınları, 2010.        

Filistinin dışındaki en büyük Filistin köyü

Şenay Özden |  Göç ve Mültecilik - 125 |  Temmuz-Ağustos / 2012 |  24-25-26

Filistin mülteci “sorunu”nun ortaya çıkması Orta Doğu siyasetine yeni bir aktörün, İsrail devletinin girmesiyle başladı. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından Kasım 1947’de alınan Filistin topraklarını taksim kararının ardından, 1948 yılında kurulan İsrail devletinin Filistin topraklarının % 78’ini elde etmesi ile, yaklaşık 750.000 Filistinli evlerinden, köylerinden zorla göç ettirildi. Filistinliler’in komşu ülkelerde mülteci olmasına sebep olan bu olay, onların belleğinde Al-Nakba (Büyük Felaket) olarak yer alır. Bugün hâlâ Filistinli mültecilerin en yoğun yaşadıkları ülkeler Ürdün, Lübnan ve Suriye’dir.

1948 yılında Suriye’ye gelen mültecilerin sayısı yaklaşık 75.000-100.000 arasında idi ve çoğunluğu Filistin’in kuzeyinde yer alan Safad bölgesinden geliyordu. Mülteciler ilk başta okullara, camilere ve askeri kışlalara yerleştirildiler. Daha sonra 1954 yılında Şam’ın yaklaşık 10 km dışında Birleşmiş Milletler ve Suriye hükümetinin anlaşmaları doğrultusunda Yarmouk mülteci kampı kuruldu. Yarmouk, Suriye’deki 10 Filistin mülteci kampının hâlâ en büyüğüdür.  

Umm Saleh’le Yarmouk mülteci kampında tanıştım. Kendisi ikinci kuşak Filistinli bir mülteci. Saleh, Suriye’de geçen yıl başlayan halk ayaklanmasında yer almış ve Suriye hükümeti tarafından tutuklanmış. 21 gün süren tutukluluğunun ardından Suriye’de artık can güvenliğinin olmaması sebebi ile yaklaşık 5 ay önce Türkiye’ye kaçmış. Her ne kadar Türkiye, Suriye’den gelenlere mülteci statüsü vermese de, Saleh ikinci kez mülteci olduğunu söylüyor ve “Kimse evinden isteyerek kaçmaz.” diyor. Saleh’le Suriye’deki Filistinliler hakkında sohbet ettik.  

Yarmouk’un kuruluşundan bahseder misin?

Filistinliler’in Suriye hükümeti ve Birleşmiş Milletler tarafından Yarmouk kampına yerleştirilmesi ve kampın sosyal yapısı, Filistin’deki köy, aşiret ve aile yapılarına göre düzenlenmişti. Aynı köyden ya da aşiretten olan aileler aynı sokaklara yerleştirilmişti. Yarmouk’un ilk döneminden bahseden Filistinliler, Yarmouk’un “Filistin’in dışındaki en büyük Filistin köyü” olarak tanımlandığını belirtirlerdi hep. Yarmouk’taki sokak isimleri hâlâ Filistin’deki köy, kasaba isimleridir. 

Filistinliler için en önemli siyasi hedef geri dönme hakkımızın tanınmasıdır. Aslında BM’nin Aralık 1948 tarihinde aldığı 194 sayılı karar şöyle diyor: “Dönmek isteyen Filistinli mültecilerin ülkelerine dönmeleri en mümkün şekilde gerçekleşmeli ve komşularıyla barış içinde yaşamaları temin edilmeli. İsrailliler tazminat ödemeye mahkûm edilmelidir.” Ancak İsrail bu kararı tanımıyor. Dünyanın neresinden olursanız olun eğer Yahudi iseniz, İsrail’de yaşama hakkınız var ancak bizim kendi topraklarımıza dönme hakkımız yok. 

Yarmouk’un Filistin’deki toplumsal yapıya göre düzenlenmesi geri dönme hakkı ile mi bağlantılı idi?

Şöyle düşünün… O zamanlar Filistinliler’in büyük bir bölümü köylü idi ve toprakla uğraşıyordu. Daha sonra bu insanlar mülteci oldular ve Şam’a, yani bir şehre geldiler. İşleyebilecekleri, ekip biçecekleri toprakları yoktu artık. Bu durumda yaşamlarını idame ettirebilmeleri için çok daha fazla dayanışmaya ihtiyaçları vardı ve o yüzden akrabalar ve aynı köyden gelenler birbirlerine yakın oturmayı tercih ettiler. 

Diğer bir sebep ise elbette ki sembolik olması… “Mültecilik durumumuz geçicidir ve Filistin’e geri dönene kadar, Filistin’de nasıl yaşıyorsak öyle yaşamaya devam edeceğiz.” mesajı verilmek istendi. Bu sebeple hâlâ her Filistinli mültecinin evinde Filistin’deki evlerinin anahtarı duvarda asılıdır. Ancak bu durum şöyle de algılandı: Filistinli mülteciler kendi topraklarına dönene kadar Şam’da zamanın dışında, pasif ve dondurulmuş bir şekilde bekleme durumunda yaşıyorlar. “Tek siyasi hedefleri Filistin’e yönelik.” Ancak bu doğru değil. Filistinli mülteciler Suriye’nin siyasi, toplumsal ve ekonomik hayatı içinde her zaman aktif bir şekilde yer aldılar. 

Filistinli mültecilerin Suriye’deki kanuni haklarından bahseder misin?

Bugün Suriye’de yaklaşık 500.000 Filistinli yaşıyor. Suriye’nin nüfusunu göz önüne aldığınızda bu oldukça büyük bir oran. Suriye’de 1949 yılında Filistin Arap Mülteci Kurumu kuruldu. Bu kurum daha sonra Suriye Filistin Arap Mültecileri İşleri Genel Müdürlüğü olarak adını değiştirdi ve Sosyal İşler ve Çalışma Bakanlığı’na bağlandı. Bu dönemde, 1949 yılında, Birleşmiş Milletler de 302 sayılı karar ile Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalıştırma Ajansı’nı (UNRWA) kurdu. Suriye’deki Filistinli mültecilerin her türlü yasal, idari ve insani yardım işlerinden bu iki kurum sorumludur. 

1956 ve 1963 yıllarında çıkarılan iki kanunla birlikte Filistinli mülteciler, çalışma ve eğitim gibi alanlarda neredeyse Suriye vatandaşları ile aynı haklara sahip oldular. Suriye’deki Filistinli mültecilere baktığınızda her türlü mesleği icra ettiklerini görürsünüz -doktorlar, mühendisler, üniversite hocaları vesaire- ancak sembolik sebeplerle, yerleşikliği ve kök salmayı temsil ettiği için, Filistinliler’in Suriye’de toprak satın alma hakkı yoktur ve her mülteci sadece bir mülk satın alabilir. 

Bunun yanı sıra Suriye içinde serbest seyahat özgürlüğümüz vardır ve bize verilen seyahat kartları ile, Filistinli mültecilere vize veren ülkelere seyahat edebiliriz; Suriye’ye geri dönmek için herhangi yeni bir belgeye ihtiyacımız yoktur. Suriyeliler’den farkımız ise, seçme ve seçilme hakkımızın olmaması. Özgür seçimler olmadığı için böyle bir hakka zaten Suriyeliler de sahip değil! 

Filistinli mülteciler Suriye’de -Lübnan’ın aksine- ekonomik ve sosyal hayata entegre olmuş durumdalar. Geri dönme hakkının elde edilmesi durumunda, geri dönmeyi isterler mi?

Buradaki soru kaç tane Filistinli’nin geri döneceği olmamalı. Geri dönüp dönmemeye Filistinliler kendileri karar verecektir ancak tarihte yapılmış haksızlıkların giderilmesi için bu hakkın kanuni olarak bize verilmesi gereklidir. Bu konudaki siyasi tutumumuz budur. Zaten bu sebeple Suriye vatandaşlığı almayı da istemiyoruz. Mültecilik statümüzün devam etmesi, Filistin toprakları üzerindeki hak savaşımızı devam ettirdiğimizin bir göstergesidir. İsrail devleti, Arap ülkelerinde 1948 yılından beri yaşayan Filistinli mültecilere o ülkelerin vatandaşlığı verilsin, bu sorun halledilsin istiyor. Biz de buna karşı çıktığımız ve geri dönme hakkımızdan vazgeçmediğimizi göstermek için, vatandaşlık almayı kabul etmiyoruz. Yani mültecilik statümüz, Filistinli kimliğimizin çok önemli bir parçası. 

Genelde Birleşmiş Milletler’in ve özelde UNRWA’nın, siyasi bir sorun olan Filistin mülteci meselesini “insani yardım sorunu”na indirgediğine dair bir eleştiri var. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Bu, bir açıdan haklı bir eleştiri… Birleşmiş Milletler, mülteci kamplarında sağlık, eğitim ve alt yapı hizmetleri verir ancak asıl mesele iyi ya da kötü koşullarda yaşıyor olmamız değil, evlerimizden sürülmüş olmamızdır. Bu da insani yardım meselesi değil, siyasi bir meseledir. İsterlerse bizi beş yıldızlı otellere yerleştirsinler; bu durum, mülteci statümüzü ve bunun asıl sebebinin İsrail devletinin sömürgeci yayılma politikası olduğu gerçeğini değiştirmez. 

Bunun yanı sıra Filistinli mültecileri pasif ve mağdur konumunda gösteren yaklaşımlar da doğru değil. UNRWA kurumlarını, biz aynı zamanda siyasallaşma mekânları olarak kullanıyoruz. Mültecilere istihdam sağlamak amacı ile UNRWA çalışanlarının çoğu Filistinlidir. UNRWA okulları, tarihsel olarak Filistin örgütleri için çok önemli kurumlar olmuştur mesela. Direnişin ve örgütlenme yöntemlerinin tartışıldığı, öğrencilere Filistin direnişinin tarihinin aktarıldığı mekânlar olmuştur UNRWA okulları. 

Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler’in bize dağıttığı gıda yardımı karnelerinin sembolik bir önemi vardır. Dağıtılan unun, yağın, pirincin miktarı çok az da olsa, her ay mülteci kadınlar ellerinde karneleriyle Birleşmiş Milletler binasına gider. Bu, varlığımızı hissettirmenin bir yöntemidir ve mülteci statümüzün, yani evlerimizden sürülmüş olduğumuz gerçeğinin bir kanıtıdır. 

Konuşmamızın başında Filistinli mültecilerin Suriye siyasetinde aktif olarak yer aldığını söyledin. Bu konunun tarihsel arka planından biraz bahseder misin?

Özellikle 1967 Arap-İsrail savaşında yaşanan hezimet sonrasında, Filistinliler direniş yöntemlerini gözden geçirmeye başladılar. Varılan nokta şuydu: Direnişimiz bir tek İsrail devletine yönelik olmamalı. Aynı zamanda Arap ülkelerindeki diktatör rejimlere karşı da direnmeliyiz. Filistin’i İsrail işgalinden kurtaracak olan diktatör Arap rejimleri ve o rejimlerin orduları değil, Arap halkları ile dayanışma olacaktır. Bu diktatörlüklerden birisi de elbette ki Suriye’deki Baaz rejimidir. Bu yaklaşımımız, Filistin solunu, Suriyeli muhalif örgütlerle 70’li yıllardan itibaren bir araya getirmiştir. 

Bu yıllarda Yarmouk da Suriye’de muhalefetin kalesi durumuna geldi. Suriye güvenlik güçlerinden kaçan Suriyeli yoldaşlarımız bizim evlerimizde saklanırdı. Sol dergilerin ve gazetelerin matbaaları evlerimizin bodrum katında idi. Örgüt toplantıları kampta yapılırdı; kampta binaların duvarları direniş ve dayanışma grafitilerinden görünmez duruma gelmişti. 

Bunun yanı sıra 1980 darbesi sırasında Türkiye’den kaçan bazı muhalifler de Yarmouk’a gelmişti. Yani kamp oldukça kozmopolit bir muhalif alana, kurtarılmış bölgeye dönüşmüştü.  Artık kampta kimliğimiz Filistin’deki köyümüz ya da aşiretimiz üzerinden değil, siyasi duruşumuz üzerinden tanımlanıyordu. Artık mağdur mülteciler değildik; tam tersi kamp, mültecilerle, yani vatandaş olmayanlarla dayanışmayı ve Suriye vatandaşı olanların mağduriyetini simgeler hale gelmişti. Suriye devletinin siyasetine göre Suriyeliler’in vatandaşlık hakları yoktur; sadece Baaz partisinin ve devletinin bekası için hizmet etme görevleri vardır. 

Baaz partisi ve Suriye devleti her zaman kendisini İsrail’in yayılmacı politikasına karşı direnen, Filistinliler’in haklarını savunan bir rejim olarak sundu. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Baaz Partisi, Filistin davasını kendi otoriter rejimini meşru kılmak için kullanmıştır. “Düşman İsrail’le sınırımız var, sürekli tehdit altındayız.” söylemini kullanarak, 1963 yılından itibaren olağanüstü hâl altındadır. “Ülkenin güvenliğini koruma” adına Suriye’de her türlü insan hakları ihlali gerçekleşmiştir. Arap milliyetçiliği adına Kürtler’in ve Arap olmayan diğer azınlıkların özgürlükleri kısıtlanmıştır. Bunun yanı sıra Suriye devleti Filistin meselesini ve İsrail’in Lübnan’a saldırılarını bahane ederek Lübnan üzerindeki hâkimiyetini güçlendirmiş ve ülkeyi işgal ederek Suriye’ye ait bir şehirmiş gibi bir politika izlemiştir. Ayrıca Suriye rejiminin iş savaş sırasında Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında, Filistinliler’in siyasi gücünü kontrol altına almak için desteklediği katliamlar da sanırım Türkiye’de çok bilinmiyor. 

Suriye rejimi, Yarmouk’ta muhalefetin bu kadar güçlü olması karşısında bir tavır almadı mı?

80’lerde Suriye’nin genelinde görülen tutuklamalardan elbette Filistinli mülteciler de nasibini aldı. Tutuklamalar, hapishane koşulları ve işkenceler açısından Suriye vatandaşları ile aynı muameleyi gördük. O konuda mülteci olduğumuzu hiç hissettirmedi Suriye devleti bize! Kaba güç ve şiddet kullanmanın yanı sıra, Suriye hükümeti Yarmouk’a yönelik çok zeki başka bir siyaset sergiledi: Yarmouk’taki Filistinli oranını düşürdü. Oto yan sanayiini Yarmouk çevresine taşıyarak, Suriye’nin farklı yerlerinden Suriyeliler’i Yarmouk’a taşıdı. Böylece Yarmouk, kamp kimliğinden çıktı ve işçi sınıfı gettosuna dönüştü. İşçi sendikaları, meslek odaları ve Komünist Parti zaten hükümetin kontrolü altında olduğu için, Hafez Asad, işçi sınıfı hareketinin rejime bir tehdit unsuru olmadığının farkındaydı. Bunun ötesinde Yarmouk’ta çarşı, pazar ve küçük atölyelerin açılmasını da destekleyerek, Yarmouk’u ekonomik olarak Şam’a bağladı. Tüm bu gelişmeler sonucunda da Birleşmiş Milletler Yarmouk’un resmi kamp statüsünü iptal etti. Birleşmiş Milletler tanımına göre mülteci kampı, sadece Filistinlilerin yaşadığı bir adacık olduğu için, artık Yarmouk bu kriterlere uymuyordu. Şu anda Yarmouk’un nüfusu 400.000’e ulaştı ve bunun ancak yarısı Filistinli mültecidir. Filistin Arap Mültecileri İşleri Genel Müdürlüğü Müdürü Ali Mustafa, Suriye devletinin Yarmouk’a yönelik siyasetini, sarf ettiği şu cümlesiyle çok güzel özetledi: “Suriye’de Filistinliler’in devlet içinde devlet gibi davranmasına izin vermeyeceğiz. Filistinliler isterlerse kültürel olarak var olabilirler, ama siyasi varlıklarına izin vermeyiz.” Hafez Asad da 1982 Hama katliamı ardından Filistinliler’e yönelik şu tehdidi yapmıştı: “Filistinliler bu siyasetlerine devam ederse Hama gibi Yarmouk’u da yerle bir ederiz.”  Yani Suriye rejimi, Filistinliler’in sadece folklorik bir öğe olarak Suriye’de olmalarına tahammül edeceğini çok net ortaya koymuştu. Bu gelişmelerin yanı sıra Oslo süreci, radikal solcu Filistin siyasi örgütlerinin sonunu getirmiştir. Oslo süreci ve diğer küresel gelişmeler, Filistin siyasetini ve örgütlerini ehlileştirmekte büyük ölçüde başarılı oldu. 

Son olarak, Türkiye’de sence Filistin sorununa nasıl yaklaşılıyor?

Mavi Marmara’ya saldırının yıl dönümünde Taksim’de İHH’nın düzenlediği mitingi gördüm. Açıkçası tüylerim diken diken oldu. On binlerce kişi tekbir getirerek Filistin’in bağımsızlığı için slogan atıyordu. Eğer bağımsız Filistin onların tahayyülündeki gibi olacaksa, doğrusu ben Filistin’in bağımsızlaşmasını istemiyorum. Benim şu anda hesap verecek ne bir devletim, ne bir kocam, ne de bir dinim var ve bu saatten sonra da benim üzerimde tahakküm kuracak bir Filistin istemiyorum. Hatta eylemde yer alan bir İHH’lıya, her Filistinli’nin Müslüman olmadığını; dinsizlerin, farklı ahlaki değerleri ve cinsel yönelimleri olan Filistinlilerin de olduğunu ve kurulacak Filistin devletinde herkesin yaşam tarzını özgürce seçme hakkının olması gerektiğini söyledim ama bir cevap alamadım. Filistin meselesini İHH gibi sadece tek tip yaşam tarzı ve siyasete izin veren kurumların tekeline bırakmamakta tabii Türkiye soluna çok büyük görev düşüyor.

Barış Mümkün Mü?

Yüksel Mutlu |  Barış - 131 |  Temmuz-Ağustos / 2013 |  33-35

“Ve tekrar barış olduğunda, güvercin: beni rahat bıraksalar da yeniden kuş olup uçsam diyor”

Malek Haddad  

Kürtlerin varlığı kabul edilmedi, Kürtler Türk olarak kabul edildi, hiçbir hakka sahip olmadılar tarihte 29. isyan olarak karşılığını buldu. Hatta Süleyman Demi­rel “28 isyanı nasıl bastırdıysak 29. isyanı da bastırırız” dedi.

Kürt meselesinde son 35 yılın kısaca kayıplarına bak­mak lazım. 17.000 faili meçhul cinayet,3688 köyün yakılması ve boşaltılması, 40.000 ile 50.000 arasında insanımızın yaşamını yitirdiği, birçok insan hakları ih­lali, kadına yönelik şiddetin arttığı, güvenlik güçlerinin taciz, tecavüzü dahil olmak üzere bir çok trajik olay gerçekleşti.

Varlığı kimlik ve kültür hakları yok sayılan Kürt genç­leri silahlanıp dağa çıktılar.

PKK lideri Abdullah Öcalan, 1998’de uluslararası bir komployla Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra 1999 yılında PKK’ye çağrı yaparak gerillanın sınır dışına çekilmesini istedi. Bu çekilme esnasında 500 civarın­da gerilla yaşamını yitirdi. PKK tarafından ilan edilen yedinci tek taraflı ateşkes olarak tarihe geçti.

Kürtler bu 35 yıl boyunca parlamenter sisteme giriş yapmak için çabaları oldu hatta kamuoyunun günde­mine oturan DEP’li milletvekillerinin tutuklanması bunun en bariz örneğiydi. DEP’li milletvekilleri 10 yıl cezaevinde yattılar.

90’lı yılların savaşı günümüzde kadın cinayetleri ve eşcinsellere yönelik şiddetle sürüyor

Birçok insanın hayatını kaybettiği, en ufak insan hak­kının bile işlemediği, köylerin yakıldığı insanların zo­runlu göçe maruz tutulduğu, faili meçhul cinayetlerin her gün işlendiği 1990’lı yıllar savaşın, çatışmaların en yoğun yaşandığı yıllar oldu. Bir yandan bunlar yaşa­nırken, sıradan Kürt köylülerine bu zulüm yaşatılırken öte yandan askeri operasyonlar hiç hız kesmeden de­vam etti. Dağ, taş her gün bombalandı, doğanın eko­lojik dengesi bozuldu, üzerine göç ve yoksulluk da eklenince ayrımcılık daha da derinleşti. Öyle ki kadına yönelik şiddette artış oldu bu gün her gün ortalama dört kadın öldürülüyor, yine eşcinsellere yönelik şiddet hiç durmuyor.

Kısaca böylece özetleyebileceğimiz süreç nihayet 2009 yerel seçimlerinde AKP tarafından başlatılan si­yasi operasyonlarla demokratik siyaset yolu kapatıldı. 10.000 civarında insanın “KCK” adı altında tutukla­malar, seçilen beş milletvekilinin cezaevine konulması, birçok belediye başkanı ve belediye meclis üyesinin ce­zaevine konulmasıyla başlayan süreç uzun süre devam etti. Bir yandan cezaevlerinde Kürt sorunun demokra­tik çözümü için tutsakların başlattığı süresiz dönüşüm­süz açlık grevi çözüm ve barış sürecinin başlamasında kanımca etkili olmuştur.

Üç aşamalı “demokratik kurtuluş” süreci başlı­yor

14 yıldır İmralı adasında tutulan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın başlatmış olduğu barış ve çözüm süreci 21 Mart’ta Diyarbakır Newrozunda yaptığı açıklamay­la somutlaştı. Kamuoyuna gönderdiği mektupta “ne eskisi gibi savaşacağız, ne de eskisi gibi yaşayacağız” dedi. Türkiye’deki tüm farklılıkları içeren topluma mesajını verdi. Şu anda İmralı adasına giden BDP heyetiyle yaptığı görüşmeler aralıklarla devam ediyor. Suriye’deki gelişmeler, Ortadoğu’daki dizayn sürecin başlamasında etkili olmuştur. Stratejik olarak Öca­lan’ın “demokratik kurtuluş” adını verdiği bu hamleyle süreç üç aşamalı olarak öngörülüyor.

Birinci aşama gerillanın silahlarıyla sınır dışına çekil­mesi olarak planlanıyor, ikinci aşamada Türkiye’nin demokratikleşmesinin sağlanmasıdır, bu da yeni yapı­lacak anayasayla mümkün olacaktır. Terörle mücadele kanunun değiştirilmesi, siyasi partiler yasasının değişti­rilmesi, seçim barajının kaldırılması, ana dilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması, Avrupa yerel yöne­tim özerklik şartına konan çekincelerin kaldırılarak ye­rel yönetimlerin güçlendirilmesi. “KCK” tutukluların serbest bırakılması gibi insan hak ve özgürlüklerinin sağlanması. Yeni anayasa yapılmadan yol temizliğinin yapılması yeni anayasa yapılırken de her kimliğin, her kültürün, tüm farklılıkların kendini özgürce ifade ola­nağının sağlanması. İkinci aşama için demokratik si­yaset yolunun açılmasıdır, silahların susmasıyla birlikte

Gerçek ve kalıcı bir barışın tesis edilebilmesi için tüm enerjimizi, emeğimizi, alın terimizi barışın toplumsallaşması için harcamalıyız. Bu sadece BDP’ye düşen bir iş değil…

ikinci aşamanın başarısı üçüncü aşamayı getirecektir.

Sürece sahip çıkacak olan barış ve çözümden yana olanlardır

Tam da bu noktada siyasi iradeye yani AKP’ye bü­yük görev düşmektedir. Demokratikleşmenin sağ­lanması, yasal ve hukuksal güvencenin sağlanması hükümetin elindedir.

35 yıldır bu topraklarda yaşayan herkesi etkileyen Kürt sorununun çözümsüzlüğü geldiğimiz aşama itibarıyla, pozitif bir ortama doğru ilerlemektedir bundan sonraki süreç tamamen demokrasi ve barış isteyenlere düşüyor. Sürece sahip çıkacak olan barış ve çözümden yana olanlardır. Herkese tüm güçlere demokratik siyaset yolu açılmıştır.

Bundan sonra gerçek ve kalıcı bir barışın tesis edi­lebilmesi için tüm enerjimizi, emeğimizi, alın teri­mizi barışın toplumsallaşması için harcamalıyız. Bu sadece BDP’ye düşen bir iş değil sokaktaki yurttaş­tan tutalım, siyaset kurumuna, demokratik kurum ve kuruluşlara, sivil toplum örgütlerine, kadınlara, gençlere düşen birçok iş var.

Barışın toplumsallaşması hepimizin elinde, sürece yön verecek olan bizleriz. Barış kalıcılaştığında an­cak güvensizlikler ortadan kalkabilir.

Barış eğer savaşların doğal bir sonucuysa, o halde barış için mücadele etmekten başka çare kalmıyor. Bize ötekilere düşen yani kadınlar, Kürtler, Türkler, LGBT’ler, kısaca tüm farklılıklar kolay olanı değil zor olanı seçmeliyiz.

LGBT’lerin maruz kaldığı saldırı ve ayrımcılık savaş zamanlarında artar

LGBT’ler toplumda homofobik davranışlarla kod­lanarak, toplumdışına itilirler, sapkınlık ve hasta ola­rak görülürler. Homofobi genel olarak farklı olanı dışlar, cinsiyetçidir, çeşitliliğe tahammül etmez işte tam da bu noktada savaş zamanlarında LGBT bi­reyleri saldırıya, nefret cinayetlerine, ayrımcılığa ma­ruz kalırlar. Bu bile LGBT bireylerinin toplumun ötekileri olarak barış sürecinde en aktif destek ve­ren kesim olması için yeterli değil mi?

Barış eşitsizliklerle mücadele etmektir. Zayıfın güç­lüye, zenginin yoksula, siyahın beyaza, ezenin ezile­ne, erkeğin kadına hâkimiyet kurmayacağı bir Türki­ye mümkün, eşit yurttaşlar olarak yaşayabiliriz.

Öncelikle ötekinin içine bakabilmeliyiz, kendimizi ve hepimizi insan olarak algılayabilmek, hakikat için en önemli şeydir. Hakikat insanda gizlidir.

Barış mümkün…

Barışın İnşası İçin Militarize Olmuş Erkeklik de Tasfiye Edilmeli

Cynthia Cockburn |  Barış - 131 |  Temmuz-Ağustos / 2013 |  45

Cynthia Cockburn Kaos GL’nin “barış” dosyası için Feministlerin ve LGBT’lerin hangi stratejilerle barışın sağlanması ve korunmasına katkıda bulunabilecekleri üzerine yazdı.

Feminist araştırmacı ve yazar olan Cynthia Cockburn 1995’den bu yana özellikle Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek ve İsrail – Filistin’deki çatışmalarda ve barış süreçlerinde toplumsal cinsiyet ko­nusuna yoğunlaşmıştır. Ampirik çalışmalarıyla ve teoriyi politik eylemler üzerinden kurmasıyla tanınan yazarın Türkçeye çevrilmiş 3 kitabı var [Mesafeyi Aşmak: Barış Mücadelesinde Kadınlar (İletişim 2004), Hat: Kıbrıs’ta Kadınlar Taksim ve toplumsal Cinsiyet Düzeni (İletişim 2004), Buradan Baktığımızda Kadınların Militarizmle Mücadelesi (Metis 2009].

Savaş olabildiğince cinsiyetlendirilmiş bir mesele. İlk olarak, barış zamanı ekonomisinde “emeğin toplumsal cinsiyete dayalı bölün­mesi” olduğu gibi “savaşın toplumsal cinsiyete dayalı bölünmesi” diyebileceğimiz bir şey var. Yani gerçek sayılar bazında erkekler bir şeyi, kadınlar başka bir şeyi yapma eğilimindeler. Onun için, erkekler asker olma eğilimindeler. Özellikle komuta veren rütbe­leri erkekler doldurur. Silahlı çatışma sırasında kadınlardan ziyade erkekler ölür. Kadınlar özellikle savaş sırasında tecavüze karşı ko­rumasızdırlar. Mültecilerin büyük bir kısmını kadınlar oluşturur. Savaş krizi esnasında ve sonrasında çocukların, yaşlıların ve engel­lilerin bakımı kadınların üzerine kalır. Bu örnekler çoğaltılabilir.

“Savaşın toplumsal cinsiyete dayalı bölünmesi” tabii ki yüzde yüz geçerli değil. Mesela günümüzde daha fazla kadın orduda yer alı­yor. Aynı şekilde, toplumsal cinsiyet kalıplarına baktığınızda, esas erkeklerin ve kadınların, bedenler olarak, bulundukları yerler bize ilginç ve faydalı bilgiler sunar. Zira toplumsal cinsiyet farkları “sa­vaşın toplumsal cinsiyete dayalı bölünmesi” parçalandığında da sürer. Mesela kadın askerler asker olma deneyimlerinin bir erke­ğinkiyle hiç de aynı olmadığını söylerler. Bu hiyerarşide farklı bir muamele görürler. Sıklıkla kendi komutanları tarafından cinsel tacize uğrarlar. Peki ya tecavüze uğrayan erkekler – muhakkak bir kadının tecavüze uğraması kadar kötüdür? Tabii kötü; ama daha farklı. Bir kere, erkekler tecavüzle hamile bırakılamazlar. Ayrıca aşağılamanın biçimi farklı, bu da egemen toplumsal cinsiyet sta­tüsünde olmalarından ötürü. Yani toplumsal cinsiyet farkı tam olmadığı zamanlarda bile büyük etkilere sahip.

Bu, erkekleri ve kadınları bedenler olarak düşünmektir. Bunun bir adım ötesine geçip erkeklik ve kadınlığı fikirler, kültür ve bir sembolik sistem olarak düşünürseniz… erkeksi kabul edilen de­ğerlerin savaşı meşrulaştırmakta oynadığı önemli rolü anlayabili­riz. Hükümetlerin savaş politikaları sıklıkla bir tür millî onurla gerekçelendirilir. Katı bir “erkeksi” duruş, ülkenin kendine olan saygısının teminatıdır. Ordular ve tek tek askerler oldukça ataerkil bir kavram olan “namus” adına savaşmaya isteklidirler. Erkekler “doğru düzgün bir adam” olmak üzerinden orduya katılmaya teş­vik edilir veyahut da zorlanırlar. Savaş erkekler ve kadınlar ara­sındaki bölünmeyi keskinleştiren bir etkiye sahiptir. Kadınlığı ve kadınsı değerleri “yerine koyarken” erkekliğin statüsünü yükseltir.

Bu yüzden de bana öyle geliyor ki LGBT’ler olarak yapabilecek­lerimiz sahip olduğumuz bu şahane avantajdan geliyor… Zira biz zaten toplumsal cinsiyet rejimini bozduk, onu parçalarına ayırdık, toplumsal cinsiyet kurallarına uymayı reddettik. Geleneksel an­lamda heteroseksüelliği terk ederek biz bu oyunu çoktan bozduk! Bir kısmımız toplumsal cinsiyetle oynasa da kendimize olan algı­mızda düz ve geleneksel manada “erkeksi bir erkek olmak” ya da “kadınsı bir kadın olmak” için yatırım yapmıyoruz. Biz uymuyo­ruz. Biz heteronormativiteye başkaldırıyoruz.

İşte bu yüzden savaşın toplumsal cinsiyet tiranlığına başkaldır­mak, savaşın mantığının ve gerekçelerinin kuyusunu kazmak için irfanımızı ve örgütlü gücümüzü kullanabiliriz. Bazı eşcinsel erkeklerin vicdanî retçi olduklarını, güçlü antimilitarist bir etkiy­le inanılmaz cesur ve komik biçimlerde ordu ve erkeklikle alay ettiklerini gördük. Silahlı çatışmadan sonra silahsızlanma ve si­lahlı kuvvetlerin tasfiyesi zorluğu gelir. Sıklıkla erkekler savaştan heteroseksüel ilişkilerine döndüklerinde partnerlerine şiddet uy­gularlar. İşte bu yüzden parçalarına ayırmamız gerekenler yalnızca silahlar ve el bombaları değil. Savaş sonrası barış inşasının önemli bir kısmı militarize olmuş erkekliğin tasfiyesidir. LGBT’ler olarak biz de toplumsal cinsiyetlerimizi var etmek için yaptığımız çeşitli, özgün ve yaratıcı modellemelerle buna katkıda bulunabiliriz. Her şeyden öte ataerkil iktidarı reddedip onun meşruiyetini bozarak. Unutmayın, kapitalizm, emperyalizm ve beyaz üstünlüğünü de parçalarına ayırmak zorundayız; ama bir dakka, bunun için de kendi özgün yollarımızı bulamayacağımızı da kim söyledi!

Barış Hakkı

Kıvılcım Turanlı |  Barış - 131 |  Temmuz-Ağustos / 2013 |  50-51

Dünya dillerinde uyum, dostluk, huzur vb anlamları taşıyan barış, genellikle, ulusal boyutu ihmal edilerek, devletler arasında sa­vaşın olmadığı bir hal olarak tanımlanır; dü­zen ve güvenlikle ilişki­lendirilir. Ne tesadüfî ne de çoğu durumda iyi niyetli olan bu iliş­kilendirme, barış çağrılarına yönelen “ama”, “fakat”, “lakin”lerin kurgularının temelini oluşturur. Mesele barışın bir insan hakkı ol­duğu iddiasına gelince tartışma iyice alevlenir ve sadece ama’lar değil, hakkın muhatapları­nın kim olacağından, bireylerin, örgütlerin, devletlerin rollerine, hakkı kimin nasıl koru­yacağına uzanan çeşitli sorular da yükselir. Bir kısmı haklılık payı taşıyan bu soruların yanıt­lanması göründüğü kadar kolay olmadığı için, barış gibi barış hakkı da hem herkesin istediği hem de gerçekleşmesini başkalarına bıraktığı bir ideal haline gelir.

Bütün amalar ve sorular bir kenara bırakıl­dığında, şunlar söylenebilir; barış, üçüncü kuşak dayanışma hakları içinde yer alan bir insan hakkıdır ve diğer insan hakları ile di­yalektik bir ilişki içerisindedir. Bu bağlamda barış, devletler arasında savaşın yokluğundan fazlasıdır; insan hayatını sona erdiren ve hayat koşullarını çekilmez hale getiren şiddet ve şid­det tehdidinin yokluğunu da içerir. Nitekim II. Dünya Savaşından sonra patlak veren ça­tışmalara bakıldığında görülür ki, ya devletler halklarıyla, ya aynı devlette halklar birbirleri ile çatışmaktadır. Yine II. Dünya Savaşından bu yana açlıktan ve önlenebilir hastalıklardan ölenlerin sayılarının çatışmalarda ölenlerin sa­yılarından fazla olması, istatistiki bir gösterge değil, tam da sorunun merkezidir.

Esasında barışın bir insan hakkı olarak ilan edilmesi sürecinin arkasında, diğer insan hak­larında olduğu gibi, yüzyıllara dayanan köklü bir barış mücadelesi vardır. Barış hakkı ile karşı çıkılan nükleer tehdit, savaşın kendisi ve şiddet ve şiddeti yeniden üreten milliyetçilik ve militarizm iken; talep edilen insan hayatını tehdit eden faktörlerin ortadan kaldırılması, militarizmin lağvedilmesidir.

Barış hakkı iki amaç çerçevesinde tanımla­nabilir: İnsanları savaştan korumak ve insan­ları savaş halinde korumak . Bu mantıksal sıralama gerçek hayatta yer değiştirebilir. Zira savaş halinde insanları korumak için harcanan çaba, insanları savaştan korumak için har­canan çabadan daha fazladır ve insanları savaş esnasında korumak, özünde insancıl hukukun konusunu oluşturmaktadır (Tomasevski, 1994, s. 235). İnsanları savaştan korumak ise, barış hakkının önemli bir boyutuna işaret etmektedir. Bu boyut çatışmaların önlenmesi ve savaşın yokluğu anlamında negatif barıştır. Ancak savaşın yokluğu anlamında barışın hatırı sayılır ölçüde yapısal ve kültürel şiddetle bir arada bulunabilmesi, bizi barış hakkının konusuna getirir: pozitif barışın tesisi. Pozitif barışın tesisi ise, çatışmaların yaratıcı biçimde çözülmesi, mevcut modern ulus devletlerden oluşan sistemin ve sonuçlarının (cinsiyetçi, ayrımcı, ırkçı pratikler ile sosyal adaletsizlik gibi) dönüştürülmesi ve şiddet kültürünün yerine barış kültürünün konmasıyla müm­kündür. Öte yandan savaşın iktisadi bir faali­yet olması, barış hakkının gerçekleşmesi için dünya­nın ekonomik sisteminin de dönüşmesini zorunlu kılmaktadır.

Öte yandan barış hakkı kolektif bir haktır ve sa­dece bireylerin değil halkların hakkıdır. Bu nedenle barış hakkının gerçekleştirilmesi görevi, devletlere, halklara, bireylere; kısaca herkese yüklenmiştir. Kaçınılmaz olarak herkes, hakkın hem sahibi hem de yükümlüsüdür. Bu durum, uluslararası ilişkilerde devleti özne kabul eden anlayışın, insan hakları mü­cadelesi ile değişmesinin; bireylerin ve halkların hak sahibi özneler olarak uluslararası platformda yerini almasının sonucudur. Bireylerin barış hakkına sa­hip olmalarının anlamı, özellikle silahlı çatışmaların bir parçası olmayı reddetme ve hükümetlerin karar alma mekanizmalarına katılımları çerçevesinde hay­li anlamlıdır. Halkların barış hakkına sahip olmaları ise, özellikle iç savaşların önlenmesi çabalarında, halklara barışı talep etme hakkını vermektedir.

Barış hakkını koruma ve hayata geçirme yüküm­lülüğü diğer insan haklarında olduğu gibi ilk elden devletlerin sorumluluğundadır. Ancak bireylere, devletlere, uluslararası örgütlere, halklara, özetle bütün insanlığa tanınan barış hakkı bireylerden gru­plara, devletlerden uluslararası topluluğa düşen bir görev ve sorumluluklar bütününe işaret eder. Zira üçüncü kuşak haklar hakkın sahibi olan herkese aynı zamanda yükümlülükler yüklemektedir. Bu bağlamda barış hakkı her ikisini de ifade eder;

a)Barışın sadece insan haklarına tam saygı üzerinde temellendiğini ihmal etmemek şartıyla, barış süreci­ni aksatmamak ve engellememek yönünde negatif bir yükümlülük ve;

b)Barışın gerçekleştirilmesini ve sürdürülmesini sağlayacak tüm yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası gerekleri yerine getirmek, tedbirleri almak yönünde pozitif bir yükümlülük (Alston, 1992, 207).

Kaynaklar

Alston, Philip (1992). “Peace As a Human Right,” Human Rights in the World Community. Eds.: Richard Pierre Claude and Burns Weston. Second edition. UPP, Philadelphia.

Tomasevski, Katarina (1994). “The Right to Peace After the Cold War,” Rethinking Peace. Eds.: Ro­bert Elias and Jennifer Turpin. London, Lynne Ri­enner, Colorado. 

"Kolombiya Barış Anlaşmasının En önemli Özelliği Toplumsal Cinsiyet Bakış Açısı"

 DEMOS, Söyleşi: Aylime Aslı Demir |  Yerel Yönetimler - 162 |  Eylül-Ekim / 2018 |  12-14

“Yalnızca doğrudan kadınları ya da LGBTİ’leri ilgilendiren konular anlaşmaya dâhil edilmekle kalmamış, aynı zaman anlaşmada yer alan her konunun toplumsal cinsiyet süzgecinden geçirilmesi sağlanmış.” 

“Barış ve Toplumsal Cinsiyet: Kolombiya Barış Süreci” raporunu hazırlayan DEMOS Araştırma Merkezi’nden Güneş Daşlı ve Nisan Alıcı, kadınların ve LGBTİ+’ların barış inşacısı olarak sürece katılmalarına ilişkin sorularımızı yanıtladı. 

1960’ların ortasında patlak veren Kolombiya iç savaşı yüzbinlerce kişinin ölümü ve pek çok farklı ihlalin ardından 2012’de başlayan barış müzakereleri nihayet 2016 yılında Kolombiya hu?ku?meti ile FARC-EP arasında tamamlandı. Öncelikle bu savaşın temel nedenlerinin neler olduğundan bahsedebilir misiniz? 

Güneş: Kolombiya’da FARC ile devlet arasındaki çatışmanın nedenlerini anlamak için 1950’lere gitmek gerek. İspanya sömürgeciliğinden sonra liberal ve muhafazakâr parti arasındaki iktidar kavgasının yarattığı siyasi kutuplaşma sonrası 20 binden fazla insanın öldüğü epey kanlı bir dönem yaşanıyor. Siyasi krizleri, sol muhalefetin ve sendikal hareketin sert bir şekilde bastırılması ve toprak sorunu çatışmanın nedenleri olarak belirtilebilir. Ancak Türkiye’de de Kürt sorununun nedenlerine bakınca ilk önce 80’ler ve 90’lara gitsek de meseleyi daha kapsamlı anlamak için bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dönerek daha derindeki nedenlere bakarız. Kolombiya için de durum böyle, 16. yüzyılda başlayan sömürgecilik ve bu sömürgeciliğin getirdiği olumsuz etkilerle devlet kurumlarının güçsüzlüğü ve eksikliği sorunun kökenini oluşturmakta. Bu iki etki toprak meselesinin çatışmanın en yakıcı gündemi haline getirmiş. Devletin kurumsal olarak çoğu kırsal ve periferi bölgelerde olmaması uyuşturucu kartellerinden paramiliter gruplara pek çok illegal yapının buralarda kendi iktidarını ve yönetimini kurmasına imkân sağlamış. Bu kırsaldaki toprakların büyük kısmı oldukça verimli topraklar, dünyanın en kaliteli kahve çekirdeklerinin yetiştirildiği ve koka üretiminin yüksek olduğu yerler. Ayrıca özellikle kadim yerli halkların yaşadığı topraklardaki su, mineral, maden gibi pek çok doğal zenginlik var ve buralar özellikle uluslararası şirketlerce ele geçirilmiş. Kısacası çatışmanın kökenlerinin ekonomik boyutu oldukça öne çıktığını belirterek özetleyebiliriz.

Kolombiya tarihinde bu müzakere girişimlerinin ilk olmadığını biliyoruz. Sizce bu müzakere girişiminin mutabakatla sonuçlanmasının nedenleri arasında ne yer alıyor? Öncekilerden farkı neydi? Kolombiya hu?ku?meti ile FARC-EP arasındaki bu müzakere masası nasıl kuruldu?  

Güneş: Kolombiya’da daha önce barış girişimleri olmuş, bunların bir kısmı da imzayla sonuçlanmış. İlk başarılı anlaşma 1990’da M-19 adlı silahlı örgütle örneğin. Bu oldukça önemli bir deneyim, hem olumlu anlamda hem de olumsuz. Barış antlaşmasından hemen sonra silahsızlanma ve eski savaşçıların güvenliği için bir plan hazırlanıyor. Devamında birden fazla silahlı örgüt silah bırakıyor. Ama ilerleyen dönemlerde birçok militan suikaste uğramış. Çatışmanın tarafları ve sivil toplum tüm bunlardan çok önemli dersler çıkarmışlar. Yine FARC ile de birden fazla müzakere süreci yürütülmüş. Dolayısıyla bunlar son barış sürecini etkileyen önemli geçmiş birikimler. Ayrıca Kolombiya’nın çok özgün bi yanı var, çatışmalar devam ederken geçiş dönemi adaleti mekanizmaları hayata geçirmiş bir ülke. Bu mekanizmalar genelde çatışma bittikten yani barış antlaşması imzalandıktan sonra kurulur, ama orda öyle olmadı. Örneğin çatışmadan kaynaklı mağduriyetlerin giderilmesi için yasa çıkarılıyor savaş devam ederken. Ben bunun da masaya oturma da doğrudan olmasa da önemli bir etkisinin olduğunu düşünüyorum.

Sürecin neden başarılı olduğunu bi çırpıda anlamak ve söylemek zor. Ama genel hatlarıyla, tarihsel arka plan ve birikim dışında 2012’den önce 1 buçuk yıl kapalı görüşmeler yürütüldü. Kamuoyuna açık bir şekilde müzakere başlatılmadan bir ön hazırlık olması olumlu etki yaratmış olabilir. Ayrıca süreç başladığında Norveç, Küba gibi garantör ülkelerin olması, BM’nin görüşmelerin başından itibaren üçüncü göz olarak dâhil edilmesi de önemli etkenler. Dikkat çekici bir diğer nokta, süreç başladığından itibaren müzakere masasındaki her konu yasal bir çerçeveye oturtularak ilerleniyor, yani masada konuşulanlar bağlayıcı metinlere döküldü. Bir diğer önemli bir etken bence masada müzakere edilecek başlıkların baştan net bir şekilde belirlenmiş olması, 5 nokta belirlemişler ve 4 yıl boyunca bu konular üzerinde tartışıldı. Tabi tüm bunlara ayrıntılı bakmak lazım, Türkiye için çok kıymetli dersler var, ama şunu da not düşmek gerek bir ülkede işleyen bir mekanizma başka bir ülkede işlemeyebilir. 

Kolombiya’da yürütülen bu barış sürecinin diğer ülke deneyimlerinden farkı ve bizlere vereceği ilhamların neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Nisan: Bizim açımızdan Kolombiya deneyimini diğerlerinden ayıran en önemli özellik, toplumsal cinsiyet bakış açısının barış anlaşmasının tümünde yer alıyor olması. Bunu mümkün kılan temel faktörlerden biri ise, barış görüşmeleri başladıktan kısa süre sonra Toplumsal Cinsiyet Alt Komisyonu’nun kurulmuş olması. Bu alt komisyon, toplumsal cinsiyet alanında çalışan örgütlerle, aktivistlerle birebir görüşmeler yapıp onların taleplerini alıyor ve bu taleplerin anlaşma metnine somut olarak yansıtılmasını sağlıyor. Buradaki çok önemli bir nokta da şu: Yalnızca doğrudan kadınları ya da LGBTİ’leri ilgilendiren konular anlaşmaya dâhil edilmekle kalmamış, aynı zaman anlaşmada yer alan her konunun toplumsal cinsiyet süzgecinden geçirilmesi sağlanmış. Bu, hem Türkiye hem de başka çatışma ülkeleri için çok ilham verici bir örnek bana kalırsa. Buna ek olarak, mağdurların sürece katılımı da diğer deneyimleri aşan bir noktada. Bununla şunu kastediyorum: Mağdur örgütleri de müzakerelerin yürütüldüğü Havana’ya temsilciler göndererek kendi gündemlerini ve beklentileri aktarıyor. Böylece aslında doğrudan dahiliyet sağlamış oluyorlar. Mağdurların odağa konulmasının bir başka göstergesi ise Geçiş Dönemi Adaleti mekanizmalarının ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde tasarlanmış olması. Bu kapsamda hem Hakikat Komisyonu hem de Özel Barış Mahkemesi kuruldu ve cinsel şiddet için ayrı bir birim oluşturuldu.

Kolombiya’daki çatışmaların toplumsal cinsiyet dinamikleri nasıldı? Kadınların ve LGBTİ+’ların sadece mağdur gruplar değil de aynı zamanda barış inşacısı olarak katılımlarının sizce Kolombiya’daki farkı neydi?  

Nisan: Evet, Kolombiya’da bunun farklı olduğunu söyleyebiliriz. Aslında toplumsal cinsiyet, çatışma ve barış literatüründe uzun süredir tartışılan bir konu bu. Kadınların ve LGBTİ’lerin (hâlâ LGBTİ’lere daha az yer veriliyor olsa da) çatışmaların yalnızca mağduru değil, aktörleri ve aktif özneleri olduğuna git gide daha fazla değinilir oldu. Hem aktivistler, hem uygulayıcılar hem de feminist teorisyenlerin yıllardır üzerinde durduğu bu nokta artık barış süreçlerine de yansımaya başladı diyebiliriz. Kolombiya’yı bu anlamda sadece o ülkenin ve o çatışmanın kendi dinamikleriyle değil, başka ülkedeki deneyimlerin birikiminin sonucu olarak da ele almak gerekir. Kolombiya’da görüştüğümüz çoğu kadın Latin Amerika’daki, Filipinler’deki barış süreçlerinden pek çok şey öğrenmiş. Heyetler göndermişler, uzmanları, aktivistleri ve eski gerillaları davet edip başka süreçlerdeki eksikleri dinleyerek dersler çıkarmışlar. Bunların hepsi, Kolombiya’daki barış sürecinde kadınların ve LGBTİ’lerin barışı inşa eden etkin özneler olarak kabul edilmelerinde rol oynamış. 

Barış sürecine LGBTİ+’lar ve kadınlar nasıl dâhil oldu? Müzakerelere katılan LGBTİ örgütlerinin özgün talepleri neler oldu? Mutabakata varılan konular söz konusu olduğunda bu grupların talepleri karşılandı mı?  

Nisan: Bu konu da aslında çok ilginç. Her ne kadar LGBTİ’ler ve kadınlar barış sürecine doğrudan katıldıysa da bu kendi kendine olmadı. Barış görüşmeleri başladığında, heyetlerde kadın temsilci bulunmuyordu. Bunun üzerine Kolombiya’nın her tarafından yaklaşık 500 kadın ve LGBTİ, Bogotá’da ulusal bir zirve düzenliyor ve burada barış sürecinden beklentilerini ortaklaştırarak somut talepler haline getiriyorlar. Belirtmek gerekir ki, bu alanda çalışan örgütlerin zaten senelerdir devam eden, barış mücadelesini ortaklaştırma geleneği var. Bizim çıkardığımız en önemli sonuçlardan biri, farklı politik, etnik, sınıfsal arkaplanlardan gelen örgütlerin taleplerini somut bir şekilde ortaklaştırması, barış süreçlerine dâhil olmanın en önemli koşullarından biri. Bu taleplerden biri cinsel şiddet suçlarının affa tabi olmaması iken, başka biri kadınların müzakerelerde yer alması olmuş. Bu örgütlü tavır, daha önce değindiğimiz Toplumsal Cinsiyet Alt Komisyonu’nun kurulması, cinsel şiddet suçlarının özgün bir şekilde ele alınması gibi sonuçları beraberinde getirmiş.  

Müzakerelere katılan 2 LGBTİ örgütü var, biz bunlardan biri olan Colombia Diversa ile görüştük. İki örgüt de özel olarak barış gündemi olan ve bu alanda uzun süredir mücadele eden örgütler. Bu birikimlerini müzakere sürecinde de göstermişler, müzakereler sürerken kendilerinin daha önce hazırlamış oldukları raporları sunmuşlar. Bize aktarıldığı kadarıyla öncelikli taleplerin arasında LGBTİ’lere yönelik ayrımcılığın görülmesi ve ortadan kaldırılması için anlaşmaya ilkelerin eklenmesi. Bunun için de LGBTİ topluluğunun çatışmadan kaynaklı mağduriyetinin tanınması ve bir gey ya da trans olduğunda mağduriyetin daha da attığının görülmesi. Buna ek olarak tüm süreçte birer özne olarak kabul edilmeleri yani söz söyleyebilecekleri mekanizmalarda kendi sözlerini söyleyebilmeleri yönünde mücadelelerini yürütüyorlardı. 

LGBTİ örgütleri, normalde farklı gündemleri olsa da bu süreçte feminist örgütler başta olmak üzere kadın örgütleriyle beraber hareket ettiklerini ve bunun pek çok sıkıntılı süreci aşmalarını sağladığını ifade ettiler. Sanırım Türkiye için de çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan biri bu: Birlikte hareket etmek ve süreç boyunca ortaya çıkan her türlü risk ve kazanımların elden alınması tehlikesine karşı birarada tepki göstermek gerekiyor. Kolombiya örneği özelinde bunun en önemli göstergesi, yine Colombia Diversa’nın aktarımıyla, referandum sonrasında yaşanan süreç. Barış anlaşmasının oylandığı referandumda anlaşmayı desteklemeyerek Hayır kampanyası yürütenler kazanıyor. Bu “Hayır” kampanyası ise sözde toplumsal cinsiyet ideolojisine saldırmak üzerine kurulu. Yani diyorlar ki bu anlaşmada toplumsal cinsiyet ideolojisi var, kadınlara ve LGBTİ’lere çok fazla hak tanınmış, bu haklar sapkınlığa yol açacak ve Kolombiya’nın geleneksel aile değerleri ortadan kalkacak. Kilise ile muhafazakâr sağ partilerin ortak örgütlediği bu kampanyayı destekleyen kesim, barış anlaşmasındaki ilerici pek çok ilke ve düzenlemeyi aslında toplumsal cinsiyetle ilişkilendiriyor ve bunları kendi değerlerine bir saldırı olarak algılıyor. Bu nedenle barışı desteklemek, örneğin eşcinsel evlilikleri desteklemekle ilişkilendirilerek toplumu buradan ikna etmeye çalışıyorlar. Büyük ölçüde başarılı olan bu kampanya sonrasında anlaşma birtakım değişiklikler yapılarak tekrar imzalanıyor. İşte tam bu süreçte, “en zayıf halka” konumunda olanlar LGBTİ’ler ve anlaşmada onlara dair olan kazanımlar. Colombia Diversa’nın aktarımı ve bizim de gözlediğimiz üzere, bu sürecin görece az hasarla atlatılması ve LGBTİ’lere ilişkin düzenlemelerin büyük ölçüde korunması kadın hareketiyle LGBTİ’ler arasındaki dayanışma ve işbirliği olmuş. 


Etiketler: yaşam, tarihimizden
İstihdam