24/06/2010 | Yazar: Rüzgar Akın

Her şey o akşam başladı... Normal fiyatının üçte birine kiraladığım minik dairemde ilk gecemdi. Yatağıma uzanmış tavanı seyrediyor ve sessizliği dinliyordum.

Her şey o akşam başladı... Normal fiyatının üçte birine kiraladığım minik dairemde ilk gecemdi. Yatağıma uzanmış tavanı seyrediyor ve sessizliği dinliyordum. Evet, yeni evimin ilginç özelliklerinden biri de nispeten merkezi bir yerde olmasına rağmen sessiz oluşuydu. Hâlbuki yalıtımı kötüydü. Çevredeki binaların konumuyla ilgili benim akıl erdiremediğim fiziksel bir fenomen söz konusuydu belki de. Herşey o akşam başladı diyorum ama o an sorsanız benim için herşey bitmişti. Bir ay önce nişanlımdan ayrılmış, garip bir kaçma içgüdüsüyle şehrin eski evimizden mümkün olabilecek en uzak köşesinde bu evi bulmuştum. Şansıma çok da uygun bir fiyata anlaşabilmiştim. Benden önceki kiracı yatak odası yaptığım bu odada kendini asmış. Sanırım tam da yatağımın bulunduğu bu köşede... Nerden mi biliyorum? Adamcağızın kendini astığını zaten bütün mahalle biliyor. Kedisi iki gün bar bar bağırınca çilingire açtırmışlar kapıyı. Ev içerisindeki detayları ise o an bizzat olay mahalinde bulunmuş olan kapıcı Rıza Efendi’den “Bu daireye taşınacağına emin misin hanım kızım?” diye başlayan uzun bir konuşma sırasında öğrendim. İnsanlar bazen ne kadar da ilginç şeyler için endişeleniyorlar. Sanki hiç tanımadığım ve görmediğim bir adamın yaşadığı depresyon bulaşıcı olabilirmiş gibi. Gerçi tam da bu köşeye yatağımı koymuş olmam taşındığım dönemki ruh halimi yeterince açıklıyor olsa gerek.  

Neyse işte, o akşam başlayıvermişti herşey. Ben öylece uzanmış sessizliği dinlerken birden bire yan dairede başlayan viyolonsel sesiyle irkildim. Yıllardır duymadığım hâlbuki ne kadar da çok sevdiğim bir sesti. Tüylerim diken diken oldu resmen. Ben lisedeyken, ikinci sınıflar olarak hep birlikte güzel sanatlar lisesine adını hatırlamadığım bir adamın konuşmasını dinlemeye gitmiştik. Konferans salonunu ararken geçtiğim koridorlardan birinde kapısı açık bir sınıfın içinde viyolonsel çalan bir çocuk vardı. Aletin sesini duyar duymaz olduğum yerde kalıvermiştim. İçimi titreten büyülü bir sesti bu. İnsanı kendinden geçiren bir ses... Sonrasında araştırıp viyolonsel için yazılmış bulabildiğim bütün klasikleri dinlemiştim. Bende bir çeşit bağımlılık yaratmıştı sanki. Ta ki nişanlımla tanışana kadar. Tabi eski nişanlım demeliyim. Hiç sevmezdi klasik müziği. Küçükken yaz tatillerini annesinin teyzesinin evinde geçirmek zorunda kalırmış. Çok iyi bir kadınmış büyükteyze ama yaşadığı minik sahil kasabasında eski nişanlımın yaşıtı çok az çocuk varmış. O da hep evde otururmuş. Evde ise durmaksızın, bütün gün klasik müzik çalarmış, çok meraklıymış büyük teyze. Neyse işte, böyle saçma bir nedenden dolayı sevdiğim müzikten vaz geçecek değildim gerçi ama gittikçe daha az ve daha az dinleyerek en sonunda ben bile farkına varmadan bırakıvermiştim anlaşılan. Şimdi ise aradan yıllar geçmiş, nişanlım beni terk etmiş, yalnız başıma bu evdeydim ve komşum viyolonsel çalıyordu. Hayat bazen ne kadar da ilginç oluyor...
 
Tam dört saat boyunca durmaksızın çaldı komşum. Çaldığı parçaların kimini tanıdım kimini ise daha ilk defa duyuyordum. İlk iki saatin sonunda alt kattaki, tavanına vurarak ikaz etti. Herhalde o da eski nişanlım model biriydi. Bir an komşum ikaza uyup çalmayı bırakacak diye korktum ama hiç oralı olmadan iki saat daha devam etti ve sonunda birileri rahatsız olduğundan değil yorulduğu için bıraktı çalmayı. Demek ki insanların ne dediğini önemsemeyen biriydi komşum. Sahi nasıl biriydi acaba? Bir kere çok iyi bir müzisyendi. Kesin küçük yaşta başlamıştı çalmaya. Belki de profesyoneldi, devlet senfoni orkestrasında falan çalıyordu. Ben neye benzediğini hayal etmeye çalıştıkça gözümde daha da şekillendi komşum. Kısa boylu, yarı uzun dağınık saçlı, kirli sakallı, hassas görünümlü ve tıpkı benim gibi yüreği yaralı biri. O an aklımdan tam olarak ne geçti pek hatırlayamıyorum ama her gece aynı saatte eve gelir ve komşumu dinler oldum. Gittikçe silhueti aklımda daha da netleşiyordu. Netleştikçe ve ben her gece çaldığı viyolonseli dinledikçe ona karşı anlamlandıramadığım hisler beslemeye başlamıştım. İnsan tanımadığı ve görmediği birine âşık olabilir mi? Gerçi tanımadığım ve hiç görmediğim bir adamın kendini astığı yere yatağını koymuş uyuyan benden herşey beklenebilirdi. 
 
Birkaç gün, belki birkaç hafta sonra, işten dönmüş daireme ulaşmak üzere merdivenleri tırmanırken alt kat komşuma rastladım. O da evine girmek üzere kapısını açmakla meşguldü. Beni görünce “Afedersiniz hanımefendi” diye seslendi. Durup ondan yana döndüm. Afedersiniz hanımefendi gibi son derece kibar bir hitap cümlesine öyle bir vurgu katmıştı ki adam, kendimi hakaret edilmiş gibi hissetmiştim.
 
“Üst katta mı oturuyorsunuz siz?”
 “Evet” dedim ve kendini asan adamdan bahsetmemesini umdum. Kapıcı ile yaşadığım bir saat-kırkbeş dakikalık konuşma acı verecek derecede can sıkıcı olmuştu.
Ama komşum onun yerine “Aylardır her gece o kemanı çalan siz misiniz?” diye sordu.
“Keman değil viyolonsel” diye düzelttim ister istemez.
“Sizsiniz yani” diye karar verdi adam “Yahu kardeşim sizde ölçü nizam yok mu?” soruyu sorarken gittikçe sesini yükseltmişti. Müzikte kreşendo denirdi buna. “O kadar ikaz ediyoruz ama nafile. Mecbur muyuz biz çoluk çocuk senin kemanını dinlemeye?” derken saygıyı da bir kenara bırakıp senli benli oluvermişti.
“Beyefendi saat dörtten sekize kadar çalıyorum. Gece siz uyurken çalmıyorum ki. Benim de çalışmaya ihtiyacım var” dedim. Her nedense sanki viyolonseli çalan benmişim gibi suçu üstlenmiş ve komşumu savunmaya geçmiştim. İşin kötüsü adama uyup ben de sesimi yükseltmiştim ve an itibariyle apartmanda kavga ediyor olmuştuk. Yan dairenin kapısı aralanmış, ardında bir çift meraklı teyze gözü belirmişti. O sırada merdivenleri çıkmakta olan genç bir kadın da durup bizi izlemeye koyulmuştu.
Adam “Sessiz çalın siz de. Hayret birşey!” diye devam etti. Artık sözlerini sert el kol hareketleriyle vurgulamaya başlamıştı.
“Beyefendi viyolonsel sessiz çalınır mı hiç?”
“Eğer bir daha o kemanı duyarsam polis çağıracağım!”
“Saat dört ile sekiz arasında istediğim kadar gürültü yapabilirim. Eğer polis çağırırsanız onlar da size aynısını söyleyecek”
 
Durup bizi dinlemeye başlamış olan genç kadın merdivenleri çıkmaya devam etmek yerine yavaş adımlarla yanımıza geldi ve ikimizin arasında bir yerde durdu. Bana ne cevap vereceğini bilemeyen alt kat komşum da bakışlarını ondan yana çevirip “Ne var?” diye sordu. Ne için yanımıza geldiğini ben de anlayamamıştım. Acaba kavga etmeyin yazık, ya da hepimiz kardeşiz gibi birşey mi diyecekti? Onun yerine “Ne için tartışıyorsunuz?” diye sordu kadın. Sorusu çok doğaldı ama bir o kadar da şaşırtmıştı beni. İkimizden de uzun olduğu için sanki tepeden bakıyordu bize. Zaten bulunduğu yere ait olmayan bir havası vardı. Hani kimi insanlar vardır, o kadar güzeldirler ki “nerden çıktı şimdi bu?” dersiniz. İşte öyle biriydi. O yüzden kendisini yanımızdaki kapının ardından bakan teyzeyle aynı kefeye koyan meraklı sorusu bir o kadar şaşırtıcıydı.
“Hanfendi her akşam ama her akşam yılmadan saatlerce keman çalıyor onun için tartışıyoruz!” diye açıkladı adam.
“Keman değil ki viyolonsel” diye düzeltti genç kadın.
“Ulan neyse ne işte, tepemi attırmayın benim! Siz duyup rahatsız olmuyor musunuz sanki?”
Kadının belli ki aklı karışmıştı. Önce adama, sonra bana ve sonra yine adama bakıp “İyi de...” dedi “Viyolonseli çalan benim ki”
 
Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Bir an yüzümden bütün kanın çekildiğini hissettim. Her gece çaldığı müziği dinleyerek ve onu hayal ederek hiç görmediğim halde âşık olduğum komşum bu karşımda duran kadın mıydı yani? İşin kötüsü hayal kırıklığına uğramamıştım. Daha doğrusu bilinçaltım birlikte yeni bir maceraya atılabileceğim bir erkek beklediğinden hayal kırıklığına uğramıştı ama ruhum nedense vazgeçemiyordu bir türlü. Karşımdakinin bir kadın olması ta başıdan beri benim ona ilgi duymamı sağlamış nedenlerden hiçbirini değiştirmiyordu çünkü.
 
“Nasıl yani? Kim ulan peki bu kemanı çalan? Kara Murat mı, herkes ‘benim’ ‘benim’ diyor!” adamın sinirli çıkışı karşısında kadını incelemeyi bırakıp ondan yana döndüm ve ne cevap vereceğimi düşünmeye başladım. Kadın ise önce kendini tutmaya çalıştı ama dayanamayıp kahkahalarla gülmeye başladı. Bunun üzerine iyice sinirlenen adam “Yeter ulan, sizinle mi uğraşıcam!” diyerek evine girdi ve kapısını çarparak kapattı. Meraklı teyzenin kapısı da hemen hemen aynı anda kapandı. Apartmanda sonunda neye benzediğini görebildiğim, viyolonsel çalan komşumla başbaşa kalmıştım. Aslında güzel kadınlar hep rahatsız etmiştir beni. Karşılaştığı her hemcinsini bir rekabet unsuru olarak algılayan hasta ruhlu kadınlardan biri değildim, yanlış anlaşılmasın. Ama ister istemez kendimle karşılaştırıyordum onları. Komşumu ise çok farklı bir gözle inceliyordum. Omzunda sırt çantasının kolunu tutan sol elinin ince uzun parmaklarını viyolonselin sapında gezinirken hayal ettim. Kot pantolonunun cebinde duran sağ eli ise arşeyi tutarken canlandı gözümde. Viyolonsel denen aletin ölçüleri bir kadınınkini andırır. Müzisyen ise onu çalarken son derece yakın durduğu için sanki sarılıyormuş gibi gözükür. Komşumu bana sarılırken hayal etmekte olduğumu fark ettiğim anda başımdan kaynar sular boşaldı. İrkilerek bir adım geri çekildim. Birden bire gelen bu tepkiye o da şaşırmış olsa gerek, beni yaklaşık on santimetre yukarıdan süzen gözlerini kıstı ve “İyi misin?” diye sordu. Cevap veremedim. Doğruca evime koşup saklanmak geldi içimden ama olduğum yerden kıpırdayamadım. Komşum ise sağ elini cebinden çıkarıp bana uzattı. Tanışmak istiyordu demek ki. Eblekliğime bir son vermek amacıyla ondan önce davranıp “Ben Özlem” dedim “Özlem Şimşek” ve elini sıktım. Gülümseyerek “Rüzgâr Akın” dedi. Nasıl yani, adı bu muydu? Rüzgâr? Ben daha ne için şaşırdığıma karar verememişken “Çay içer misin?” diye sorarak düşüncelerimi böldü. Evine davet ediyordu beni. Güçlükle de olsa elini bırakıp “Malesef, artık eve gitmem lazım. İşlerim var” dedim. Kendimi kurtarabildiğime sevinmiştim ama yine de bizim kata kadar merdivenleri birlikte çıktık. Tabiki de kapılarımız yan yanaydı. Evine girmeden önce bana iyi akşamlar diledi.
 
Evime girip kapımı kapatır kapatmaz, sanki başka birşeylerin daha içeri girmesine engel olmaya çalışır gibi sırtımı kapıya yasladım öylece kaldım. Soluk alıp verişimin normale dönmesini bekledim. Kısa bir süre sonra yan daireden yine viyolonsel sesi gelmeye başladı. Yatağıma uzanıp gözlerimi kapattım ve dinledim. Uyuyakalmışım. Uyandığımda hava karanlıktı. Ertesi gün için bitirmem gereken işler olduğunu hatırlayıp salona yöneldim ama ayaklarım beni sokak kapısına götürdü. Birkaç saat önce tanıştığım kadının kapısının önünde dikilir buldum kendimi.
 
**
Adam uzun bir süre tereddüt ettikten sonra derin bir soluk aldı ve zile bastı. Ona saatler gibi gelen ama aslında saniyeler bile sürmemiş kısa bir bekleyişin ardından, içeride kapıya doğru yalaşan ayak seslerini duydu. Kapı açıldığında karşısındaki kadınla göz göze gelmemeye dikkat ederek “Merhaba” dedi adam “Ben yan komşunuzum”
Kadın gülümsedi ve “Merhaba” dedi. Yeni taşınmıştı adam, biliyordu. Hem de şaşırtıcı derecede hızlı ve sessizce gerçekleştirmişti bu taşınma işini.  
“Bir iş seyahatine gitmem gerekiyor da. Acaba diyecektim, ben yokken kedime bakabilir misiniz?” nedense konuşurken sesi titriyordu adamın. Heyecanlıydı belki de. Orta boylu, zayıf, temiz yüzlü, şık giyimliydi. Sürekli yurt dışında bir takım çok önemli toplantılara gitmesi gereken birine benziyordu. Ama gözlerindeki hüzün görünmez yaşlar halinde yanaklarına akıyordu sanki. Yalnızlık, çok uzun bacaklı, boyalı yüzlü, koca gövdeli bir canavar gibi adamın tam arkasında durmuş, sivri tırnaklı uzun ellerini omuzlarına koymuş, iğne dişlerini göstererek sırıtıyordu ona. Belki de o yüzden tedirgindi adam. Kadın gülümsemesini kaybetmemeye çalışarak “Tabiki bakabilirim” dedi “Ne zaman gidiyorsunuz tam olarak?”
“Yarın sabah saat yedide evden çıkacağım ve tam altı gün sonra Pazartesi akşamı döneceğim. Yarın sabah evden çıkarken kedimi size getirsem olur mu?”
“Tabi olur. Ben evde olacağım zaten”
Adam çok teşekkür etti ve başka birşey demeye fırsat bırakmadan kendi evine giriverdi. Kadın ise bir süre kapının önünde öylece durdu. Yıllardır bu kadar hüzünlü birine rastlamamıştı. Artık göremediği ama çok sevdiği birini anımsatmıştı ona adam. Ne zaman sonra içeri girip kapısını kapadı ve salona adım atar atmaz hatırladı. Gözlerini odanın bir köşesinde, çelik bir kasayı andıran beyaz kutusunun içinde uyuyan viyolonsele dikti. Annesini anımsatmıştı ona adam. Kasayı açıp viyolonseli eline aldığında, enstrüman ona yıllardır kapalı kalmış olmanın verdiği kızgınlık ve sitemle bakıyordu. Akordunun yerinde olup olmadığını kontrol ettiğinde ise bastığı notalardan bambaşka sesler çıkararak isyanını dile getirdi viyolonsel. Bu kadar sene kapalı kalmış olması affedilir gibi değildi. Hem de kendisi gibi değerli, paha biçilmez bir eşya, o ki... Sahi ne kadar da şımartılmıştı bu viyolonsel. Genç kadının annesi, zamanında çok ünlü bir virtözdü. Günde en az on saat çalardı kadın. Onun için sadece müzik vardı. Ya altı ya da yedi yaşındayken viyolonselin yanına gelip “Annemin doğum günü ne zamandı? Sen daha iyi bilirsin” diye sorduğunu hatırlıyordu genç kadın. O da küçük yaşta çalmaya başlamıştı ama ceviz ağacından yapılma kendisine ait bir viyolonselle. Annesi gibi olmak istememişti hiçbir zaman. Üniversiteye geldiğinde kendi viyolonselini satıp bir klavye almıştı. Yaylı çalgıların güzel bir yanı da buydu. Her zaman aldığından daha pahalıya satardı insan. Şimdi ise bir takım filmler, diziler veya televizyon programları için jenerik müziği besteliyordu ve yaptığı işte son derece başarılıydı. Annesi ise hep çalmaya devam etmiş, öldüğünde ise viyolonselini kızına bırakmıştı. Hergün ilgilenilmeye alışkın şımarık çalgıya da o zamandan beri kimse dokunmamıştı. Yine de akordunun bu kadar bozulmuş olması şaşırtıcıydı. Genç kadın viyolonseli aldığı gibi kutusuna geri koydu. Belki bir gün yine akord edip çalardı. Belki.
 
Ertesi gün adam elinde kedisiyle, bu sefer daha az tereddüt ederek kapıyı çaldı. Kediyi verip gidecekti işte. İyi bir kıza benziyordu yan komşu. Hem anladığı kadarıyla yalnızdı da. Çok insan olunca huzursuz oluyordu kedisi. Hele çocukları falan hiç sevmezdi. Evinden çok uzak da olmayacaktı kedi. Böylelikle yabancılaşmazdı da.
 
Kadın kapıyı açtığında, adamın kucağında duran iri tekir kediyi gördü ve gülümsedi. Adam kediyi kadına uzattı. Kedi bir kucaktan diğerine geçerken hiç rahatsız olmadı. Bilakis kadının kucağına geldiğinde ön ayaklarını boynuna, arka ayaklarını ise beline dolayarak sarıldı ve mırlamaya başladı. Kimi insanlarda ya ilginç bir elektrik ya da kedilerin hoşuna giden bir koku oluyordu. O insanları hiç yadırgamaz, bilakis çok severdi kediler. Adam bunu görünce rahatladı ve gülümsedi. Çocuk gibiydi gülümsemesi. Ama kadınla göz göze gelince hemen bakışlarını kaçırdı ve gülümsemesi yüzünden silindi “Buyrun bu kumu, şöyle bırakıyorum. Bu torbada da maması var” diyerek elindekileri aceleyle kadının evninin antre kısmına bıraktı “Gerçekten çok teşekkür ederim. Önümüzdeki Pazartesi görüşmek üzere” diyerek hızla uzaklaştı ve merdivenleri indi.
 
Kadın, kapısını kapattıktan sonra bir koala gibi kucağına sarılmış kediye bakıp “Ne kadar utangaç bir baban var” dedi “Ya da belki de insanları sevmiyordur”. Kedi yere atlayıp evi gezmeye, her köşesini ayrı ayrı koklamaya başlarken kadın da aynı önceki gün olduğu gibi salonun bir köşesinde terkedilmiş viyolonsele baktı ve birden bire hatırlayıverdi. En son Bach’ın beşinci suitini çalmıştı annesi. Konser günün akşamı da kalbi durmuştu. Viyolonsel ise o zamandan beri çalınmadığından Skordatura’da kalmıştı. Yani akordu bozuk değil sadece parçaya uyumlu olsun diye değiştirilmişti. Belki de kızgın bile değil, sadece hüzünlüydü o da. Bakışlarını salonun diğer ucuna çevirip klavyesine baktı. Son aldığı işi bitirmek için bir haftası kalmıştı. Yeni çıkacak bir dizinin müzikleriydi bestelemesi gereken. İlk sezonu bitirip teslim etmişti ve yapımcılar çok beğenip ikinci sezon için de anlaşmışlardı. Olağanüstü derecede zengin bir o kadar da şımarık bir genç ve küçük kardeşine özel ders vermeye gelen öğretmen arasında gelişen aşk hikâyesini anlatıyordu dizi. Aslında gencin yüreğinde şımarıklığıyla gizlediği derin yaralar vardı ama tabi ne olduğunu açıklanmıyordu. Kesin birileri yüzünden aşk acısı çekmişti ve intikamını da o günden itibaren rastladığı bütün kadınlardan almaya programlanmıştı. Seyirciden, sırf bir zamanlar acı çekti diye onun bütün hayvanlıklarını anlayışla karşılaması bekleniyordu. Küçük kardeş ise bütün eğitimini evde gördüğünden öğretmen kızımız sürekli malikânedeydi ve çevresindeki her kadını kendine zanneden gencimizin yoğun ısrarına uğruyordu. Küçük kardeşin niye doğru düzgün bir okula gitmediği ise senaristlerin açıklamadığı bir başka ayrıntıydı. İlk sezonun sonunda gencimiz öğretmen kızı tavlamaya çalışırken çok esrarengiz bir nedenden dolayı kendisi âşık oluvermişti. Belli ki seyircinin ikinci sezonda bu aşkın nasıl gelişeceğini merak etmesi umuluyordu.
 
Genç kadın önce klavyesine sonra annesinin viyolonseline baktı ve o gün, sırf acı çekmek için âşık olup hayatı kendine zehir etmekten başka uğraşı olmayan insanların dramını bestelemektense annesini özlemeyi tercih etti. Saçma birşeydi aşk. Sözde insana bir çift kanat veriyor ama çaktırmadan da bacaklarını kesiveriyordu. Hem bütün bunların bir takım üreme ve soyunu devam ettirme içgüdüleri doğrultusunda hormonel bir kandırmaca olduğu da göz önünde bulundurulursa çekilen acı gerçekten anlamsızdı. Günün birinde ona, basit bir üreme içgüdüsünden bağımsız, sadece o olduğu için âşık olabilecek birini arıyordu kadın. 
 
Viyolonseli çalmaya başlar başlamaz kedi yanındaki koltuğun üzerine yerleşti ve izlemeye koyuldu. Bu haliyle yaşlı ve klasik müzikte uzman bir dinleyiciyi anımsatıyordu kedi. Belki de dinledikten sonra daktilosunun başına geçip “Ünlü virtöz Cihan Akın’ın kızı nasıl çalıyor” başlıklı bir eleştiri yazısı yazacaktı. Yaşlı ve eski kuşak bir eleştirmen olduğundan tabi ki bilgisayarla değil daktiloyla yazacaktı kedi.
 
Kedi o seferki ve daha sonraki nice emanet edilişlerini fırsat bilip biriktirdiği eleştrilerini bir gazetede ya da bir dergide yayınlamasa da belli ki sahibine aktarmıştı. Ya da en azından adam günün birinde yine kapısına geldiği vakit “Siz müzisyensiniz galiba, değil mi?” diye sorduğunda öyle düşünmüştü kadın.
“Evet. Nerden bildiniz?” gerçi bu ikinci sorusu gereksizdi. Çok kaliteli oluşundan ve konser vermek üzere yapıldığından ya da belki sadece akılalmaz derecede kibirli olduğundan çok ses çıkarırdı annesinin viyolonseli. Yalnız başına çalındığında, akustiği iyi tasarlanmış bir konser salonunda mikrofona gerek kalmazdı.
Kadının sorusuna cevap vermeye gerek duymayarak “Yanlış duymadıysam viyolonsel değil mi o çaldığınız?” diye devam etti adam. Kadın başının hareketiyle onayladı. Adam ise hüzünlü bir şekilde gülümsedi ve iç çekti. Bir süre tereddüt ettikten sonra “Âşık olduğum biri var, klasik müzikten nefret eder” diye mırıldandı. Söylediklerini güçlükle duyabildi kadın. “Peki ya siz?”
“Ben mi? Benim umrumda değil” dedi adam “Nişanlısı varmış zaten. Başından beri...”
Kadın ne diyeceğini bilemedi. Kolay kolay içini dökecek birine benzetmemişti adamı. Haklıydı da. İnsanlarla iç dünyasını paylaşmayı sevmiyordu adam. İnsanlar hep yargılardı çünkü. Onlara doğru diye öğretilen bir takım şeyler vardı ve bunlar sadece onlara öğretilmiş, başkalarına söylenmemişti. Dolayısıyla eğer birileri başka türlü düşünüyorsa mutlaka yanlış bildikleri içindi. İşte bu yüzden mümkün olduğunca kimseye içini dökmezdi adam. Ama kedisi bu genç kadını sevmişti. Kesin bir bildiği vardı kedinin. Hep öyle olurdu.
“Neyse” dedi adam yere koyduğu bont çantasını alırken “Ne de olsa artık herşey bitti. İkiyüzlü, aşağlık herif...” son cümlesini merdivenleri inerken mırıldanarak söylemişti. Duydukları karşısında genç kadının gözleri fal taşı gibi açıldı. Hâlbuki tam da adamın ardından ‘hormonların pençesinde bir aşk hikâyesi daha’ diye düşünecekti. Düşünülecek olup da yarım kalan herşey gibi bunu da hayali bir post-it’e yazıp aklının bir köşesine koydu. Koyduğundan tam bir ay ve iki hafta sonra ise az önce çağırdığı çilingir, kapıcı Rıza Efendi eskortunda yan dairenin kapısını açarken gözyaşlarını tutamıyordu genç kadın.
“Sakin ol hanım kızım, bir yere falan gitmiştir işte. Niye kötü şeyler getiriyorsun ki aklına hemen?”
“Kedisini bırakmazdı” dedi genç kadın, belki de seksenbeşinci kez. Ama bir türlü anlayamıyordu Rıza Efendi. Hem zaten orada bulunmasını gerektiren hiçbir neden de yoktu da, kapıcıyı çağırmadan çilingir zoruyla komşusunun evnini açtıramıyordu insan. Kapı açılır açılmaz avazı çıktığı kadar miyavlamakta olan kedi dışarı fırlayıp genç kadının ayaklarına dolandı. Çilingir ve Rıza Efendi ise içeri girdiler. Girdikten hemen sonra da koşar adımlarla dışarı çıktılar. Genç kadına birşey söylemelerine gerek yoktu. O zaten biliyordu. Onu kucağında kediyle ağlarken görünce “Siz yakın mıydınız ki?” diye sordu kapıcı. “Hayır” dedi kadın. Rıza Efendi anlamayan bakışlarla bir süre genç kadını süzdü. Sonra da kapısı zorla açılmış daireye baktı: “Buraya yeni bir kiracı bulmak zor olacak. Ev sahibinin vay haline. Kimse istemez ki artık bu evi...”
 

Etiketler: kültür sanat
İstihdam