12/07/2013 | Yazar: Atalay Göçer

Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı, kentsel dönüşüm politikaları ve bu süreçte homofobi ve transfobi karşıtı mücadelenin rolünü Kaos GL’ye anlattı

Neoliberalizmin Günahkârları, Kentsel Dönüşüm, Başka Bir Sürgün! Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“insan olmadan, onun belleğini, ihtiyaçlarını, rüyalarını ve yaşamını görmeden mimarlık yapamayız. gerçek bir mimar, mekanı çözümleyecekse ve bir mekan yaratacaksa, o mekanın kullanıcılarıyla birlikte var olduğunu bilmek durumundadır.”

 
mimarlar odası’ndan mücella yapıcı ile, yürütülen kentsel dönüşüm politikaları ve bu süreçte homofobi ve transfobi karşıtı mücadelenin rolü üzerine konuştuk.
 
“günahkârlar cehenneme gidiyorsa, bunun sorumlusu tanrı değildir.” diyerek meşrulaştırmıştı teoloji kendi mantığını. 1980’lerden itibaren aylak, yeteneksiz ve yetersiz olana karşı girişimciyi ve çalışkanı kayıran bir ahlak sistemiyle karşı karşıyayız. bu özgürleştirici (!) idealden yararlanacak olanlar da kapitalist mülk sahipleriydi*, sistemin günahkârları değil.
 
enerji, su ve tarım alanındaki politikalarıyla köyü kentin; aslında daha çok, kentli sermayedarın hizmetine sokan neoliberalizm, ekonominin çok yönlü beslenmesinin yolunu da açmak istemektedir böylece. kentsel dönüşüm ve soylulaştırma, ekonomideki bu yapısal dönüşümün pratik gerçekliği olarak yaşamımıza müdahale ettiğinde özgürleşmeden bahsedemez hale geliriz. neoliberalizmin hizmet ettiği tek alan sermaye birikimidir** zira.
 
beyoğlu’nda tarihi binaların hızla yenilenmesi ve daha kaliteli bir yaşam adına yapılanlar, neoliberalizmin günahkârları olan yoksullar, romanlar, zorunlu göç mağduru kürtler, seks işçileri ve transseksüeller ile belli bir ayrım koymayı gerektirdi. mahalle kültürünün ortadan kaldırılmasıyla bu daha da belirginleşti. “hızlı büyüme olmasaydı binalar muhafaza edilebilirdi.” diyen beyoğlu belediye başkanı ahmet misbah demircan, sosyal dönüşümden yana olduğunu söylese de uygulamaların bunun tam tersini gösterdiği örnekleri bulmamız hiç de zor olmuyor.
 
türkiye’de kentsel dönüşüm nasıl işliyor? bu süreci kısaca tarif edebilir misiniz?
kentsel dönüşümün esas mantığı, kentin merkezinde eskiden sermayenin umurunda olmayan, bazen de bilerek çöküntüye bırakılan alanların yeniden sermaye tarafından talep edilmesidir. neoliberal dönemde her şey metalaşırken, bunun başını da kentler çekiyor. her şeye kâr amacıyla yapılandırma gözüyle bakılıyor. kentsel dönüşüm ingiltere’den çıkan bir kavram olarak “sanayisizleştirilmiş bir kentin boşalmış alanlarına yeni işlevler yüklenmesi ve oraların yeniden canlandırılması” diye tanımlandı. türkiye gibi ülkelerde ise kentin marjinalleşmiş alanlarının sermaye tarafından yeniden talep edilmesi, orada hem mülkiyetin hem de yaşayanların dönüştürülmeleri üzerinden pratik bir gerçeklik kazandı. “kentsel dönüşüm”le, emek ile sermaye ve yoksul ile varsıl arasında geçen bir süreçten bahsetmemiz gerekir.  
 
soylulaştırma -bu tabiri sevmiyorum ayrımcılığı yeniden ürettiği için- bir başkalaştırma olarak,  kendiliğinden yaşandı özellikle cihangir taraflarında. yavaş yavaş entelektüel ve sanatçı kesimin yerleşmesiyle oradaki rant yükselirken, yoksullar ve ötekileştirilenler yaşayamaz oldular ve orayı terk ettiler. bu süreç bazen de zorla oluyor. translar, yoksullar ve renginden dolayı oraya yakıştırılmayan insanlar için -maalesef bu açıkça söylendi- “bu insanlar buraların kıymetini bilmezler, bu insanlar buraları koruyamazlar, buradan gitmeli ve buraya daha varsıl, burayı korumasını bilen insanlar yerleştirilmelidir.” dendi. son derece faşizan ve ırkçı yeni bir takım şeylerin de yolu açılmış oldu böylece.
 
homofobi ve transfobi bağlamında soylulaştırma hakkında ne söyleyebilirsiniz?
demet demir ve arkadaşları mesela bunun derdini çok çekti. toplumsal bir alana geçip kendi kimliklerini bildirmeye başlayınca; “ben de varım, ben de bu toplumun öğesiyim.” demeye başlayınca rahatsız edilmeye başladılar. siz o mahallede kimseye dokunmadan, oranın bir parçası olmadan, sığınarak ve sessizce, başka bir kimlikle orda yaşarsanız kimse size bir şey söylemiyor. siz kendi öz kimliğinizi, cinsel farklılığınızı politik olarak “ben varım!” diye dillendirdiğinizde, “ben de burada söz sahibiyim.” demeye başladığınızda siz orada artık istenmiyorsunuz. bunlar yaşandı. ancak şimdiki durum çok daha korkunç; beni son derece ürkütüyor. özellikle tarlabaşı projesinin konsept yazılımlarına ya da bu projenin hedeflerini ya da sonuçlarını belirleyen sözde bilimsel yazılara baktığınızda, bu alanı “sosyal çöküntü alanı” olarak tariflediklerini görürünüz. yani binaların eskiliği, bakımsızlığı değil sorun olan... burası eski eserlerin bulunduğu, bakımsız -eserlerin bakımsız olma nedeni de bizim koruma yasalarımızdan gelen bir şey- ve fiziksel olarak göçme altında olan bir yer denerek başlamıyor bu süreç. bu dönüşüm projesini meşrulaştırmak için sosyal çöküntüyü tarif ediyorlar. burada kimlerin yaşadığına bakılıyor. burada kürtler yaşıyor, kapkaççılar yaşıyor, uyuşturucu tüccarları yaşıyor, travestiler ve seks işçileri yaşıyor. öyle bir hava yaratılıyor ki, sanki bütün yaşamınız ve kendi halinde yaşayan insanlar için çok büyük tehdit var orada. böylesi bir tehdit ortadan kaldırılıyormuş gibi bu rant projeleri meşrulaştırılıyor.
 
bir kent yaşayanı -her kim bir kentte ya da mahallede yaşıyorsa o kentin ve mahallenin üyesidir- oradaki dönüşümle direkt ilgili olmalıdır. o mahalledeki dönüşüm translara, kürtler’e ya da bana dokunmasaydı itiraz etmeyecek miydim? bir yaşam alanı yok ediliyor ve üstelik sizinle birlikte. siz olmasanız komşularınızla birlikte yok ediliyor. temel insanlık hakkıdır barınma hakkı. bir yere ait olma/ait hissetme hakkı, sizin birey olarak en önemli haklarınızdan biridir. bunu korumalısınız. burada vahim olan, bu projelerin meşrulaştırılmasında demin söylediklerimin kullanılması: bir zamanlar cüzam hastalarını belli bir adaya sürmelerinde olduğu gibi, bunun belli bir hastalık altında temellendirilmesi bu toplumdaki homofobik ve transfobik dürtüleri destekliyor. bu sadece translar ve seks işçileri için değil, aynı zamanda yoksullar için de söylenen bir şey. burada kocaman bir insanlık ayıbı var. küresel yoksullar da var bunun içinde. kürtler ve ermeniler var. bu insanların yaşamını görmemiş olanlar, hiç oraya gidip hayatlarına değmemişlerse bir kent söylencesi gibi bu insanları garip yaratıklara benzetiyorlar. homofobi ve transfobi, toplumdaki pek çok anlaşılamazlıkların ve birbirini kavrayamazlıkların belki de esas kaynaklarından biri haline getiriliyor.
 
ben bir feminist ve sosyalist olarak bir rahatsızlığımı dillendirmek istiyorum.  kadın hareketi ve lgbt hareketinin kent meselelerinde kendini biraz geri tutması, kent mücadelesinin çok eksik kalmasına neden oluyor. kentin esas yükünü biz ötekiler çekiyoruz. gece sokağa çıkamayan, taciz edilen, sürekli aşağılanan, kentteki özgür yaşamı sürekli engellenen, kendini sürekli saklamak zorunda kalan, bir yerde yürürken sürekli sağına, soluna ve arkasına bakmak zorunda kalanlar bizleriz. aslolan yaşam hakkının ve bir yere ait olmanın savunulmasıysa, bunun önde gelen mücadelecileri bu konuda ötekileştirilenler olmalıdır. kendi yaşam hakkının, kentle olan ilişkisinin farkına varamayan bir kadın hareketi ya da lgbt hareketi, kendini de geliştiremez diye düşünüyorum. o kadar geniş bir laboratuvarda yaşıyoruz ki... bu tarlabaşı’yla da bitmeyecek ayrıca. dönüşüme karşı çıkan, isyan çığlığını atan insanlar azınlıkta kalıyor gibi. bu söylediğimden utanıyorum ama bu konuda akademik literatür var.
 
bu konuya dair bir örnek verebilir misiniz?
önemli bir kurulda emek sineması’nı konuşuyorduk. “emek sineması yıkılmalı. eskidi ve içinde fareler dolaşıyor.” deniyordu. kentin ve mekanın ruhundan, belleğinden bihaber olanlar ya da haberi olup da rant için buna aldırmayan sözde bilim insanları ve akademisyenler bana şöyle bir şey söylediler. cercle d’orient binasındaki rüya sineması’nın ortadan kaldırılması gerekiyormuş. bir meslektaşım bir belge gösterdi; bu sinemada ilk kez erkek eşcinselliği yaşanmış. bunu duyunca dehşete kapıldım ve dedim ki: “o zaman söyleyelim o arkadaşlara da bir kültür varlığı olarak buraya sahip çıksınlar.” benim yaptığım şaka hoş değildi elbette. ama bana bunun söylenmesi hiç mi hiç hoş değildi. mesele bu seviyede. yoksulluk ya da yoksunluk denmiyor, “sosyal çöküntü” deniyor.
 
böylece bir meşruiyet zemini oluşturuluyor. bu stratejiyi biraz daha açabilir misiniz?
kentsel literatürde yoksul insanların yaşadığı yerlerden bahsedilir. öyle derseniz şayet oradaki dönüşümdeki en büyük probleminiz bu insanların yoksulluk ve yoksunlukla olan dertlerini çözmektir. ama dert bu olmayınca “burada translar var, seks işçileri var, kapkaççılar var.” deniyor. “suça bulaşmış insanlar var.” “ne yapalım bu insanları?” “buradan sürelim.” “nereye?”
 
“hidrojen bombası” tabirini kullanmıştım bir seferinde. bu çok ağır bir şey gerçi. “burada çok önemli tarihi eserler var. salt mesele buradaki insanlarsa, atalım bir hidrojen bombası eserlere bir şey olmasın, biz mimarlar rahat edelim, insanlar ölsün.” bunun gittiği yer burasıdır. anlatabiliyor muyum derdimi? biz mimar olarak şunu da düşünmeliyiz: insan olmadan, onun belleğini, ihtiyaçlarını, rüyalarını ve yaşamını görmeden mimarlık yapamayız. gerçek bir mimar, mekanı çözümleyecekse ve bir mekan yaratacaksa, o mekanın kullanıcılarıyla birlikte var olduğunu bilmek durumundadır. bu projeler gerçekte böyle değil. cinsel farklılıkları bir bahane olarak kullanıp toplumda homofobiyi yeniden üretiyorlar. bu toprakların tarihine, yaşayanların kültürüne baktığımızda şimdiki anlamıyla bir homofobi görmüyorum. kentsel dönüşüm süreciyle farklı iktidar ilişkileri üzerinden homofobinin üzeri kazınıyor, yeni bir korku yaratılarak bir şeyler elde edilmeye çalışılıyor. sanki -hani alacakaranlık kuşağı gibi- orada başka türden insanlar yaşıyor ve o insanlarla bir araya geldiğinizde ya da onların sokağından geçtiğinizde eşcinsellik ve transseksüellik bulaşıyor.  bu korku, rant amaçlı kullanılıyor. homofobi ve transfobi, rantın lehine meşrulaştırma aracı olarak kullanılıyor.
 
kent mücadeleleri içinde homofobi ve transfobi karşıtı hareket sizce nerede durabilir?
ayrı örgütlenmeler gerçekten çok önemli ama orada yaşayanların kendi örgütlenmelerinin çok gerekli olduğunu düşünüyorum. lgbt hareketi temel bir siyaset kurabilir elbette. öte yandan lgbt bireylerin kentle olan ilişkisi diğerlerinden farklı olmamalı. ben bireyleri kentten yararlanabilme düzeyleri üzerinden asla ayırmıyorum. kent aynı zamanda özgürleştiren de bir yer. kadınların ya da lgbt bireylerin ayrı birer kent mücadelesi yürütmesini ve bunların ayrılmasını doğru bulmuyorum. ama kendi yaşadıkları kent ile ilgili problemleri ortaya çıkarmaları ve bunun üzerinden ortak talep oluşturmaları yönünde çalışmalarını siyaset olarak doğru buluyorum. bir lgbt birey olarak nasıl bir sorunum var? kadın olarak kendi sorunumu çok iyi biliyorum. ona göre taleplerimi geliştiriyorum. ama bu taleplerin, hepimizin -kentlilerin- ortak talebi haline getirilebileceği bir mücadele ve bir platforma taşınması gerektiğini düşünüyorum.
 
böyle bir platform var mı; bahsettiğiniz ölçekte bütüncül bir kent mücadelesi?
şimdilik yok, ama bu olmadan başarılı olamayacağız. mesela tarlabaşı’nda bir kent mücadelesi yürütülüyor. varolan kent mücadeleleri maalesef çok da haklar temelinde yürümüyor. mülkiyetler konusunda mülkiyet sahiplerinin yürüttüğü bir mücadele olarak örgütleniyor. bütün sistem onların üzerine kaymış. tarlabaşı’nda kiracılar da var ama mücadele öyle bir eksene oturamıyor daha. orada yaşayanların mülkiyete bağlı olmaksızın sahip çıkması gerekiyor yaşam alanlarına. iş, buldozerlerin geldiği ana kadar böyle yürüyor. ama benim bugüne kadar gördüğüm, buldozerlerin önüne geçen de oradaki kiracılar oluyor. buradaki sosyal dokuyu ve ihtiyaçları, lgbt ve heteroseksüel olarak ayıramayız; yoksulluk temelinde ortaklaşıyorlar.
 
sinemacı olsam çekmek istediğim bir anımı anlatmak istiyorum. bir gün mahkeme heyetiyle tarlabaşı’na gittik. bir çaycının önünde oturduk, çay içiyoruz. geleneksel bir kürt nene geldi başı bağlı. sandalyesini çekti oturdu erkeklerin oturduğu yere ve yün örmeye başladı; pembe, fuşya bir kazak. nasıl da bağırıyor bir yandan: “pınar nerdesin? pınar’ı gördünüz mü?” herkes pınar’ı arıyor. pınar oradaki trans arkadaşlarımızdan biri. ev haliyle çıktı dışarı pınar ve bakımsız bir şekilde geldi.  bizim kürt nene “gel kızım” dedi; oturttu yanına, bir de öptü. kazağı ölçtü. meğer ona kazak örüyormuş. ben hayatımda bu kadar güzel bir insanlık manzarası görmedim. oradaki kürt nenenin pınar’ın translığıyla bir problemi yok. onun mardin’deki arkadaşı adeta. onun yanında küçük burjuva diyebileceğimiz bir kadın da oturuyordu. orada yaşamıyor ama bizimle çay içiyor. o alanda böyle bir ayrım yok. aslolan da o zaten. yerinde görmek lazım. transfobi yok, ırkçılık yok. ama dışarıdan geldiğinde dönüşüm, birdenbire insanlar ayrılıyor. “biz buraya kırk sene önce geldik. bu kürtler yeni geldi, sonra da travestiler geldi.” deniyor. dışarıdan bir müdahale ile ancak gündelik yaşamı yarıyorsunuz. şikayeti olan hangi grupsa, herkes kendi kent hakkındaki düşünü kurabilmeli ve bizler hep beraber bu taleplerin mücadelesini vermeliyiz. bu küçük deneyimler arasında bir bağlantı, bir birlikte davranma etiğini yaratamadık. ortak bir politika üretemedik henüz.
 
bu talepler nasıl dillendirilecek? sizce bunu yerine getirmenin yollarından biri ne olabilir?
bence yeterince acı çekilmedi. bu bizim tarif etmemizle olacak bir şey değil. çünkü eğer bugün sulukule bunu yaşadıysa ya da tarlabaşı ve fener balat... dernekler üzerinden bir bağlantı oluştuysa da, bir yerde birinin canı yandığında birileri oraya koşmuyor. yoksul insanlar -özellikle mülk sahibi yoksul insanlar- rant düzeninden medet umuyorlar. mesela fikirtepe’de enteresan bir süreç işliyor. dönüşüme karşı dava açtık diye şu anda fikirtepe halkı meslek odalarını tehdit ediyor. açılan dava aslında onların lehine. mülksüzleştiriliyorlar ancak farkında değiller. onlara sunulan ranttan medet umuyorlar. ayıplamıyorum çünkü sosyal güvence yok, iş yok. sunulan aslında sermayedar için çok küçük ama onların hayatında görmediği bir para, daha iyi bir yerde yaşama umudu... alana ait olmak biraz hamaset oluyor. insanlar yoksul oluyor. aidiyet duygusu da anlamını yitiriyor. tüm bunlardan önce yaşamını sürdürebilmesi lazım. mesela sulukule. bu kentteki marjinal sektör… kentin garsonluğunu yapıyor, kağıdını ve çöpünü topluyor, sazını çalıyor, bademini satıyor. orada bir ekonomi dönüyor. ta kentin dışına itildiklerinde ayda 250 tl kira da ödeseler, bu insanlar bugün ve yarın işleri olmadıkları için o kiraları ödeyemiyorlar. oralardan tekrar dönmek zorunda kalıyorlar. bu sefer mülklüyken mülksüzleşiyorlar. dededen kalma, başlarını sokacak yerleri varken hiçbir şeysiz kalıyorlar.
 
sadece mülksüzleşmiyorlar, aynı zamanda kentsel dönüşüm alanlarındaki pek çok okul ve hastane satıldığından eğitim ve sağlık hizmetine erişimleri de engelleniyor ya da zorlaştırılıyor. bu kapsamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
neoliberal politikaların derdi her alanda özelleştirme. bu da kentteki dönüşümün bir aracı olarak kullanılıyor. eğitimin ve sağlığın özelleştirilmesinde olduğu gibi… tarlabaşı’ndaki yoksul insanların çocuklarını yolladıkları devlet okulları var. devlet okullarını kaldırıp özel okulları getirirseniz, o insanlar çocuklarını okula yollayamazlar. diyor ki açıkça milli eğitim bakanı, “bu okullar tarihi okullardır. ben bunların yerine ikitelli’de yeni okullar yapacağım.” kentin yeni rant bölgelerinde yoksullar istenmiyor. zaten bu da söyleniyor. kadir topbaş da söyledi, “herkes istanbul’da oturmasın.” dedi. ya da erdoğan bayraktar “bunlar aynı zamanda siyasetin dönüşüm alanlarıdır.” dedi. artık kentin merkezinde emeğiyle geçinenler, yoksullar istenmiyor. ama onlara da ihtiyaç var çünkü kentin hizmetine sunulacaklar. onun için böyle bir düzen kondu. bu nereye kadar gidecek? kentin ve mahallenin yaşayanları bu konuda gerçekten birlikte mücadele edip o yere sahip çıkma bilincine erişene ve onlara sunulan rantı reddedene kadar böyle sürecek gibi duruyor. burada hukuk çok önemliydi ve maalesef hukuk alanı da kaybetmek üzere olduğumuz alanlardan biri. en son olarak da bu yeni çıkan kanun hükmündeki kararnamelerle bu konuda başı çeken mimarlar odası gibi meslek odalarının da sonunu getirmeye çalışıyorlar. bugün yeni bir bakanlık kuruldu biliyorsunuz: çevre ve orman bakanlığı. özellikle tmmob’a bağlı meslek odalarının neredeyse bütün yetkilerini elinden alıp işlevsizleştirmeye çalışıyor. bunlar büyük bir dönüşümün parçaları; türkiye’deki ekonomik politik bir dönüşümün kente yansımaları…
 
kentsel dönüşümün önündeki tüm hukuki engellerin kaldırılarak yasal bir zemine oturtulması yönünde bizzat başbakan erdoğan’ın beyanı vardı.
kentsel dönüşümün önündeki hukuki engellerin ortadan kaldırılması hukuka uygun yürümüyor. buradaki en önemli ve hepimizin üzerinde ciddiyetle durması gereken şey, bu konudaki düşünsel alanın, akademinin ve bilim insanlarının da yavaş yavaş kaybediliyor olması. duyarlı akademisyenleri ve bilim insanlarını sakınarak söylüyorum, çok ciddi bir duyarlılık da ortada görülmüyor ne yazık ki. onun için belki sizlerin ya da bizlerin, hani en azından örgütlenme becerisine sahip olan insanların, kadın hareketinin, lgbt hareketinin, biraz da kendi alanlarımızdan ve kendi dertlerimizle uğraşmaktan çıkıp düşünsel ve felsefi olarak bir mücadele vermemizin zamanı geldi galiba kente dair. kente dair gerçekten sözü olan gruplarız çünkü bütün o ezilmişlikleri yaşayanlar bizleriz. kentler ne yazık ki patriyarkal kapitalizmin insafsızca el attığı alanlar oldular. biz çok alışık değildik buna. özellikle 1980’lerden sonra ve 2000’lerde de artık azgınlaşarak kapitalizm bu yeni evresinde kentlerle uğraşıyor. kentler üzerinden kendi krizlerini çözüyor. patriyarkal kapitalizme karşı söz söyleyecek olan bizleriz. toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden çektiğimiz çilelere dair zaten söz üretiyoruz. artık biraz da bunu kentsel siyaset alanında söylememiz lazım. biz bu zinciri kırarsak, salt cinsiyet rejimimin yarattığı problemlerle değil ama oradan süzülerek kent siyasetine bir şeyler taşıyabilirsek, çok zengin bir mücadeleye doğru bir kapıyı açacağız diye düşünüyorum.
 
Bu söyleşi Kaos GL Dergisinin Eylül-Ekim 2011 tarihli, "Kent/Mekân" dosyalı 120. sayısında yayınlandı. 
 
dipnotlar:
* yasal hakları olan ve başkalarının emeğinden kâr eden bu bireyler, metalar olarak satılan emeğin ürünleri üzerindeki özel mülkiyete sahiptirler. nesneler üzerindeki sahiplikten çok, parasal miktarlarla ifade edilen değerler üzerindeki sahipliktir bu.
** sermaye birikimini en basit şekilde üretim araçlarının (binalar, makineler, hammaddeler, alet-edevatlar vs.) biriktirilmesi olarak tanımlarsak kapitalist üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade sermaye birikimini sürdürmek amacıyla kâra duyulan sürekli açlıktır. ihtiyaçları gidermekten ziyade giderilemeyecek ihtiyaçlar yaratır. gerçek dünyaya daha uygun düşecek bir model geliştirmekten ziyade gerçek dünyayı modeline daha uygun hale getirir. 

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam