20/08/2014 | Yazar: Ömer Akpınar

Tatile çıkacak bir lubunyanın çantasında muhakkak olması gereken 3 şey... Bu yazın lubun modasında öne çıkan renkler... Yakışıklı koli adaylarını bulabileceğiniz en ka tatil noktaları...

Lubunya tatilde idi... Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Tatile çıkacak bir lubunyanın çantasında muhakkak olması gereken 3 şey... Bu yazın lubun modasında öne çıkan renkler... Yakışıklı koli adaylarını bulabileceğiniz en ka tatil noktaları... Maalesef bu yazıda bunlardan yok. Sadece geçen hafta erkek arkadaşımla Hırvatistan’a gittik, geriye kalan birkaç izlenimimi paylaşacağım.
 
Buralar hep Hvar, komşular havar...
 
9 Ağustos sabahının köründe başlayan Ankara-İstanbul-Zagreb-Dubrovnik yolculuğum öncesinde biraz uyusam fena olmazdı aslında. Gergindim. Onca yol. İçecek olarak ne alırsınız? Cabin crew please be seated for landing. İkaz düğmesi sönünceye kadar... Onun yerine Savoy’da ve Zula’da içtim. Hayatında neyi değiştirmek isterdin sorusuna bir cevap bulacağımı umarak içtim.
 
İki erkek tatile gitmek, çift kişilik yatağımız olacak mı korkusuyla başlıyor. Küçük mesele değil; “inançlarına ters” olduğumuz için otelden mi kovulmadık, kahkahalarına hakim olamayan resepsiyon görevlileriyle mi karşılaşmadık... Hatta bu durum bende öyle bir paranoya yaratmış ki, bir keresinde kimlik fotokopimi çekmeyi unuttukları için resepsiyondan gelen telefonu ilk duyduğumda “çok Rus var bu otelde, Putin’in homofobisi bizim çift kişilik yatağı gene ayırmaya kalkacak” diye düşünmüştüm.
 
Uzun lafın kısası, kendini eşcinsel-dostu olarak pazarlayan işletmelere karşı değilim. Hiçbir otel, babasının hayrına müşterilerine güleryüz göstermediği için bari tatil yaparken alay, aşağılanma, kapı dışarı edilme ya da dayak korkusu yaşamayayım diyorum. Dubrovnik’te kaldığımız hostel de eşcinsel dostu bir yermiş. Ama ben bunu otobüs terminalinde Stjepo beni karşıladığında henüz bilmiyordum. Öğretmenlikten sıkılıp hostel işletmeciliğine başlayan Stjepo, Lady Gaga şarkıları eşliğinde beni odama kadar bıraktı. Dubrovnik’in turizm patlamasıyla nasıl bir para tuzağına dönüştüğünü, Hırvatlar için Dubrovnik’e gitmenin akla gelen bir seçenek olamadığını anlattı.
 
Türkçe meali: "Vay-fi yok, iki çift lafın belini kırın, kafaları çekin"
 
Savaşın yol açtığı tahribat UNESCO tarafından korunan şehirde büyük ölçüde giderilmiş. Savaşın geride bıraktığı izler konusunda ise doğrudan dinlediğim bir tanıklık olmadı. O yüzden toplumsal geçmişe dair aktarabileceğim pek bir şey yok.
 
Dubrovnik’i gezdikten sonra şehrin karşısındaki Lokrum adasında FKK (Frei Körper Kultur) yani çıplaklar plajına gittik. Kayaları aşmak bana biraz zor gelse de denizin güzelliği, çıplak dolaşmanın rahatlığı çok hoşuma gitti. Tipler nasıl diye soracak olursanız, uzun ve güzeller diye özetleyebilirim. 1.90 boyumla kendimi ortalama hissettim.
 
İnsanların bedenleri ve mekânla olan ilişkisi ise havalimanından itibaren gözlemlediğim bir şey olmuştu. Oram gözükecek, buram açılacak kaygıları yok, evet; ama Türkiye’de büyük ihtimalle uyarılacağınız ayakkabılarınızla otobüs koltuğuna basma, oraya buraya yayılma gibi şeyler oldukça yaygındı. Tabi bir de Amerikalı turist gerçekliği var. Dünyanın bu özgüven patlaması yaşayan insanları, gürültücü ve sosyal tavırlarıyla bana oldum olası fazla geliyor (Japon turistler öyle mi hiç). Yine de günbatımını izlemek için çıktığımız kayalıklardan denize atlayan bir Amerikalı gence gülmekten kendimi alamadım. Kayalıklardaki kalabalığa bir gösteri sunarcasına sürekli daha yüksekten atlayan gençlerden biri, çıkmaya cesaret ettiği en yüksek noktadan atlayıp “İşte ABD’nin gücü!” diye bağırmasının ardından “şimdi herkes bizden nefret ediyor” demişti.
 
"İşte lubunun gücü, hüloğğğ!!!"
 
Dubrovnik’in ardından Split üzerinden Hvar adasına geçtik. Bu kez yine homofobi belası pörtledi. Çünkü Stari Grad küçük yer, komşularla iyi geçinmek gerekiyor, fazla dikkat çekmemek lazım. Falan filan... Hvar adasının küçük bir şehri olan Stari Grad’da inanılmaz güzel yemekler yendi, şaraplar içildi. Bir yanda özellikle İtalya’dan gelen pahalı tekneler, öbür yanda Sovyet döneminden kalan ucuz Rus otelleri... Henüz Hvar şehri gibi turizme boğulmadığından orada tanıştığım Balkanlara sevdalı bir profesörün gözbebeği Stari Grad.
 
Hayatın içine daha bir karışır gibi hissettiğim bu beldede özellikle market sistemini beğendim. Meyve sebzeni kendin tartıyorsun, kasada poşet almak için ekstra para ödüyorsun, bu kısımlar tanıdıktı; ama yeşil mercimeği bile kepçe ile alıp tartmayı çok takdir ettim.
 
Hvar ise belki Bodrum gibidir, bilmiyorum Bodrum’a hiç gitmedim. Zenginlerin yeri olduğu hemen anlaşılan Hvar bayağı seks kokan bir şehir. Ka geyler her yerde. Kısacık şortlar, pahalı çantalar, güneş yetmez solaryum da ver bronzluklar... Ve tabii yine Dubrovnik gibi turizm enflasyonuyla artan fiyatlar.
 
O kadar çoklar ki, kadrajıma girmedikleri bir anı yakalayamadım maalesef...
 
Turizm garip bir sektör. Çok sevdiğinden öldürdü durumu gibi. Minik sevimli bir beldeye birileri geliyor, katıyor, güzelleştiriyor; sonra, birileri daha geliyor, fazla oluyor, tükeniyor. Ben senin naif zamanlarını sevmiştim gülüm, diyorsun.
 
Feribotumuzla Split’e dönerken güneşe hasret kuzeyliler her fırsatta güneşleniyordu. Split, Roma imparatoru Diokletianus’un sarayıyla ünlü bir şehir. Eski şehrin ara sokaklarında güzel barlar var. Eşcinsellerin takıldığı mekânlarda umduğumuzu bulamasak da yeme içme açısından Hırvatistan’ın her yeri mest ediyor sanki.
 
Ülkede çalışanlar biraz suratsız ama “işimizi yapıyoruz işte, bir de üstüne gülücükler saçmamız mı gerekiyor” diyen bir çalışkanlıkları var. Arabalar yaya şeridinde yayalara yol vermek için durmak zorunda (sanırım bu kuralı Türkiye’de de uygulamaya sokacak merciye âşık olabilirim). Bir de hvala var. Yazıldığı gibi okunuyor, baş kısmı biraz derinden geliyor. Teşekkür ederim demek olan bu kelime bol bol kullanılıyor. Hatta kapı önünde top oynayan küçücük çocukları izlerken fark etmiştim, topu her aldıklarında diğerine hvala diyorlardı. Bir de bravo var tabi...
 
Ev önü bağır çağır oyun alanından çocuksuz bir an. Hüzün...
 
Dönüş yolunda İstanbul’da Demet Akalın’la Fatih Ürek’i gördüm (uzaktan). Demet gergin, Fatih’se bronzdu. Sonra Ankara’ya döndük. Biraz yeşil, biraz da incelik kurtarır aslında bu şehri diye düşündüm.
 
Lubunya tatilden dönmüştü. Hayatında neyi değiştirmek isterdin? 

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam