16/02/2009 | Yazar: Kıvanç Tanrıyar

SÜRÜNE SÜRÜNE ERKEK OLMAK                         

SÜRÜNE SÜRÜNE ERKEK OLMAK
                                              
Rütbesizleştikçe kadına atfedilen görevleri daha çok üzerine alıyor erkek birey. Teğmen değil, erbaş      soğan doğruyor. Askerlik, erkekleşme denilen toplumsal süreçte yer alan bir erginleme törenidir.
 
Pınar Selek’in ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ adlı kitabı, doyurucu bir alan çalışması olmasının yanı sıra, ordu ve erkekliğin inşâsı üzerine araştırma yapıldığında mutlaka ele alınması gereken temel sorunsalları sağlam bir çerçeve içinde sunduğundan, kendisinden sonra gelecek teorik çalışmalara zemin hazırlıyor. Burada, kitap tanıtımı sınırlarının dışına taşarak, kitabın ulaşmayı hedeflediği aktif okuyucu'lardan biri olabilme ümidiyle, çalışmanın aktardığı bazı başlıklara dayanarak, ordunun toplumsal cinsiyet inşâsında içselleştirme ve dışsallaştırma mekanizmasını nasıl kurguladığını ya da gerçekleştirdiğini anlamaya çalışacağız.

Beni etkileyen örneklere değinmeden önce kitabın hangi amaca doğru, kaleme alındığına değinmemde yarar var. Bu eser her şeyden önce, askerlik deneyiminin erkekleşme denilen toplumsal süreçte bir ‘erginleme töreni’ işlevi gördüğünü göstermeyi amaçlıyor. Erkek bireyin askere gitmeden önce sünnet olmasıyla, olayların başlatılmasının anlamlı tarafı; yukarıda sözü edilen erginleme töreniyle olan ilşikisidir. Toplumsal cinsiyetin gerçekleştirilmesinde sünnet, erkek bireyin fiziksel olarak erginleşmesinde zorunluymuş yanılsamasını sunan bir durak olurken, askerlik deneyimi erkeğe eksiksiz bir toplumsal cinsiyet kazandıracağını vaat ediyor. Erkek birey, hayatının bir döneminde bireyliğinden feragat ederek, askerlik bittikten sonra dönüşte aile kurma ve iş güç sahibi olma sorumluluğunu alabilecek kapasiteye erişiyor, ve tam da erkeklik üzerinden bu şekilde kurgulanmış olduğu için bir geri dönüş vaat ediyor. Daha doğrusu, geri dönüş vaadi ve eksiksiz erkeklik vaadi birbirinin içine geçiyor. Görüşme yapılan bireylerin askerliği ‘bir hayat deneyimi’ olarak ifade etmesinin anlamı budur. Belirli bir deneyimden geçmek zorunda olduklarına inanıyorlar.

Kitabın esas işlevi; bu hayat deneyimi'nin sunduğu çelişkileri sözlü tarih yoluyla tasvir ederek, vaat ve gerçeklik arasındaki ilişkisinde, kimliği kırılan erkek bireyi sorgulamaktır. Rol, her şeyden önce toplumsal olarak kadına yüklemiş olduğu tüm sıfatlardan temizlenmeyi vaat ediyor. Aynı rol, bireyin içini doldurma işlevini gördüğü için, bir vaat olduğu kadar kendini zorunluluk olarak dayatıyor. Kitapta vurgulanan ise, bu eksiksiz erkekliğin süreç içerisinde çoktan kırılmış olduğu. Çalışma, askerlik içerisinde geçilen duraklarda kadın kimliği ile bire bir özdeşleştirilebilecek bazı faaliyetlere yer veriyor. Yemek pişirmek, soğan doğramak, yatağını toplamak, titiz ve çok temiz olmak. Bu tip eylemlerin bir ast-üst ilişkisi içerisinde sunulması da önemli, erkek birey rütbesizleştikçe kadına atfedilen görevleri daha çok üzerine alıyor. Teğmen değil, erbaş soğan doğruyor. Ayrıca kimlik bu erksizleşme/kadınlaşma düzleminde kendini ters yüz edilmiş bir yapı içerisinde de var ediyor. Asker ne kadar rütbesizse, o kadar söz dinlemek zorunda ve söz dinlemek, susmak bir kadınlık erdemi, kadının sahip olabileceği sayılı erdemlerden birisidir. Ama erkek, askerde rütbesiz oldukça ya da rütbesizliğe yaklaştıkça susmanın hayatta kalma yolunda bir erkeklik erdemi olduğunu öğreniyor ve erkeklik bunun üzerinden yaşanıyor. Pınar Selek’in ‘şizofrenleşme’ olarak tanımladığı, bir ters yüz ediş ve ters yüz oluştur.
                 
Eserin asıl başarısı amaçlamış olsun olmasın, üst katmanda ispatladığı bu iki noktadan öte, tüm kitapta sessiz ve derinden ama yine de sesini duyuran bir iddia olarak, askerlik deneyiminin erkekleşme sürecinde olumsal, yani zorunlu olmayan bir adım oluşu ya da en azından, kitapta deneyimlerini aktaran bireylerin bilinç üstüne çıkartmamış olsalar da, bu sürecin erkekliklerinin inşasında zorunlu olmadığını hissediyor olmalarıdır. Bu tutumları ‘Askerlik yaptım da adam olamadım hâlâ.’ ‘Asker olmuş da adam olmuş mu? Önce insan olacaksın.’ gibi şikâyetlerle belli belirsiz kendini açığa çıkarıyor.[1] Zaruri hayat deneyimiyle çelişecek sözler, arada bir yerlerde bilinçsizce fırlayıveriyor ve kitap bunları tam da yerinde, sonuca bu kadar yaklaşmışken, yakaladığı gibi okuyucuya fırlatıveriyor.
             
HOMO EROTİZM

Kitap, bu çerçeve içerisinde askerlik deneyiminden geçmiş bireylerin anlatılarından yola çıkarak kurum hakkında bazı genel yorumlar yapılabilecek bir okuma fırsatı sunuyor mu? Benim kanaatim bu yönde. Çok hipotetik, hatta olgusal olmaktan ziyade kurgusal olma riskini göze alarak, bir noktadan başlanmalı. Badileşme, transseksüel askerlere karşı alınan tutum ve ‘aç aç’ pratiği bu bağlamda üzerinde ince ince düşünülmesi gereken olgulardır.   

Kitapta değinildiği üzere badileşme, orduya yeni gelmiş bireyin kendisi gibi acemi bir askerle dostluk kurması yoluyla bu ikilinin kurumu içselleştirdiği bir süreçtir. Askerlikte erkek erkeğe dostluklar zorunludur ve badilik de bu içselleşmenin önemli bir ayağını oluşturur. Kaldı ki, içselleşmenin bir badi olmadan, bir başına gerçekleşmesi mümkün değildir. Kendini ordu'da bir başına var etmenin imkânsızlığı kitapta yalnızlığa itilmeye, intihar ederek tepki veren bir askerin hikâyesinde de açıkça gösterilmiştir.[2]            

Kurumsal olarak dayatılan badileşmede, ordu askerin benliğinin kendisine teslim edilmesini beklediği kadar derin denetim adına seçilen iki aceminin birbirine mutlak tâbi olmasını ister. İlk öğretilen ise badilerin birbirlerinin bedenlerinin her milimetre karesine kadar sorumlu olmasıdır. Rivayete göre tanışır tanışmaz, birbirlerine sünnet olup olmadıklarını gösterirler.[3] Sadece söylemde de olsa, (yani iddia en azından kurgusal düzlemde kendini gerçekleştirse de) ikili tabiyet, enformasyon paylaşımı, davranış kalıplarını kontrol kadar bedensel bağlılığı da içerir.
           
Bu yapı, zorunlu bir homoerotizm sunması açısından çok ilginçtir. Zorunlu olarak homoerotiktir. Çünkü, yeni gelen öğeyi kendi içine katmada ilk adım olarak birbirine mutlak (bedenine kadar) tâbi olması gereken iki varlıklı bir yapı öngörmüştür ki; böyle bir tabiyeti ancak tek bir şey kurabilir; Aşk. Bu açıdan bakıldığında, ordu kurumsal olarak yeni bir ters yüz ediş sunmaktadır. Ona tâbi olacak varlıkları özenle seçer, yapısını homoerotik olanı üretecek her türlü unsurdan ayıklar ve kendi kurumunun içerisinde homoerotizmi son derece ağır biçimde cezalandırırken, ona tabi olan varlıktan var olabilmesi için hem homoerotikten uzak durmasını hem de homoerotik bir yapı içerisinde hayatta kalmayı dayatmış, bu içselleştirme sürecinde kendine her tâbi olanı/olmakta olanı potansiyel bir iç mihrak haline getirmiş. Ona sadakatini ispat etmesi için geçilmesi imkânsız bir sınav sunmuştur. Bu sınav hem kuruma, hem diğer ögeye/tâbi olana mutlak bağlılıktır. Bir unsur olma arasındaki gel git'te, potansiyel iç mihrakın ihanetin herhangi bir yolundan geçmeden sınavı tamamlaması imkânsızdır. Ya emre tam itaat edecek, ya da kurum tarafından dayatılan erkeklik yapısına olduğu gibi ters düşecektir.
             
Ordunun, içselleştirme/potansiyel iç mihrak üretme döngüsü dışında, kendi varlığını sürdürme yollarından biri olan püskürtmeyle transseksüel askerleri nasıl mutlak dışsallaştırdığını görüyoruz. Şeref/ Sofya’nın hikâyesinde rastladığımız gibi.[4] Şeref bir transseksüeldir. Askere gitmeden önce ailesi ve çevresi tarafından aile kurma, iş güç sahibi olma yönünde baskıya uğramaktadır. Şeref, askerliği cinsel yönelimi yüzünden düştüğü bunalımdan kurtulacağı ve toplumun istediği insan olma şansı vaat eden bir durak olarak kurgular. Ancak, askerlik deneyiminin daha ilk gününden göğüsleri görece daha büyük olduğu için üstleri suratına tükürür ve türlü izanın(alay-şaka) sonunda askerliğinin bitiminde kimseye veda etmesine izin verilmeden uzaklaştırılır. Bu kimsenin katılmadığı an, vedalaşma olmaktan çıkmış, deneyimde onu yolcu eden üstünün açık açık verdiği mesaj ‘Ne sen buradaydın, ne biz senin burada olduğunu gördük’tür.[5] Askerlikten edindiği deneyim sonucunda cinsel yöneliminden kurtulamayacağı sonucuna varır ve ona bu yolda seks işçiliği dışında bir şey düşmediği için Sofya adını alarak bu yolda ilerlemeye devam eder. Bu anekdotun şu açıdan önemi var: Kendini erkek gibi ‘yutturarak’ orduya sızmış bir ‘kadın’ gibi algılanıyor Şeref. Göğüsleri fark edildiği anda iç mihrak olduğu saptanıyor ve tek hamleyle dış mihraka dönüştürülüp püskürtülüyor. Tüm askerlik süreci boyunca ordu yapısına tümden yabancı bırakılıyor, dışlanıyor. Ordu ‘kadın olanı’ ya da ‘erkek olmakla alakası olmayanı’ doğrudan düşman kabul ediyor, içeride kalsa da düşmanı dışsallaştırıyor. Bir önceki örnekte ‘erkek olan’ iç unsurken ve ihanet etme potansiyeli taşırken, bu örnekte transseksüel öğe doğal olarak dış mihrak çünkü doğası gereği ‘kadın olan’ ya da ‘erkek olmayan’ olarak kodlanıyor. ‘Aç aç’ pratiğine gelirsek, ötekileştirme ve içselleştirme süreçlerinin girift bir biçimde birbirinin içine geçmesine çok güzel bir örnek teşkil ediyor.
             
Namusu korumak üzerinden kendini tanımlayan kurumun, namus sınırlarının dışında kaldığını varsaydığı kadınları, şov yapması için getirdiği ve erkeklerin de buna mukabil belirli saldırgan tepkiler vererek erkekliklerini dışa vurup ispatladıkları bir kurgu/gerçekliktir bu.[6] Ordunun ‘askerlere moral ’ amaçlı düzenlediği bu ritüel, aslında çok temel bir güç ekonomisine dayanıyor. Burada asıl amaç, mevcut tebaa'nın (Tebaa çünkü erkek bireyden tüm benliğini kuruma tabi kılması beklenir.) üstünde her hücresine işleme raddesinde uyguladığı baskıyı boşaltabileceği bir kanal yaratarak, tebaanın isyan çıkaracak noktaya gelmesinin engellenmesidir. Pınar Selek’in deyişini ödünç almak gerekirse, kurum erkek öğelerinin boşalması'nı sağlıyor, tören içinde törende bu ekonomi, öyle gelişigüzel bir güç ekonomisi değildir. Bu güç ekonomisi bir arzu ekonomisi olduğu için ‘boşalma’ noktası doğrudan kurumun erkekliğinin bilinçaltını kurduğu/işlevselleştirdiği noktalardan birine işaret ediyor. Kurum ünlü şarkıcıları çağırmak, erkek sporlarından oluşan müsabakalar düzenlemekle yetinmiyor. Aslında bu sayılan pratikler, son derece olumsal da olabilir. Biri diğeriyle yer değiştirebilir ya da toptan kaldırılabilir ve yerine yenileri eklenebilir. Aç-aç pratiği kurumda olumsal bir durak değildir. ‘Erginleme töreni’ tümünde ne kadar zorunluysa, pratik de bu tören içinde o kadar zorunlu hale gelmektedir.
             
Arzuya işaret edilmesi, onu cinsellikle ilintili diğer pratiklerle de akraba yapmıyor. Sınır noktasında duvarlar arasında ve teller arasından seks işçileriyle beraber olmayla hiçbir benzerliği yok. Cinsel pratikler gizli gizli gerçekleştirilirken, ‘aç aç ritüeli’nin reklamı önceden yapılıyor, gelmekte olan performans bir efsane gibi kulaktan kulağa yayılıyor. Beklentiler artırılırken, kurumdaki her öğenin bu performansı hayallerinde yaşatması bekleniyor ve çoğunluk bunun hayaliyle yaşıyor.[7] Bu, askerlik deneyimi içerisinde cinselliğin merkezde olduğu diğer pratiklerden yine ayrışıyor, çünkü her hareketin cinselliği imlediği gösteride en bilindik anlamıyla cinsellik yok, cinsellik varmış gibi var. Striptize benzer gösteride on sütyen, yirmi külot çıkarılıp hiç bir erotik bölge gösterilmeyebiliyor.[8]
  
Bu özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda, erginleme töreni’nin bu olmazsa olmaz durağında, nasıl bir güç/arzu ekonomisinin işlediği açıklığa kavuşuyor. Ritüel, kurumun kendini var ettiği temel amaçlardan birisi, ‘vatandaşının namusunu korumak’ yargısının ters yüz edilmiş bir fantazmagorisidir. ‘Aç aç’ için getirtilen kadınlar, hem ‘namussuz’ (performansı dolayısıyla) hem ‘kadın’ (bu erkeklere has yapının içerisinde asla yer almaması gereken) ve bu yüzden ‘namussuz kadın’ (namussuz olduğu için kurumun üzerinde sorumluluğu olmadığı ve hatta bu yüzden dış mihrak olarak kurgulandığı ama gönüllü olarak içeri alındığından iç mihraka çevrilen unsur.) Askerler ise bu ritüel içerisindeki ritüelde düşmanı (‘namus’ ilkesine tezat teşkil edeni) arzulayan konumundalar. Performans boyunca, sıfatları dolayısıyla içerideki bu mutlak düşman hakir görülüyor, ama bu hakir görme bastırılmış bir arzunun dışa çıkarıldığı ve inkâr üzerinden yön değiştirdiği (hakarete iten her itki arzu, hakaret eylemi ise arzunun inkârıdır çünkü) bir aşağılama eylemine dönüşür. Kurum bilinçaltında kurduğu ölçüde, gerçekleştirdiği bu arzu/güç ekonomisinden dışsallaştırdığını içselleştirir ve arzuyu (düşmana duyulan arzuyu) kuruma içkin kılar.
  
Tüm bu açılardan bakıldığında Sürüne Sürüne Erkek Olmak, aktif okuma derdindeki okuyucuya sağlam bir materyal sunuyor. Bu yazıyı yazarken, sadece bir tek kitabın aklıma getirdiklerini yazıya döktüğüm için yazdıklarımın çoğunun havada kaldığının farkındayım. Derdim; bir şey iddia etmekten çok, belli noktalara dikkat çekmek ve kitabın sunduğu materyalin ileriki çalışmalar için belirli kavramsallaştırmalara zemin sağlayıp sağlayamayacağını görmekti. Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ı okumasam, kafamda içselleştirme/dışsallaştırma, arzu/güç ekonomisi, inkâr, bilinçaltı, erkekleştirme/kadınlaştırma ve ters yüz ediş gibi kavramlar oturmayacaktı. Umuyorum ki, diğer okuyucular da kendi özgün kavramlarını geliştireceklerdir.
      

Kaos GL (16/02/2009)


[1] Bkz. Pınar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, (İletişim Yayınları: İstanbul), 2008, s. 204-206.
[2] Ibid., s.133-134.
[3] Ibid., s. 71- 72.
[4] Ibid., s. 165- 170.
[5] Ibid., s. 169.
[6] Ibid., s. 156-158.
[7] Bkz. ibid., s. 156.
[8] Bkz. ibid., s. 157.
 


Etiketler: yaşam
İstihdam