07/11/2012 | Yazar: Kaos GL

Tuttuğu takımın haftalık skorlarının dışında tüm dünyanın ortak konuştuğu dilin, Maradona’dan, Best’ten, Cantona’dan süregelen geleneğin farkında olan Osman Bulugil ile Zamansız Dergisi’nden Batur Upçin konuştu.

"Futbol bir yaratıcılık alanı" Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
“Hayat ve felsefe hakkında öğrendiğim her şeyi futbola borçluyum, zira top hiçbir zaman tuttuğum köşeden gelmedi”
A. Camus
 
Futbol, teknokrasisi ile pek bir övündüğümüz modern toplumda şaşırtıcı biçimde en geniş nüfusu kaplayan payda; vefatların, ayrılıkların ve iflasların arasında kendine kolaylıkla yer bulabilen bir acı… Günümüzde diziler kendilerine doğru basitliği yakalamaları ayarında yer bulurken, Kenan İmirzalıoğlu’nun “Ezel’in bu kadar beğenilmesine hala şaşkınım, insanların işten geldiklerinde böyle kafa yoran bir kurguya bağlanmaları mutluluk verici” açıklamasını hatırlayalım, herhangi bir köy kahvesinde deplase koşusu, sürklase etmek, kademeye girmek rahatlıkla anlaşılabiliyor. Başka bir deyişle omurilikten izliyor, tartışıyor, oynuyoruz futbolu. Ancak akımların, pozisyonların, eğilimlerin ve stratejilerin, daha genel konuşmak gerekirse her şeyin günbegün değiştiği futbolda perdenin arkasını görmek herkese nasip olmuyor ne yazık ki. Tuttuğu takımın haftalık skorlarının dışında tüm dünyanın ortak konuştuğu dilin, Maradona’dan,  Best’ten, Cantona’dan süregelen geleneğin farkında olan bir beyefendi ile Osman Bulugil ile söyleştik bu sayı. Konuşmalarımıza geçmeden evvel uyarmakta fayda görüyorum, zeminimiz ıslak, arkaya atılan derin toplara karşı uyanık olmakta fayda var…
 
Söyleşi: Batur Upçin/Zamansız Dergisi
 
Soruları detaylandırmadan evvel sormak gerek diye düşünüyorum, izlediğin bir maçtan beklentin nedir? Hakem son düdüğü çaldığında “Helal” demen için neler gereklidir, doğru pozisyon almış savunma mı, yaratıcı hücum varyasyonları mı, gelişine sert ve düzgün vurulan şutlar mı yoksa “Bloklar arası yardımlaşma” mı? Bu bağlamda son zamanlarda aklında kalan bir maç var mı?
 
Öncelikle Galeano gibi bir futbol dilencisiyim diyemem. Güzel futbol olarak geniş nitelemeyi biraz daha daraltıp, estetik futbolu ararım izlediğim maçlarda. Huizinga, oyuna katılırken özgür olduğumuzu, ama bir kez katılınca oyunun kurallarına tabi olduğumuzu vurguluyor. Futbol maçı da böyle bir tarafıyla. Oyuncunun yetenekleri, yapabilecekleri oyunun sınırı- teknik adamlar tarafından belirlendiği bir futbol var kaşımızda. Tam da görev adamlarının didişme futboluna karşı direniş gösteren, ‘başka’ bir futbolun mümkün olduğunu hatırlatan futbol devrimcilerini arıyorum sahada.
 
Düşündüğümde ilk alkıma gelen maç, Mourinho’nun ilk El Clasico’su. Barcelona’nın bir yıl önceki Inter maçının rövanşını aldığı maç. Barcelona’nın pas yapmasında değil mesele, ya da 5–0 kazanması da. Oynadığı oyunun felsefesi, Barcelona’nın görünmeyen tarafı. Bunu sadece Hollanda’nın Total futbol ekolüne indirgemek yetersiz kalıyor. Bu oyun aslında, bugünkü Endüstriyel futbolun, oyunsuz futboluna karşı bir duruş… Uzun yıllar verilen bir emeğin ürünü. Total futbolun bu oyunda yeri açık. Fakat  Valeri Lobanovski’den bugüne başka bir futbolun izleri var Barcelona’da. Saha içinde küçük üçgenlerin kurulduğu, dinamik, oyuncuların bir mevkide çakılıp kalmadığı, bir sonraki pozisyona göre düşünen oyuncuların olduğu ve saha içinde enerjinin daha eşit dağıldığı bir futbol.
 
Futbol olarak algımıza sokulanın da Mourinho vari taktiklerin olduğunu hatırlayalım. Bir ay önce oynanan EURO 2012’de takımların kazanamıyorsan kaybetme algısıyla futbolsuz didişmelerini izledik. Total futbolun mucidi Hollanda’nın iki ön liberoyla (daha defansif, kesici orta saha) sahaya çıkması bugün futbolun geldiği noktayı gösteriyor. Maçı kazanmak veya kaybetmek artık bir oyunun (estetik bir oyunun) bir parçası olmaktan çıkarken, kaybetmemek adına saha içi varyasyonların geliştirildiği ve bunu en iyi yapanın da başarılı sayıldığı bir kavramsal düzenek var karşımızda.
 
Belirli standartlara oturtulmuş, şu kadar km koşan vb. savaşçı oyunculardan oluşan robot takımlar... Bunu yapabildikleri oranda da başarılı sayıldıkları bir algı. Böyle olunca normal dışı saydıklarını arıyorum sahada. Üzerine yüklenen görevlerin dışında oynayan, bazen futbolun estetiği, zevki için kaybetmeyi de göze alan, kaçırdığı golden sonra buz gibi bakışların değil, içten gülücükleri olan (Ronaldinho, Luiz N. Ronaldo gibi), çocukluğunun futbolunu oynamaya çalışan, futbol direnişçilerini izlemek keyif veriyor bana. Bugün bunu da tabi en başta Latin kökenli futbolcular ve Avrupa’da da Barcelona’lı birkaç futbolcu (Xavi, İniesta, Messi) yapıyor. Bu yıl oynanan şampiyonlar Ligi, Barcelona – Chelsea maçların da Chelsea’nın kaybetmemeye ve oynatmamaya yönelik pratiklerini izledik.
 
Hatta bu maçlar gibi Real Madrid’in Camp Nou’da oynanan en son El Clasico’yu kazandığı maç, oldukça ilginçti. Guardiola, sanki orta sahada top hakimiyeti eksiği varmış gibi üçlü defans ile sahaya çıkıp, orta sahayı kalabalık tutmayı tercih etti. Bunun üzerine, Real Madrid’li futbolcular da, Mourinho’dan kart yemeden ve oyundan atılmadan nasıl faul yapılır çok iyi öğrenmişler. Önümüzdeki yıldaki El Clasico’da da Real’in şansı yüksek. Çünkü Pepe, İniesta’yı doksan dakika tekmeleyip sahada kalabiliyor(!). Böyle olunca estetik futbolu konuşacak zeminimiz çok kısıtlanıyor.  
     
Eskiden taraftarlık saatler öncesinde stat kapılarında sabahlamak iken günümüzde fazladan alınan formalar ile bağlılık ölçülüyor. Aklıma ilk gelen örnek, tarihinde Avrupa kupalarında kendi sahasında maç kaybetmemiş Aris’in muhteşem atmosferinden değil, her sene on binlerce kombine satan kulüplerden bahsediyor oluşumuz. Taraftarın kulübe maddi anlamda destek olmasının karşıtı değilim elbette, Napoli taraftarının Maradona transferi şüphesiz hala etkileyicidir, ancak türlü ürünler ile taraftarın buna güdümlenmesini kendi adıma doğru bulmuyorum. Taraftar profilin deki bu değişim hakkında senin fikirlerin nelerdir, sence nelerden kaynaklandı bu akım?
 
Öncelikle kulübe taraftarlık görevi olarak, kombineyi almakla başlayan ve lisanslı ürünleri tüketmekle devam eden bir anlam yüklenmiş durumda. Stada gelenler için sahadaki maç da tüketimin bir parçası ve hafta sonu tüketilen ve tüketirken hep yeniden üretilen bir etkinliği gösteriyor. Sadece hafta sonu maça gelmekle değil, hafta içi de devam eden TV ve reklam yoluyla tüketimin yeniden üretilmesini de kapsıyor gördüğümüz fotoğraf.
 
Endüstriyel futbolun ‘modernize’ edilmiş statlarında cefakâr taraftara yer yok artık. Dönüşümü taraftarın dışlanması/ötekileştirilmesi (Liverpool Kop tribününü hatırlayabiliriz) ve tüketim kalıplarının bir parçası olan seyirciler. Taraftarın stat dışına atılması tam da işçi sınıfının futbolsuz bırakılması demek (Ken Loach’ın Looking for Eric filmindeki ‘otoparklar yalan söylemez’ sahnesini hatırlayabiliriz).
 
İngiltere’de oyunculara yönelik tavan ücret uygulaması kaldırıldıktan sonra, futbolcular yavaş yavaş starlara dönüşüyordu. Sonraki süreçte de Theacher iktidarıyla beraber işçi sınıfının elinden kayan bir futbol karşımızda olan. Döneminin iktidar hatalarından kaynaklanan stadyum faciaları ve Taylor raporu sonrasında, holiganizme karşı savaş yaftasıyla başlayan süreçle,  yeniden modernize ettikleri statlarında, artık ayakta maç izleyen, pasiflik yerinen inadına bir aktifliği barındıran taraftara yer yok. Bilet fiyatlarının Premeir Lig’de son 15 yılda yüzde 200’den fazla artması durumu yansıtıyor aslında. Ya da Berlusconi’nin Milan’ın efsane tribünü FDL’yi yok etmek için bilet fiyatlarını nasıl artırdığını hatırlayalım. Statlar artık haftanın yedi günü, tüketimin yapıldığı, lisanslı ürünlerin satışı kadar, birer AVM’ye dönüşen kompleksler ve bu tüketimin parçası olan futbol turistleri. Bugün Premier Lig’de, modern taraftar olarak sundukları seyircileri de, bir tarafıyla, artık futbol turisti olarak nitelememiz çok doğal olsa gerek. Braudel’in bahsettiği kuzeyli turistin Akdeniz’i istilasını hatırlatıyor. Bugünün seyircileri de artık, işçi sınıfının elinden kayıp giden stadyumların istilacıları… Kuzeylilerin koşa koşa geldikleri Akdeniz’de, turizmlerinin/tüketimlerinin nesnesi olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Akdeniz tarzı yaşama, bir gerçeğe katılır gibi katılmadıkları ve tatilleri biter bitmez düzenli bir biçimde döndükleri kuzeydeki (artık fosil haline gelmiş yaşamları ve parayla satın alınan yazların sahte yaşamı) yaşamları…
 
Futbol turistleri de, stadyumların istilacıları olarak var olmaya başladıklarından beri sahadaki oyun artık başka bir şeye karşılık geliyor: futbol turistinin fosil haline gelmiş yaşamlarında, oyuna -bir gerçeğe- katılmaktan öte, oyunun parayla satın alınmış sahte yaşamlarının bir parçası haline dönüşmesi…
 
Kendi adıma Ankaralı ve pek çok Ankaragücü maçına gitmiş biri olarak soruyorum bu soruyu. Ankaragücü taraftarı şampiyonluk beklemez, dünya yıldızlarının transferini de; orta sıralarda tamamlanan bir sezon, kupada üstünkörü bir ilerleme, mümkünse ezeli rakiplere iç sahada alınacak galibiyetler yılı güzel kılmaya yeter. Bu anlamda sportif başarıdan ziyade geleneğin takımı olmayı başarmış başka kulüpler de kolaylıkla sayılabilir. Athletic Bilbao, Livorno, St. Pauli, West Ham ve Adana Demirspor bu bağlamda ilk aklıma gelenler. Peki, taraftarı böyle mantıksız bir beklentisizliğe sokan, “gelenek” olarak addettiğimiz şey sence nedir, nasıl oluşur ve günümüz futbolunda yaşama ihtimali nedir?
 
Bugün futbol popüler kültürün bir parçası. Bununla ilişkili olarak var olan her değişim aslında bu geleneği yok ediyor. Soruda da bahsettiğiniz gibi bu geleneğe sahip kulüpler, taraftarlar mevcut. Bu noktada en çok dikkatimi çeken St. Pauli.
 
St. Pauli taraftarı öncelikle bugün endüstriyel futbolun ‘amaç’a yönelik dayattığı algıyı bozuyor. Skor onlar için belirleyici değil. Sadece tribündeki yaşamlarının küçük bir parçası… Hatta kendi takımları fazla sayıda gol attığında durmaları için uyarabiliyorlar. Hamburg, liman işçilerinin yoğun yaşadığı bir bölge olduğu kadar, genelevlerde çalışan sex emekçilerinin de yoğun olduğu bir bölge. Tabi ki cinsel ayrımcılığın, ötekileştirmenin de… St. Pauli tribünleri öncelikle anti-faşist duruşundan taviz vermiyor ve futbolda faşizmin –Türkiye’de olduğu gibi- tavan yaptığı ülkelerden birinde önemli bir direniş odağı oluşturuyorlar. Irkçılık karşıtı dünya kupasının en önemli aktörleri arasında yer alıyor St. Pauli. Aynı zamanda FİFA üyesi olmayan ülkelerin katıldığı 2006’daki kupada ev sahibiydi.
 
Bir Premier Lig’deki futbol turistinden farklı St. Pauli’nin taraftarı… Sistemin ürettiği yapay değerlere çomak sokan, arı kovanını eşeleyen taraftarlar aynı zamanda… Bir tarafıyla gündelik hayattan kopuşu da içeren bir “şenlik” olarak başka bir kültürün futbolu bize gösterdikleri…
 
2004’de yaşadıkları irtifa kaybından sonra 2010’da bir sezonluk Bundes Liga’ya geldiler. İnişler-çıkışlar… Hiçbir zaman on beş binin altında göremezsiniz St. Pauli tribünlerini… Hangi ligde oynadığını fark etmediği, her zaman yanında olan ‘ötekilerin’ takımından, direnişin takımından bahsediyoruz…
 
Dünya’da birçok liman kentinde işçi kulüpleri kurulmuş, fakat birçoğu bugünün çarklarında kökenlerini kaybediyor. İşçi sınıfını, kırmızı kartla oyundan atan endüstriyel futbolun dişlisine eklemlendiler ve eklemlenmeye devam ediyorlar. İşte St. Pauli’nin farkı da burada ortaya çıkıyor. St. Pauli’yi iktidarla mücadele de, bir direniş odağına getiren süreç hala devam ediyor. Hafenstrasse direnişinden, cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa karşı düzenledikleri eylemlere kadar iktidarla mücadele eden bir St. Pauli kültürü bugünkü gördüğümüz. Amblemlerindeki kuru kafa da 1980’lerdeki direnişle ilişkili olarak taraftarın yarattığı bir sembol. Toplumdaki politik hareketten, direnişten bağımsız olmayan kulüp, iktidara karşı gün geçtikçe daha da direncini büyütüyor. Endüstriyel futbolda, farklı bir futbol kültürünün kazanması zor görünüyor, fakat kaybetmesi de imkansız.  Bence temel mesele direniş odakları oluşturabilmekte…
 
Burada kulübün taraftarının politikleşme süreci olarak tarihinden vurgulanan tikel örneklere takılmamamız gerekiyor. Çünkü bu semt, zaten politik bir durumun yansımasıydı. Bu açıdan Millerntor stadındaki şenliğin bize gösterdiği, sömürü düzenine karşı direnişin fotoğrafı.
 
Tarihin başından beri  parlarken patlayan yıldızlarla dolu bir geçittir Avrupa futbolu. “Hitlerin Blitzkrieg uçaklarından beri İngiliz erkeklerine yapılmış en büyük aşağılama” olan George Best’ten tutun da yerli ama bazen de biraz yersiz şubesi Tanju’ya kadar pek çok futbolcu başarının yükünü kaldıramayıp yeteneklerini heba etti. Bir futbolcuyu o ince psikolojik sınırda tutan nedir? Dizleri parça parça olmuş “semt çocukları” mı daha yatkındır heba olmaya yoksa piyano derslerini ihmal etmemiş Kaka türevleri mi?
 
Kesinlikle ‘semt çocukları’… İlk sorunuza da atıf yapalım burada. Sahada aradığımın başında gelir bu başka oyucular. Onlardan az kaldı bugünün futbolunda , neyse ki Messi hala genç….
 
Ulus Baker’in dediği gibi, futbol bir yaratıcılık alanı. Bu anlamda sanattan geri kalır bir yanı yok.
 
Günümüz futbolunda oyun tarzları yok olma sürecinde, yaratıcılık da minimize oluyor ve bu körelmeyle beraber ‘robotlaşmış’ oyuncular çıkıyor karşımıza. Estetiği sahada görmek bir yana bu artık futbol içinde konuşula gelen konular arasına bile giremiyor. Taktikler beş ya da altı savunmacıyla oynanan ‘garantici’ futbolun türevlerine dönüşüyor.
 
Bu noktada Latin Amerika futbol tarzına biraz değinmek gerek: Bugünkü futbolun amaca yönelik oyunsuz konumunda, gole ulaşmak adına gerekliği olmayan, fakat zarafeti ve zevki üreten bir tarz Latin Amerikalı futbolcularınki. Bunun yanında         Ken Loach’ın  İngiltere’de işçi sınıfının elinden futbolun nasıl kaydığını gösteren filminde (Looking for eric) Cantona’nın dediği gibi: bazen her şey güzel bir pasla başlayabilir!...
 
Latin Amerika’da kuzeydeki kıtadan farklı olarak salon sporları hakim değil. Sokakta, mahalle maçlarında, hemen her yerde futbol bir tutku. Bunu besleyen de estetik futbolları. Futbolun beşiği dedikleri İngiltere’den farklı olarak futbolcular, kas ölçümleri yapılan, ecza dolabına dönüşmüş, daha sekiz yaşında bir ömür oynayacağı mevki ve yapacakları sınırlandırılmış bir oyun kültürüyle yetişmiyorlar.
 
11 yaşındayken Messi, hormonlarından kaynaklanan hastalığından dolayı yaşıtlarına göre çok yavaş gelişim gösteriyordu. Büyümesine engel olan bu hastalığı özellikle Messi’nin boyu üzerinde etkiliydi. Dezavantaj olarak görülen boyunun uzamamasını Messi, çeviklik olarak avantaja çevirmeyi başardı. Hormonlarıyla ilgili bir sorunu öne çıkardıkları Rosairo doğumlu Messi’den, sakatlık sonrası ilaçlarla eritebilme şansı hemen hemen imkânsız hale gelen Ronaldo’yu örnek verebilirim. Ronaldo’nun ilk yıllarını hatırlayalım. PSV’ ye geldiğinde ve sonra Barcelona. İnter, Real Madrid ve sakatlıklar. Buna rağmen, 2006 Dünya kupasında hızlı değildi, ama küçük bir vücut çalımı bile bambaşkaydı. Belki de onu iyileştirme adı altında bir ecza dolabına dönüştüren sisteme karşı, yok edemedikleriydi Ronaldo’nun futbolu.
 
Örneğin Gerrard’a bakalım. Daha 18’inde kas büyümesi yüzünden futbolu bırakma riskiyle karşı karşıya kalmıştı. Çünkü altyapıya 5–8 yaşlarında gittiğinde sahada oynanan oyun, planlanmış, spontane olmayan ve salonda sürekli güç eksersizleriyle desteklenen bir gelişme bu. Böyle olunca mevkisinin görevini en iyi yapan birer robot olarak A takıma yükseliyorlar. Gerrard, Lampard hatta Rooney… Bakın İngiltere’ye hepsi birer mükemmel mevki oyuncusu. Ama yaratıcılık ya da estetik futbol dediğimizde bunun hiçbir emaresi yok. 
 
Birkaç örnek verelim futbolda yaratıcılığa. Franz Beckenbauer, futbolda ilk kez defanstan ileriye 40–50 metrelik drippling’i icat etmişti. Libero’nun tanımlanan görevlerinin dışında olan bir şeydi yaptığı ve futbola önemli katkı sağladı. Eduardo Galeano’nun Gölgede ve Güneşte Futbol’da bahsettiği gibi “sert futbol eğilimden olanların aksine o zarif futbolla gerektiğinde bir tanktan daha güçlü, bir otobüsten daha delici olabiliyor, ileriye atağa kalktığında bir havai fişekten farksız oluyordu. Günümüz futbolunda Beckenbauer gibi oyuncu bulabilmek neredeyse imkânsız.
 
Diğer örneğimiz kaleci Lev Yashin. Yashin, bugün topu yumruklama şeklinde ifade bulan, topu ceza sahasının dışına çıkarmayı keşfetmişti. Kalecilerin ceza sahasına gelen her topu tutma gayretinin anlamsızlığını ortaya koyan bir buluştu Yahsin’inki. Yahsin’in yanı sıra, A.Carrizo’ya da kısaca değinelim: Carrizo, hücumu desteklemek amacıyla kendi alanını terk etme cesaretini gösteren (ileri çıkışlar, rakibe çalım atma) ilk kaleciydi ve kalecilerin hücuma katılabileceğini göstermişti.
Garrincha’nın buluşuna gelince. Futbola başladığında doktorların ‘oynayamayacağı teşhisi’ koyduğu Garrincha, çocuk felci geçirmişti ve sol ayağı aksıyordu. Bugün Messi’de izlediğimiz top tekniğinin mucidi Garrincha’nın yaptığı, Küçük adımlarla topu kontrol edip, dar bir geometrik alanda oynayıp topu rakibe ulaşılmaz hale getiriyordu. Garrincha sonrası bu teknikle oynayan oyuncular hep başka futbolu izlettirdiler bize. Ama doktorlar Garrincha futbol oynayamaz demişti (!). Garrincha, belki de futboldaki en önemli tekniği icat etti ve bu tekniğe sahip aklıma gelen oyuncular:  Maradona, Cantona, Hagi, Zidane, İniesta, Luiz Ronaldo ve Messi.
 
Cristano Ronaldo’nun futbolunun altyapı gelişimi bu teknikle başlamıştı. Fakat şimdi bununla alakası yok. Sporting Lizbon altyapısı, çocukları ilk önce mevkisiz, spontane top oynatıyor birkaç yıl süreyle. Bu da onların doğal gelişimleri demek. Ronaldo tek değil, Nani ve Querasma’yı da unutmayalım Sporting altyapısından. Ronaldo Manchester United’a geldiğinde, zayıf, kıvrak, süratli, rakibin topla üstüne giden, topu küçük dürtmelerle taşıyan, dar geometrik alanda oynayan bir oyuncuydu. Soralım şimdi, bu özelliklerinin hangisi bugün sahada var? Hızı hariç hiçbiri yok. Artık Ronaldo, bir antrenman ürünü olarak, beli kalınlaşmış, kasları çok güçlenmiş, kuvveti vücudunu zorlayan bir oyuncu haline dönüştü. Birkaç estetik hareket deniyor ama rakipten uzak kendi halindeyken… Kuvvetiyle yapacağı şey de, topla hızlıca koşmak ve şut atmak. Ronaldo’nun durumu aslında bize, bugün endüstriyel futbolda bir yeteneğin nasıl geriye çevrildiğini gösteriyor.
 
Foucault “Her şey politiktir” buyurmuş. Bu genellemeye futbolu katmamak olmazdı, kuruluşundan yayılışına, insanların mantık çerçevesinin bilfiil dışına çıkarak gönül verdikleri futbolu da bu anlamda nereye koyabiliriz?
 
Özellikle Türkiye’de sahadaki oyunla politika arası ayrım varmış gibi gösteriliyor. Oyunun evrimi, taktiklerin gelişimi, oyuncuların tek tipleşmesine kadar futbol politik bir oyun.
 
Taraftarın sadece uyku tulumunda uyutulan kalabalık olarak ele almak yetersiz kalıyor. Futbol popüler bir kültür alanı. Aynı zamanda ideolojik bir mücadele alanı da. Türkiye açısından baktığımızda da, futbolla var olan semboller özellikle milliyetçiliğin güçlenmesine yol açıyor. Futboldaki birçok tartışma, medya yoluyla aktarılan bir dil sürekli milliyetçilik sorunsalı içinde kalıyor ve milliyetçiliği yeniden üretiyor. Bu noktada futbolu / taraftarlığı bir kenara atmak yerine tam da içinde mücadele etmek gerekiyor.  Foucault’tan devam edersek, tahakkümün olduğu yerde direniş de vardır.
 
Futbolun ‘oyun’dan ‘iş’e evrimi kapitalizme içkindir ve bugün bunu endüstriyel futbol olarak nitelendiriyoruz. Endüstriyel futbolun, gösteri yapan oyuncuları, onların oynadıkları oyunu bilen -oynama yönüyle değil- izleme ve tüketme yönüyle kitlelerin bir arada bulunması bugünün seyirci/müşterisine karşılık geliyor.
 
Tarihin gördüğü politik figürlerin arasında yapılacak halı saha turnuvasında baklavayı kim alırdı? Bana kalırsa “Adamını bir kez kaçırmak pozisyon hatasıdır, ancak yüzlerce kez kaçırmak politik bir eylemdir” diyen RAF “Top da geçmez adam da” mantığından ödün vermeyerek alırdı kupayı ama senin bu konudaki fikrini merak ediyorum. Mesela EZLN-RAF maçına skor tahmini alabilir miyim? Marcos mu Baader mi?
 
Tebessümüm kadar belki en zor soru benim için… Baader’in takımı top da adam da geçirmezdi, orası kesin. Bütün taktiksel hamleler de Meinhof ile Marcos arasında geçerdi. Maç, estetik bir oyuna karşılık gelirdi ama gol olmazdı. Çünkü iki takımda birlikte bir gol atacakları zamanı biliyorlar ve tarihin kırılma anında Marcos’un yanında olacak Meinhof ve Baader…
 
Futboldaki endüstriyelleşmenin taraftar kanadından bahsettik, peki kulüp anlamında bu endüstrileşme nereye tekabül eder? Real Madrid’e transferinin ardından Beckham ile ilgili verilen ilk haberin “reklam ve ürün gelirleri ile kendi bonservisini çıkarmış olması” ne kadar sağlıklıdır, sportif katkının, daha da önemlisi geleneğe katkısının yeri yok mudur?
 
Öncelikle transferi belirleyen sadece reklam değil. Beckham’ın formasının satılması bunun bir parçası sadece. Beckham gibi oyuncularla elde edilecek olan sportif başarının  pazarlanması aslında temeldeki hedefleri. ÇUŞ’ların küresel sömürü düzenlerinin bir parçasını oluşturuyor. Örneğin Nike gibi bir firma, birçok futbol kulübünün formasına sponsor. Kapitalizme yeni eklemlenen Doğu Avrupa’da veya Güneydoğu Asya’da, adalarda tüketim kalıplarını oluşturmasında ileri kapitalistleşmiş ülkelerin tekel kulüplerinin payı büyük. Ya da diğer bir yönüyle, Manchester United’ın J.S.park’ı futbolcu özellikleri kadar Koreli olduğundan takımda tutuyor.
 
UEFA ve FİFA’nın düzenlediği bütün organizasyonlar aslında ileri kapitalistleşmiş ülke kulüplerinin tekelleşmesine hizmet ediyor. Torba sisteminde hiçbir zaman endüstriyel futbolun çarklarının başındaki kulüpleri zorlayacak kuraları göremezsiniz. 3. ve 4. torbadan birer rakip ile mücadele ederler (?).  Bunun yanı sıra Bosman kuralları da tekelleşmeyi üreten önemli parçalardan biri. Sözleşmesi biten oyuncunun serbest kalmasını içeriyor. Örneğin Türkiye’de Gökhan Gönül’ün sözleşmesinin bittiğini düşünelim. Gökhan’ın gideceği yer AEK olmayacaktır, tersine Almanya, İtalya, İspanya veya İngiltere liglerini tercih edecektir. Tekelleşen kulüplerin varlığı, oyuncu göçünde köprü kulüpler ve turnuvalarda başarı algısı yaratmak için var olan öteki kulüpler… Endüstrileşme futbolda, futbolcular, taraftar ve kulüpleri kapsayan bir dönüşüm. Futbolcular bazında bu, pazarda emekçiler olarak emeklerini pazarlayabilecekleri en optimal koşulların olduğu kulüplere yöneltirken; taraftarları ötekileştiren; kulüpleri de, tekleşen kulüplerin başarı algılarını yeniden üreten bir sömürü düzenin parçası haline getiriyor.
 
Tribünlerdeki gerilimin eşiği ne olmalıdır? Geçmişin tatlı ve Hababam Sınıfı tadındaki rekabeti mi doğrudur, yoksa belli bir agresiflik barındırması gerekiyorsa da bunun sınırı neresidir?
 
Gerilim, heyecan, sevinç, korku… Spinoza’nın deyimiyle bütün duygulanışlar… Futbolun hayata benzediğiyle ilgili çok şey söyleniyor. Benzerlik ilişkisi bir yana futbol hayatın yumaklarıyla örülmüş bir oyun. Tribündeki duygulanışlar da bundan bağımsız şekillenmiyor. Taraftarlığı, çekilmek istenen rakibini ötekileştirerek var olma düzleminden çıkartmamız gerekiyor. Bu açıdan farklı taraftar gruplarının birlikte hareketi en önemli adımı oluşturuyor. St Pauli vari taraftarlara ihtiyacımız olduğu aşikar. Aynı zamanda stadyumlar, hafta sonu enerji boşaltılan bir alan değil, bu enerjinin – agresifliğin – iktidara karşı kanalize edildiği birer direniş mihengi olabilir. TV yoluyla üretilen milliyetçi söylemler örneğin bir Yunanistan maçını gerginleştirebiliyor. Ya da üretilen güvenlik algısı, kriminolojik sınıflamalar yoluyla taraftarın holigan düzlemine çekilmesi ve sonrasında polisin davranışları (özellikle şiddeti!) bugün tribünlerde izlediğimiz agresifliği üretiyor. Bunun karşısına koydukları da İngiltere’de sahadaki robotlaşmış futbolculara uygun olarak robot gibi maç izleyen futbol turistleri modern olarak sunuluyor. Ama taraftarlık bahsettiğim gibi bir aktiflik çabasıdır, harekettir. Bu da içinde her tür duygulanışı barındırıyor. Bu açıdan agresifliği holiganizmle adlandırılmasına izin vermeden, bir aradaki kitleyi iktidara karşı kanalize edebildiğimizde uyku tulumu olarak gördükleri stadyumlar bir anda başlarına yıkılacak…
 
Son olarak taraftar gruplarının da kulüpler ile birlikte anılmasını doğal ve gerekli buluyorum. Futbola gerekliliğinin yanı sıra tribünde büyümüş biri olarak sosyal kişiliğin oturması ve kimlik arayışı dönemlerinde kendimi eklemlediğim yerlerin arasında türlü takımın tribünü yer aldığı için mutluyum. Ancak günümüzde büyüdükçe dallanıp budaklanan, çetrefilleşip çirkinleşen güç odakları seziyorum taraftar gruplarında, sahip olduğu büyük potansiyeller ve binlerce gence yapacağı katkı düşünüldüğünde bu gruplardaki iktidar kavgalarını nasıl değerlendiriyorsun? Çarşı’yı bu anlamda nereye koyarsın?
 
Biraz geriye gidersek, antik dönemden beri statların anıtsal yapılar olarak varlıklarını sürdürdüğünü görüyoruz. Statların, onlara atfedilen görkem, kitlelerin oradaki varlığıyla bir taraftan da iktidarın güç gösterisi haline geliyor. Bugün bunu da kapsayan bir dönüşüm söz konusu. Bu soruyu da bu düzlemde değerlendirebiliriz. Stadyumlar, iktidar, taraftar grupları ve taraftar profilindeki değişmeler…
 
Modernlik maskesiyle statların yıkılması ve tamamen oturulan, otopark ön koşulu olan ve haftanın her günü tüketimin yapılabildiği mekanlar olarak dönüşmeye başlaması endüstriyel futbolun en büyük dayatması konumunda.
 
Bu noktada Türkiye’de de Beşiktaş taraftarı bu dayatmayla karşı karşıya. İnönü stadı, taraftarın kendi tarihi ve kültürüne sahip çıkarak var olabildiği ender statlardan. Mekandaki yapılacak dönüşüm taraftar profilini de dönüştürecek. Beşiktaş, herkesi oturarak maç izlediği, loca ve VİP’in genişçe yer aldığı, kameralı ve otoparkı olan bir stada sahip olduğunda, artık bugün onu var eden Çarşı’nın da stattan kopuşu başlıyor olacak. Bugün İnönü stadında var olabilen, hala ayakta maçı takip eden, şiirsel bir dille, zaman zaman politik tutumuyla öne çıkan Çarşı’nın var olabileceği bir mekan olmayacak yeni stat.
Yeni stadın inşası konusunda özellikle otoparka dikkat çekmek gerekiyor. Örneğin 40 bin kişilik bir stada (10 bin veya 20 bin araçlık) otopark ön koşulu ne anlama geliyor? Bu durum bir tarafından da sınıf savaşındaki bir dayatmayı gösteriyor bize. Beşiktaş’tan devam edelim: Bugün Beşiktaş bir halk/semt takımı özelliğini kaybetmemiş durumda ve bundan oluşan bir tribüne sahip. Bunun da en önde gelen grubunu Çarşı oluşturuyor. Beşiktaş çarşıda toplanıp, oradan maça gitmek bir yaşamın parçasını oluşturuyor. Bu açıdan da yapılacak olan yeni statta böyle bir kültüre yer olmayacak ve daha çok müşteri olan bir seyirci profiliyle karşılaşacağız. Örneğin bugün Maracana stadında otopark bulunmuyor (2014 dünya kupası için yeni inşa ediliyor!). Fakat hafta sonu insanlar stadı doldurup, maç izliyorlar ve stat sorunsuzca boşalıyor. UEFA’nın bugün Avrupa Kuplarını da öne çıkartarak en baştaki dayatmaları arasında otopark kriteri yer alıyor. Endüstriyel futbolda stadı maçın oynandığı bir mekandan öte, binlerce aracın park edildiği bir görünümü arzuluyor ve dayatıyor.
 
Yeni stat ve getireceği dönüşüm Çarşı’ya yer bırakmadıkça bir süre sonra ambiyans da kaybolmaya başlayacak. Yeni stada ilk başta Çarşı’nın karşı çıkması gerekiyor. Bugün yeni stada karşı Beşiktaş tribünlerinin var olmanın savaşını vermesi gerekiyor. İnönü’nün yıkılmasına karşı durmak, taraftarı ötekileştiren, orta sınıf müşterileri statta görmek isteyen endüstriyel futbolun yerli aktörlerine karşı durmak üzerimize düşen.
 
 

Etiketler: yaşam, spor
İstihdam