17/08/2014 | Yazar: Kaos GL
Psikanaliz, yasanın ve yasağın o eski türden, ataerkil bir temsilcisi değildir ama "liberal-kimlikçi" bir yaklaşıma da sahip değildir.

Özgür Öğütcen Kaos GL Dergisi’nin “Queer ve Psikanaliz” başlıklı 136. sayısı için yazdı.
Kaos GL için bir yazı yazma fikri aklımda ilk oluştuğunda hemen ne yazabileceğimi düşünmeye başladım: Acaba psikanalitik cinsellik kuramının kılı kırk yaran formülasyonlarını mı anlatsam, sexuation’dan mı bahsetsem ya da en iyisi terapi pratiğinde toplumsal cinsiyet meseleleri nasıl tezahür ediyor onu mu betimlesem diye düşündüm. Ama sonra aklıma “fütüristik” bir kurgu anlatmak geldi, hem de tersinden bir perspektifle; yani gelecekten, M.S. 10 000 yılından bir bakış psikanalizi nasıl görürdü acaba? Üstelik cinsiyet, cinsel kimlik, eşcinsellik, LGBT, queer, biseksüellik ve daha bir sürü şey o zamandan bakıldığında nasıl görünebilirdi? Mesela dünya ekolojik felaketlerle –küresel iklim değişikliğinden tutun da türlerin yokolmasına kadar- paramparça bir halde olursa, geriye kalan insanlar küçük kolonilerde yaşıyorlarsa, tarım alanları neredeyse tükenmişse, nükleer savaşların sonunda dünyanın bir çok yeri yaşanmaz hale gelmişse... bu gelecek dünyasının insanları geriye bakıp ne görebilirler? Gündelik cinsel pratikleri, cinsel özdeşleşmeleri, ahlaka ilişkin tutumları bizimkinden ne derece farklı olur? Bu anlattıklarımın bir kısmı bilimkurgu edebiyatının kurguları, bir kısmı ekolojik öngörülerin gelecekteki sonuçları ama tabii ki büyük bir kısmı da şimdiden geleceğe yansıtılan bir fantezi. Açıkça görülüyor ki farklı dünyaları tahayyül etmemiz şu ya da bu ölçüde sakatlanmış durumda. Geçen yüzyıllardaki insanlar kadar ütopik hayallere açık değiliz. Bu sanırım ideolojinin bir etkisi, içinde yaşadığımız dünyayı olası bütün sonuçlarıyla birlikte tahayyül edebilmemizin sınırları işte tam da bu alanda belirleniyor. Sık sık dendiği üzere dünyanın bir meteor çarpmasıyla yokolmasını, belirsiz ve ölümcül bir virüsle insanlığın çökmesini veyahut uzaylıların istilasını düşlemlemek kapitalizme olası bir alternatifi hayal etmekten daha kolay, daha kendiliğinden bir şeymiş gibi görünüyor. Benim inancım, bin yıllar geçse de, insanın –bilinç ve bilinçdışı arasında- bölünmüş olan doğasının varlığa dayattığı durumun değişmeyeceğidir; bu cinsiyet meselesinde de aynı kalmaya devam edecek. Çünkü bu dayatılan sınır insanın sembolik bir sisteme –tabii ki öncelikle dile- olan ihtiyacının onun asli ve değiştirilemez bir öğesi olmasından köken alıyor. Cinsiyet, toplumsal rollerin, kimliklerin, ahlakın ötesinde bilinçdışına ait olduğu için onun görünümü değişsede aslı değişmeyecektir. Peki değişen ne olabilir? Değişen toplumsal cinsiyet kimliğinin ideolojik uzlaşmalarla oluşan kısmı olabilir ve buna ilişkin toplumsal tavırlar değişebilir. M.S. 10 000 yılından bakan birisi için Freud’un adını doğru söylemek bile bir sorun olabilir, ama hakkaniyetli bir bakış onun cinselliği sorunsallaştırdığını teslim edecektir, en azından ben öyle umuyorum...
“... Görüyoruz ki hakikat, gerçeklik ve bilimsel doğruluk arasındaki ayrım bin yıllar önce, daha biz dünya üzerinde yokken konuşulmuş. Psikanalistler, Freud adında biri ve ardından onun meslektaşları ve öğrencileri, cinselliğin hakikatinin kromozomlarda verili olmanın ötesinde bunun toplumsal-ideolojik söylemle bilinçdışı varlığın seçiminin bir sonucu, bir bileşkesi olduğunu söylemişler. Bugünden onların cinsellikle alakalı kavrayışlarına baktığımızda eşcinsel hakları, feminizm, üçüncü cinsiyet ve tüm LGBT’ler için verdikleri mücadeleyi takdir etmeliyiz. Bugün bize “doğal” gelen vaziyetler o zamanlar devletin, ailenin ve hukukun baskısı altındaydı. Daha eleştirel olanlarımız (ya da tarihe daha meraklılarımız) cinsiyetin verili bir şey olmadığının, bütün cinsel kimliklerin tutarsız, parçalı olduğununun, eksiklikle damgalandığının ta o zamanlardan anlaşılmış olduğunu belirteceklerdir. Ve psikanalizin fallus-merkezci olmadığını, sadece bir durum tespiti yaptığını ama ne yazık ki çoğu zaman haksız yere onun kuramsal inceliklerinin politik tartışmaların hararetine teslim edildiğini fark edeceklerdir. Adına psikanaliz denen bu hareketin kadın kimliğini sorunsallaştırdığında –eğer hala varsa- erkeğin ataerkil gücünü bundan ayrı tutmadığını, eşcinselliği araştırdığında heteroseksüelliği “normalliğin” efendisi yapmadığını belki şaşkınlıkla, belki sevinçle izliyoruz. Eski metinlerin arşivlerde yoğun olarak araştırılmasının sonucunda ulaştığımız üzere, Freud’un “Bir kadın ne ister?” diye sorduğunda kendi açmazlarına, ölümden önce bir bakış attığını kabul etmeye gönüllü olanlarımız var aramızda. Bugün istediğimiz cinsel pratiği yaşayıp, istediğimiz gibi üreyebiliyoruz (klonla, beden-dışı üremeyle ya da ileri döllenme teknikleriyle). Ama cinselliğin üreme olmadığını anlayalı çok oldu, cinselliğin biyoloji olmadığı bütün yaşayan insanların malumu. Biyogenetiğin denetimi için verilen mücadeleler, genetik silahların yasaklanması, genetik telif haklarının demokratikleştirilmesi M.S. 5000’li yıllarda yaşanan büyük savaşların ve yıkımların sonucudur.”
Üreme teknolojisi daha da ilerleyecek: bu günden sonra yapay döllenme, klonlama, beden-dışı üreme teknikleri (örneğin dev petri kabı benzeri şeylerde) arşa varır herhalde. Ama üreme ve cinsellik arasındaki farkın vurgulanmış olduğu, cinselliğin insan denen mahlukta üremeden kesin olarak farklı bir yapıda olduğu ilk kez o zaman söylenmeyecek, 20. yüzyılda bile bundan söz edilmiş olduğu vurgulanacak. Çünkü insanın topluluk halinde yaşamasının bir “simgesel”, bir “yasa” gerektirdiği zaten en klişe fikirlerden biri olarak ortada duracaktır. İnsanın bilinç ve bilinçdışı arasında bölünmüş olması konuşan bir varlık olmasının sonucudur, o konuştuğu için kendi “hayvani doğa”sına sonsuza kadar yabancılaşmıştır; onun cinsellik dediği sadece cinsel ilişki eylemi değil hemen her şeyin doğasının cinselleştirilebilir olmasıdır. Bu yüzden aslında “cinsel” kategorisi doğrudan cinsel olanı da içeren daha geniş bir kategoridir, örneğin bedenin uzuvları histeride sanki cinsel organlarmış gibi davranırlar: uyuşan bir kol, histerik bir ses kısıklığı ya da görmeyen gözler. Geçmişte Freud’u her şeyde cinsellik görüyor diye suçlayanların olması ne ironik, o her şey de cinsellik görmedi, cinsel olanın yeni bir tanımını kendi disiplininin temeli haline getirdi ve bu sıradan bir cinsellik ve üreme teorisi ne ifade edebilirse ondan en uzak olandı. Psikanaliz cinsellikle ilgili yolu tersinden yürüdü ve cinselliği ideolojik doğallığından çıkardı, onu de-natüre etti. Psikanalizin eleştirileri sadece heteroseksüel norma yönelik değildir, bu disiplin eşcinselliği, transseksüelliği, transvestisizmi, biseksüelliği ve diğerlerini de “doğal” birer durummuş gibi görmekten uzaktır. Ama ne yazık ki, Freud’un izleyicileri arasında, psikanalizi heteroseksüel normatifliğin bir aracı olarak kullananlar olmadı değil. Onlara göre heteroseksüellik, annelik, babalık, kadınlık, erkeklik, aile, aşk gibi kavramlar sorgulanmaları gereken tarihsel ve ideolojik uzlaşımlar değil, bir tür “normallik” inşa etmenin araçları olarak telakki edildi. Ama buna bizatihi psikanaliz içinden eleştiriler olmadı değil!
Psikanaliz, yasanın ve yasağın o eski türden, ataerkil bir temsilcisi değildir ama görececi, tarihselci ve bütün toplumsal cinsiyet kimliklerini sorgulamadan onaylayan “liberal-kimlikçi” bir yaklaşıma da sahip değildir. Psikanaliz gerçeğin tarafındadır; bu gerçek insanın biyolojisi ile dil arasında bir yerlerde durmaktadır; sözü edilen bu gerçek telaffuz edilebilen taleplerin ve doyurulamaz arzuların dünyasına travmatik bir giriştir, burada dürtü dönüp durmaktadır. Bu gerçek prosedürü psikanalize bütün bu kategorileri hiç durmadan sorgulayan alt üst edici bir hava katmaktadır ve aynı zamanda psikanalize yönelik bitmek tükenmek bilmeyen eleştirel tutumlarında kökenidir. Psikanaliz, imgeselin ve simgeselin, görüntünün ve yasanın temsil kabiliyetinin yetersizliğinde temellenmiştir; bunun psikanalizdeki adı kastrasyondan başka bir şey değil. Sonuçta ortaya çıkan her biri kastrasyon damgasının sırtına vurulduğu kadınlar, erkekler ve eşcinsellerdir. Kendi cinsel kimliğinden yüzde yüz emin olanlar, bununla ilgili bilinçdışı bir şüphe taşımayanlar dönüp kastrasyonla ilişkilerine bakmak zorundalar. Bu görev bugün için ne kadar geçerliyse M.S. 10 000 yılında da geçerliliğini koruyacak.
Etiketler: yaşam