19/03/2014 | Yazar: Kaos GL

Azizm Sanat, "Cinsiyet" dosya konulu Mart sayısında Gökkuşağının Kızılı’ndan Tunca Özlen ile LGBT hareketi, muhafazakârlık ve sosyalizm üzerine görüştü.

Bir grup sanatçı ve aydının katkılarıyla e-dergi olarak yayınlanan Azizm Sanat, Mart sayısında “Cinsiyet” dosyasıyla çıktı. Dosya kapsamında Gökkuşağının Kızılı’ndan Tunca Özlen ile LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) hareketi, muhafazakârlık ve sosyalizm üzerine yapılan söyleşiyi paylaşıyoruz.
 
Öncelikle okurlarımıza biraz kendinizden söz eder misiniz?
3 yıl önce kurulduğundan bu yana Gökkuşağının Kızılı (GK) çatısı altında sosyalist perspektifle LGBT hakları için mücadele ediyorum. Aynı zamanda üyesi olduğum TKP’nin Çankaya Belediye Meclis adayıyım. Küba Dostluk Derneği’nin aktif üyelerindenim, ziyaret etme şansı bulduğum Küba sosyalizmini her vesileyle anlatmaya çalışıyorum.
 
Türkiye ve dünyada LGBT ve kadın hareketinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumsal ve siyasal ağırlıkları ne ölçüdedir? Sosyalistlerin bu hareketler içerisindeki ağırlığı nedir?
Bir LGBT hareketinden ancak 1969’da Stonewall isyanı vesilesiyle söz edebiliriz. Bu dönem aynı zamanda ikinci feminist dalgaya tekabül eder. Dolayısıyla bu iki dinamik toplumsal muhalefet sahnesine eş zamanlı çıkmıştır denilebilir. Bu iki dinamiğinde ortak paydaları “erkek egemen ve heteroseksist” düzenden muzdarip olan kesimlerin sorun ve taleplerini gündeme getirmeleri. Gerçi, LGBT hareketi başlarda erkek eşcinseller hareketiydi ve bu kadın hareketiyle ilişkisini sınırlayan bir özellikti. Zamanla kadın hareketinin de etkisiyle eşcinsel ve biseksüel kadınların görünürlüğü arttıkça iki hareket arasındaki geçişkenlik de arttı. Günümüzde neredeyse bütün kadın LGBT aktivistleri aynı zamanda feministtir.
 
Günümüze gelirsek, 1969’dan bu yana verilen mücadelelerin bazı ülkelerde kurumsal karşılık bulduğu, LGBT’ler ve kadınlar lehine pek çok yasal güvence kazanımının elde edildiği, güçlü LGBT ve kadın örgütlerinin bulunduğu ve tüm bunların dünyanın başka yerlerindeki mücadelelere ilham verdiği, güç kazandırdığı söylenebilir. Dünya haritasında bakıldığında daha çok merkez kapitalist ülkelerde böyle bir tablo karşımıza çıkıyor. Bunun da sebebi, bu ülkelerde verilen kimlik mücadelelerinin burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlamaktan vazgeçtiği momentlerde tanınması ve batılı ülkelerin insan haklarını bir ihraç malı olarak görmesinin, birincisi daha ağırlıklı olmak üzere payı vardır.
 
Günümüzde dünyanın herhangi bir ülkesinde ayrımcı bir saldırı veya yasa tasarısı gündeme geldiğinde batı ülkelerinden yükselen itiraz, her geçen gün LGBT ve kadın hareketinin emeğini daha görünmez kılarken, kapitalist devletlerin diplomatik girişimlerini öne çıkaran bir hal alıyor. Bu durumun son örneğini Rusya’da Duma’dan geçen “eşcinsellik propagandasını” yasaklayan yasada gördük. ABD ve AB, LGBT ve kadın hakları konusunda vahim durumda olan ülkelere göstermediği tepkiyi, Soçi Olimpiyatlarını fırsat bilerek Rusya’ya gösterirken, samimiyetlerinden kuşku duymak için yeterince neden var.
 
Türkiye’ye geldiğimizde 1980 öncesi bir kadın mücadelesinden bahsedebiliyoruz, ancak LGBT hareketi kendisini 1990’ların başında gösterebildi. İlk ve başarısız örgütlenme girişimi, 80 darbesinden kısa bir süre sonra kurulmaya çalışılan Radikal Sol Yeşil Parti girişimidir. Asıl çıkış, 1994’te Ankara’da bir avuç insanın fanzin olarak çıkarmaya başladıkları Kaos GL dergisidir. Başlarda fotokopiyle çoğaltılan bu dergi etrafında başlayan örgütlenme mücadelesi, Türkiye’nin en uzun soluklu pratiğidir. İstanbul ayağı ise 1993 yılında ilk kez yapılmaya çalışılan ve yasaklanan Onur Yürüyüşü’nün ardından devam eden çalışmaların ardından 1993’te Lambdaistanbul’un kuruluşuyla başlamıştır. İlk Onur Yürüyüşü ise on yıl aradan sonra 2003 yılında yapılabilmiştir. Bu iki çevre yaklaşık 10 yıl sonra dernekleşmiş ve LGBT’lerin örgütlenme mücadelesi belli bir eşiği aşmıştır. Başlarda birkaç yüz kişinin büyük cesaretiyle yapılan bu yürüyüşler, AKP iktidarı muhafazakâr ve faşizan rejimini tahkim ettikçe, buna tepki olarak kitleselmiş, eylemlere katılım son üç dört yılda on binlere ulaşmıştır.
 
2013 yılında yapılan son yürüyüş 50.000 çapulcunun bir araya geldiği, dünyanın en kitlesel ve politik Onur Yürüyüş’lerinden biridir. AKP’nin uyguladığı erkek egemen ve heteroseksist toplumsal cinsiyet politikası, giderek daha görünür ve örgütlü olan LGBT dinamiği ile büyük bir zıtlık oluşturuyor. Bu zıtlığın yaşamdaki karşılığı daha önce bir LGBT örgütlenmesi olmayan yerlerde ve kampüslerde pıtrak gibi çoğalan örgütlenmelerdir. Bunlara örnek vermek gerekirse, İstanbul’da İstanbul LGBTT, SPOD, LİSTAG, Hevi, Ankara’da Pembe Hayat; İzmir’de Siyah Pembe Üçgen, Eskişehir’de Mor El, Mersin’de 7 Renk, Adana’da Queer Adana, Antalya’da Pembe Caretta, Diyarbakır’da Keskesor ve Hebun gibi örgütlenmelerin her geçen gün artmasıdır. Bu listeye bir de Gökkuşağının Kızılı eklenebilir. LGBT’lerin sorunlarını ve taleplerini gündeme getirebilmek için her yıl Ankara’da Mayıs ayında Homofobi Karşıtı Buluşma ve finalinde Homofobi ve Transfobi Karşıtı Yürüyüş, İstanbul’da ise Haziran ayında Onur Haftası ve finalinde görkemli bir Onur Yürüyüşü yapılıyor.
 
Özellikle AKP döneminde büyük bir sıçrama yaşayan dinci gerici ideoloji ve muhafazakâr toplumsal dokunun artan ağırlığından en olumsuz biçimde etkilenen hiç kuşkusuz LGBT bireyler. Buna rağmen Cemil İpekçi çıkıp kendisini “muhafazakâr eşcinsel” olarak tanımladığını belirtti. Bülent Ersoy türbanla sahneye çıktı. Sizce bu tuhaflıklar neden kaynaklanıyor? Muhafazakâr LGBT olunabilir mi?
Sizin sorunuz aslında AKP kendi eşcinselini yaratabilir mi sorusudur. Ve bunun yanıtı büyük harflerle HAYIR. Bu yanıtın temelde iki gerekçesi var. İlki topraklarımızda dini ideoloji LGBT varoluşunu asimile etmek pahasına bile olsa, onunla temas etmez. Yani, dinsel referansla tanımlanmış bir LGBT varoluşu kategorik olarak mümkün değildir. Zira dinsel ideolojiye göre eşcinsellik günahtır, sapkınlıktır ve daha önemlisi suçtur. Görüldüğü yerde ezilmelidir. Din, eşcinsellere muhafazakârlığın ve heteroseksüelliğin gereklerini yerine getirmeyi tavsiye edebilir en fazla. İslamcılar, evli, çoluk-çocuk sahibi gizli eşcinselleri, aile kurumunu sorgulayan, hakları için mücadele eden açık eşcinsellere gözü kapalı tercih eder.
 
LGBT’lerin eşitlik ve özgürlük talepleri ülkemizde gericilik ve piyasacılık geriletilmeden hayata geçirilemez. AKP’de somutlaşan muhafazakârlık ve neo-liberalizm LGBT’leri gizliliğe, geleceksizliğe ve yoksulluğa mahkûm ediyor. Bu iki olgu arasındaki çelişki ancak AKP’de somutlanan değerlerin mutlak bir biçimde yenilgiye uğratılmasıyla mümkündür.
 
Gökkuşağının Kızılı broşüründe kendisini LGBT veya değil, tüm ezilenlerin mücadele aygıtı olarak tanımlıyor. Ayrıca sınıf ve sosyalizm vurgularına yer verilmiş. Peki niçin mevcut sosyalist örgütlerden ayrı bir örgütlenme ihtiyacı duyuldu? Nasıl bir boşluğu dolduruyor GK?
GK, kendisini sosyalist bir LGBT örgütü olarak tanımlıyor. Bu tanımın pek çok anlamı var. Birincisi, GK dışındaki tüm LGBT örgütleri tüm olgu ve olaylara LGBT penceresinden, herhangi bir yere özellikle odaklanmadan bakıyor. ABD’ye baktıklarında LGBT haklarını savunan Obama’yı, Hollanda’ya baktığında LGBT haklarının kurumsallık düzeyinin en yüksek olduğu ülkelerden birinin, hatta Tayyip Erdoğan’a baktıklarında 2002’de LGBT’lere yasal güvence vaat etmiş bir başbakan görüyorlar. GK ise, olgu ve olaylara sosyalizm penceresinden ve LGBT alanına odaklanarak bakıyor. ABD’ye baktığımızda eli kanlı Obama’yı, Hollanda’ya baktığımızda yönü Suriye’ye çevrilen Patriot füzelerini, Tayyip Erdoğan’a baktığımızda boğazına kadar faşizme ve hırsızlığa gömülmüş bir diktatör bozuntusunu görüyoruz.
 
Bununla birlikte, GK hedefi iktidar olan bir siyasi parti değil, bir demokratik kitle örgütü. Hiçbir siyasi partiye örgütsel olarak bağlı değil, hareketin jargonuyla söylersem öz örgütüz. Ancak partiler ve siyaset üstü hiç değil. GK üyeleri aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin bileşenleridir, GK ise hem Türkiye sosyalist hareketinin hem de LGBT hareketinin bileşenidir. Bu karmaşık tabloyu sadeleştiren bizim siyasi kimliğimizdir. Gündelik mücadeleyi küçümsemeyen, LGBT’lerin en kıyıda köşede kalmış sorunlarını bile gündemleştiren, ortak eylemlere var gücüyle katılan GK, aynı zamanda tarihsel bir perspektifle hareket etmekte, LGBT’lerin eşitliğinin ve özgürlüğünün bugünden verilen mücadelenin bir düzen değişikliğiyle taçlanması halinde başarıya ulaşacağına inanıyor.
 
GK geçtiğimiz günlerde seçimlere ilişkin bir değerlendirme metni paylaştı internet sitesinden. Değerlendirmede bazı siyasi partilerin seçim programlarında LGBT’lerin taleplerine yer verilmesi ve LGBT’leri aday göstermeleri selamlandı. Elbette AKP ve açıktan milliyetçi/muhafazakâr partilerden böyle bir adım kimse beklemiyor, ancak bunların dışındaki partilerin bir kısmı giderek daha fazla sağcılaşır ve pek çok yerde sağın çeşitli fraksiyonlarından adaylar gösterirlerken, bir yandan da LGBT adaylara listelerinde yer vermelerini samimi buluyor musunuz?
Okurdan müsaade isteyerek bu soruya hem bir GK üyesi, hem de bir TKP’li olarak yanıt vermek istiyorum. Samimi olmak gerekirse, LGBT aktivistlerinin söz konusu partilerden aday olması bu partilerin lütfu değildir. 20 yıldır sabır ve inatla mücadele eden, başlarda çok “yüz bulamadığı” solla irtibatını hiç kesmeyen, son yıllardaki Onur Yürüyüşleri’nde varoluşunu artık bir realite haline getiren ve Gezi direnişinin önemli bileşenlerinden biri olan LGBT hareketinin kazandığı itibar, seçim başlığında karşımıza çıkan manzaranın esas nedenidir. GK olarak biz LGBT hareketinin bir eşiği daha aştığını, görünürlük mücadelesinin yerini, temsil edilme ve siyasi karar alma süreçlerine daha doğrudan etki etme mücadelesinin aldığını görüyoruz. Gelinen bu aşama bizim için hiçbir zaman gerisine düşülemeyecek, ancak ilerisi zorlanacak bir momenttir.
 
Seçimlere dair yaptığımız basın açıklamasında da belirttiğimiz gibi burjuva demokrasisine içkin temsiliyet mekanizmalarının sınırı zorlandıkça, düzen dışı aranışların da güçleneceğine inanıyoruz. Gelelim daha hassas ve benim de bir yere kadar yorum yapabileceğim konuya. HDP ve CHP’den aday olan LGBT aktivistlerini karşı karşıya getirmeye yönelik yapılan girişimler yukarıda çizdiğim tabloyu tamamlayan doğal bir unsur olarak görülemez. Her biri hareketin içinden gelen, mücadeleye emek vermiş LGBT aktivistlerinin siyasi tercihleri onların, bu arkadaşları hangi yerellikten ve kaçıncı sıradan aday gösterileceği ise söz konusu siyasi partilerin tercihidir. Öbür taraftan, HDP’nin müzakerelerin kesilmemesini garanti altına alma, CHP’nin ise merkez sağa oynama stratejileri, bu partilerdeki sağ eğilimleri güçlendirmesi, bu eğilimlerin zamanla ana akım hale gelmesi ve bu sağ anlayışın LGBT varoluşuyla karşı karşıya gelmesi bence kaçınılmazdır. Bense bambaşka bir yerde durduğumu düşünüyorum. Adaylık sürecimde LGBT aktivisti kimliğimi öne çıkartan üyesi olduğum parti değil, benim hareket içindeki emeğimdir.
 
Sizce işçi sınıfı maço bir karakter taşıyor mu? İşçi sınıfı, sanayi devrimiyle birlikte sahneye çıktığında “erkek” bir karaktere sahipti. Bu durum hızla zedelenmeye başlasa da, örneğin madencilik gibi sektörlerde “erkek” homososyalliğinin iş yaşantısını belirleyen durumu devam etti. Ancak günümüzde bu tablonun büyük ölçüde değiştiğini, örneğin hizmet sektörünün ağırlığını artırmasıyla birlikte geleneksel olarak kadınlara yıkılan işlerin tüm cinsiyetler tarafından üstlenildiğini görüyoruz. Bu değişim ideolojik düzleme yeterince yansıyor mu? LGBT’lere dönük ön yargıda kayda değer bir değişim gözlemliyor musunuz? LGBT’ler işçi sınıfıyla omuz omuza mücadele edebiliyorlar mı?
Bu noktada Marks’ın kendinde sınıf - kendisi için sınıf ayrımını hatırlamak yararlı olabilir. İşçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin maddi koşullardan bağımsız, tarih üstü bir karakter taşıyan, sınıflar mücadelesinin yasalarından azade bir bilinci yoktur, olamaz. Nasıl ki her Kürt kültürel hakları için mücadele etmiyor, her Alevi inanç özgürlüğü için bedel ödemiyor, her kadın erkek egemen sistemle yüzleşmeyi göze alamıyor ve her eşcinsel görünür ve örgütlü olmayı tercih etmiyorsa, her işçi de kendiliğinden ekonomik ve siyasi bilinç kazanamıyor. Kapitalizm koşullarında sınıflar arası hegemonya mücadelesinde burjuvazi çoğunlukla avantajlı konumdadır. Burjuvazi sömürülen ve ezilen kesimlerin birleşerek kendi iktidarını yıkan bir güce dönüşmesini engellemek için toplumu farklı mekanizmalar üzerinden böler. Örnek vermek gerekirse milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik ve homofobi işçi sınıfının farklı katmanlarını karşı karşıya getirmenin, burjuvazinin boğazında birleşecek elleri, birbirlerinin boğazını sıkar hale getirilmesinin ideolojik enstrümanlarıdır. Bu sayede Kürt işçiler daha ucuza çalıştırılır, Alevi işçiler oruç tutmak zorunda kalır, kadın işçiler “krizde ilk işten çıkarılacaklar” listesinin başında yer alır, eşcinsel işçiler ise zaten görünmezdirler, yokturlar!
 
Ayrımcılığa karşı yasal güvencelerin olduğu merkez kapitalist ülkelerde LGBT’lere sunulan “fırsatlar ve özgürlükler coğrafyası” serabı, üçüncü dünyadan emek gücünün akın etmesiyle büsbütün anlamsızlaşır. “Beyaz ve orta sınıf, mutlu” tüketici birey, sosyal ve ekonomik hakları tehlikeye girdikçe karşımıza kafasını kazıtmış, ulusal azınlıkların kültürel haklarına karşı çıkan, mültecilere yaşam hakkı bile tanımayan bir neo-Nazi olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle AB ülkelerinde süren neo-liberal dönüşüm devam ettiği müddetçe eşcinsel düşmanı sağ fraksiyonların güçlenmesi ve bir norm haline geldiğine inanılan LGBT haklarının yeniden sorgulanır hale gelmesi kimseyi şaşırtmamalı.
 
Bu manzara aynı zamanda ortak mücadele ve kurtuluş perspektifini daha yakıcı hale getiriyor. Bu sistem bize her koyunun kendi bacağından asılmadığını çeşitli vesilelerle gösterdi. Bu saatten sonra LGBT hareketinin özelleştirme gündemine, sendikal hareketin ise homofobi başlığına duyarsız kalması mümkün değildir. İşsizlik, belki de en fazla LGBT’leri homofobi ve en genel anlamda ayrımcılık sınıfın birliğini tehdit etmektedir. Bizim her eylemde en heyecanla attığımız sloganlardan biri olan “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz” bir slogan olmanın çok ötesinde aynı zamanda bizim tarihsel perspektifimizdir de.
 
Sosyalist Küba’yı bizzat tanıma fırsatınız oldu. Küba’da LGBT’lere dönük tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Halkın bakışı nasıl? Sosyalist rejimin politikalarından söz edebilir misiniz?
Sosyalist Küba, az önce bahsettiğimiz kapitalist sistemin tam olarak zıddını yaşama geçiren bir ülke. Samimi olmak gerekirse Küba’ya giderken benim de aklımda soru işaretleri vardı. Orada geçirdiğim bir hafta boyunca gördüm ki Küba, “yoksul ama onurlu” bir ülke olmanın çok ötesinde. Küba’da sosyalizm coğrafi ve jeopolitik koşullara rağmen, öbür taraftan sosyalizmin yarattığı beşeri imkânlar sayesinde ayakta duruyor. Küba, “yeni insan” dediğimiz soyutlamanın gündelik hayattaki karşılığını yaratma mücadelesinde çok yol almış. Kübalılar sömürülme ve ezilme ilişkilerine hemen hemen hiç maruz kalmadan, gelecek kaygısı taşımadan yaşamlarını sürdürüyorlar.
 
Küba’da etnik kökeni, ten rengi, inancı, cinsiyeti ve cinsel yönelimi ne olursa olsun bir bireyin diğeri üzerinde üstünlük kurmasını teşvik eden bir mekanizmanın işleme şansı yok. Devrimden önce siyahî ve melezler, kadınlar, eşcinseller eşit yurttaş olarak görülmüyordu. Ne yazık ki devrimin hızla özgürleştirdiği kesimler arasında eşcinselleri sayamıyoruz. Sosyalist Küba, başlarda klasik Sovyet bakış açısıyla eşcinselliği burjuva toplumunun bir kalıntısı, sosyalizm yerleştikçe ortadan kalkacak bir arızi durum olarak görüyordu. Sosyalist Küba’nın bu başlıktaki tutumu Batı’nın dayatmasıyla değil, devrimin SSCB’nin olmadığı bir dünyada yol almaya çalışırken doğal potansiyelinin ortaya çıkmasıyla değişti. 1993 yapımı Çilek ve Çikolata filmi bu anlamda bir tür özeleştiriydi. Filmin eşcinsel karakteri Diego’nun Komünist Parti üyesi David’e sorduğu, ‘‘Komünizm eşcinselleri de mutlu edecek mi?’’ sorusuna pozitif yanıt veren ilk sosyalist ülke Küba oldu.
 
2004 yılından bu yana Mariela Castro’nun karizmatik liderliğinde çalışan CENESEX (Ulusal Cinsel Eğitim Merkezi) Küba’da burjuva toplumundan devralınan toplumsal cinsiyet formlarının sorgulanmasına yaşamsal bir katkı sunuyor. Mevcut devlet başkanı Raul Castro’nun kızı, efsanevi lider Fidel’in ise yeğeni olmasından ziyade, Mariela’nın Küba toplumundaki saygınlığı cinsel devrim için verdiği uğraştan kaynaklanıyor. Mariela Castro 2008’den beri Havana’da düzenlenen Onur Yürüyüşlerine LGBT’lerin temel haklarının yasal güvence altına alınması mücadelesine ve en genel anlamda cinsel devrime öncülük ediyor dersek hiç de abartmış olmayız.  

Şimdi sırada Küba’nın eşcinsel evlilikleri tanıyan ilk sosyalist ülke olarak tarihe geçmesi var. Çoğunlukla eşcinsel evlilikler, kapitalist ülkelerde burjuva ailesinin yeniden üretilmesine tekabül ediyorken, bu adımın sosyalist Küba’da özgür aşka dayalı birliktelik formuna bürüneceğini umuyorum. Kamuoyuna “diktatör” gibi sunulan Fidel, aynı zamanda Kübalıların en büyük şansı bence. Dünyanın gelmiş geçmiş en karizmatik liderlerinden biri olan Fidel, verdiği bir röportajda, geçmişte eşcinsellere yönelik uygulamalar için özür diledi. Bunun kuru bir özür olmadığı CENESEX öncülüğünde gerçekleşen, toplumdaki maçoluğu ve homofobiyi kırmaya yönelik yeni toplumsal cinsiyet politikalarıyla somutluk kazandı. Şunu unutmamak gerek. Küba’da atılan hiçbir adım yalnızca tek bir kesimin lehine olmuyor. Eşcinsellerin özgürlüğü için atılan adımlar herkesi özgürleştiriyor.
 
Bu röportaj ilk olarak Azizm Sanat E-Dergi Mart 2014 sayısında yer almıştır. 

Etiketler: yaşam
İstihdam