20/07/2020 | Yazar: Ezgi Epifani

Peki genç bir trans olarak benim ifadelerimin baskılanması ne olacak?

Tahammülsüzlüğü hoş görmeyi reddetmek - 1 Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Foto: Nermina Filipovic

Julia Serano’nun 23 Ağustos 2017 tarihli ve https://medium.com/@juliaserano/refusing-to-tolerate-intolerance-f24c1bff513f linkli yazısını iki parça halinde Ezgi Epifani KaosGL.org için çevirdi.

Bir yıl kadar önce, alternatif sağcıların (alt-right) pek sevdiği Richard Spencer ve Milo Yiannopoulos’a, ırkçı, yabancı düşmanı, cinsiyetçi vb. görüşlerini arsızca teşvik edebilecekleri kamusal platformlar (medya söyleşileri veya üniversite konuşmaları gibi) sunulmalı mı sunulmamalı mı üzerine süren tartışmalar hiddetlenirken, bu makaleyle beraber İfade Özgürlüğü ve Tahammülün Paradoksu’nu (Free Speech and the Paradox of Tolerance) yayınladım. Bu makalede, mutlak ifade özgürlüğü savunusunun[1] ölümcül kusuru üzerine, yani kişilerin başkalarının “ifade özgürlüğünü” engellemek için sıklıkla kendi “ifade özgürlüklerini” kullanışlarına odaklandım. Filozof Karl Popper’a ve genç bir trans olarak sessiz kalmaya zorlandığım kendi kişisel deneyimlerime atıf yaparak, bireyler ve kurumların başkalarına tahammülsüzlüğü destekleyen ifadeler hariç, her şekilden ifadeyi hoş görmek için gayret göstermesi gerektiğini savundum.

Bir buçuk hafta önce Charlottesville’de yapılan “Sağı Birleştirin (Unite The Right)” mitinginde ortaya çıkan şiddetin ve geçen hafta Boston’da beyaz ulusalcıların öncülüğündeki mitingi bastıran protestoların ve yaşadığım yerde (San Francisco Körfezi) yapılması planlanan diğer beyaz ulusalcı mitinglerin ardından, çok önceden sözü verilmiş bu makaleyi yazmanın tam vakti olduğunu düşündüm. Makalemi uzunluğu nedeniyle ikiye böldüm. Bu kısım, mutlak ifade özgürlüğü konumunu istila eden, özellikle nefret söylemi çerçevesindeki diğer tutarsızlıklar ve iki yüzlülüklerle ilgilidir. Nefret Söylemi vs. İfşa Kültürü (Hate Speech versus Call-Out Culture) başlıklı ikinci kısım, ötekileştirilmiş gruplara yönelik dışa vurulan tahammülsüzlükle ilgili endişeler ile “ifşa kültürünün”/“kimlik politikalarının”/“politik doğruculuğun” vb. çığırından çıktığına yönelik iddiaları nasıl dengeleyebileceğimize yönelik bir çerçeve sunacaktır.

Terimlendirmeye yönelik bir not

Bu makalede, “alternatif sağ”, “beyaz ulusalcılar”, “beyaz üstünlükçüler” ve “Nazileri”, kendilerini böyle tanımlayanlar farklı görüşler taşıyor olabilseler de, birbirlerinin yerine geçebilecek şekilde kullanıyor olacağım. Benim bakış açımdan tüm bu hareketler ve bireylerde ortak olan (ve benim de burada ilgilendiğim) tek şey, Amerika’da beyaz, Hıristiyan, hetero erkek tahakkümünü savunmak için azınlıkları ayıplayan, küçümseyen, sindirmeye çalışan ve insandışılaştıran stratejilerde bulunuyor olmalarıdır.

“İfade Özgürlüğü” diye bir şey yoktur

Mutlak ifade özgürlüğüne dair en kolay anlaşılır eleştirilerden biri Stanley Fish’in 1994 tarihli İfade Özgürlüğü Diye Bir Şey Yoktur: Ve Bu Da İyi Bir Şeydir (There’s No Such Thing as Free Speech: And It’s a Good Thing, Too) adlı kitabında bulunabilir. Fish’in argümanının temel unsuru (8. ve 9. Bölümlerde açıklanmıştır ve bu söyleşide özetlenmiştir) iki boyutludur.  İlk olarak, bu gerçek artık sıklıkla bir aforizma ya da slogan olarak anılıyor olsa da, Fish aslında hiç kimsenin kapsamlı bir “ifade özgürlüğüne” inanmadığını ve (bireyler ya da toplum olarak) hoş görmeyi reddettiğimiz bazı ifadelerin her zaman olacağını gösterir. Bu fenomeni kurucu tahammülsüzlük olarak düşünmeye başladım çünkü (sıklıkla görünmeden) arka planda gerçekleşiyor ve nihayetinde neyin “ifade özgürlüğünü” oluşturduğuna veya neyin “ifade özgürlüğü” (yani hoş görmeye razı olduğumuz ifade) sayıldığına dair anlayışımızı şekillendiriyor. Fish’in bahsedilen söyleşide dediği gibi: “Hangi ifadelerin serpilmesine izin verilemeyeceğine karar verdiğinizde geriye kalan ifade özgürlüğüdür. ‘İfade özgürlüğü bölgesi’ hariç tutulmuş olanın arka planına karşı ortaya çıkar.”

Fish bu kurucu tahammülsüzlüğün aynı anda birden çok yerde oluşunu açıklamak için, (ifade özgürlüğünün Katoliklere kadar genişletilmemesi gerektiğine inanan) John Milton ve (antisemitizm içeren ifadeler hakkında benzer düşünen) Nat Hentoff gibi önde gelen mutlak ifade özgürlüğü savunucularını örnek veriyor. Fish: “Herkesin ya baştan kabul edilen ya da kriz anında ortaya çıkan bir tetiklenme noktası vardır.” diyerek devam ediyor.

Bu kurucu tahammülsüzlük, eski Breitbart kıdemli editörü Milo Yiannopoulos’un yakın tarihli çöküşünde görünür olmuştur. Daha önceki makalelerimde uzunca tartıştığım gibi, Yiannopoulos’un uzun ve bariz bir ırkçılık, İslamofobi, kadın düşmanlığı ve transfobi tarihi ile ötekileştirilmiş bireylerin özel bilgilerini yayma, onları taciz etme ve korkutma eğilimlerini sergilediği durumlar vardır. Bu rezil eylemlerine rağmen, kendisine ait Breitbart News kuruluşu, kendisini 2017 konferanslarına konuşmacı olarak davet eden Amerikan Muhafazakârlar Birliği (American Conservative Union), kendisine büyük bir kitap anlaşması teklif eden Simon & Schuster gibi çoğu grup, Yiannopoulos’un “ifade özgürlüğü” hakkını savunmuştur; diğer çoğunluksa “Söylediklerine katılmıyorum ama söyleme hakkını savunuyorum” diyerek duruşunu göstermiştir.

Bu durum, Yiannopoulos’un reşit olmayan erkeklerin kendilerinden daha büyük erkeklerle seks yapmaya rıza verecek kadar olgun olduğunu ileri sürdüğü ses ve video kayıtları ortaya çıkana kadar böyledir; zaten o zaman herkes kendisiyle bağını kesmiştir. Bu gruplar ve bireyler için, “ifade özgürlüğünün” bittiği ve hoş görülemez ifadenin başladığı yerin reşit olmayan biriyle cinsel ilişkide bulunmak olduğu görülmektedir.

Fish’in, “ifade özgürlüğüyle” ilgili çoğu hukuk davasına ve tartışmaya da musallat olan ikinci argümanı ise, hiç kimsenin “hareket özgürlüğü” hakkımız olduğunu savunacak cesaretinin olmamasıdır. Tabii ki, başkalarının haklarını ve otonomilerini ihlal etmediğimiz ölçüde genellikle dilediğimizi yapma özgürlüğüne sahibizdir. Araba sürme özgürlüğüm olabilir anca kırmızı ışıkta geçersem veya hız sınırını aşarsam ya da (Charlottesville’de bir Nazi’nin yaptığı gibi) arabamı kasten bir grup karşı protestocunun üzerine sürersem o zaman çoğu kişi sınırı aştığım ve buna göre cezalandırılmam gerektiğinde hemfikir olur.

Bu gerçekler dikkate alındığında, ideal “ifade özgürlüğü” ancak, “ifadenin” “hareketten” tamamen bağımsız olduğunu varsayarsak anlamlı olur. Bu varsayım sözel ifadenin, başkalarına doğrudan zarar veremeyen ya da haklarını ihlal edemeyen, tamamen soyut ses ve fikirler yığını olarak tahayyül edilmesidir. Açıkçası, bu bakış açısı naif ve hatalıdır.

Bizler sadece kendi sesimizi dinlemek için konuşmayız. Neredeyse her zaman kasıtla, sözlerimizin somut sonuçları olacağı umuduyla konuşuruz. Eğer ben “Mark Lilla ve Angela Nagle ‘kimlik politikaları’ konusunda tamamen bilgisizdir” ya da “Bu kişiler yerine Önyargı, ‘Politik Doğruculuk’ ve Donald Trump’ın Normalleştirilmesi makalelerimi okumalısınız” dersem, dünyayı (birazcık da olsa) kendi tercihim olan yöne itmeye çabalıyorumdur. Benim ifadelerime katıldığınızı ya da katılmadığınızı ifade ederseniz, siz de aynısını yapıyor olursunuz. Çoğumuz tüm bunların, hoş görülebilir öz ifadenin yani “ifade özgürlüğünün” kapsamında olduğuna hemfikirdir. Sözlerimin bir niyeti ya da etkisi olmadığından değildir ki vardır. Sebep bu birtakım iddiaların hiç kimsenin otonomisi veya haklarını ihlal etmiyor oluşudur.

Bunun aksine, Nagle ve Lilla hakkında müstehcen yalanlar (başka bir deyişle tahkir, yanlış beyanlar) uyduracak olsam, onları taciz veya tehdit etsem (yani kavga çıkaracak sözler etsem), bir güruhu okuma etkinliklerini basmaları için cesaretlendirsem (yani azmettirsem) veya internet sitemde kitaplarından koca koca alıntılar paylaşsam (yani telif hakkı ihlalinde bulunsam), çoğunluk bu hareketlerimin (yani sözlerimin) çizgiyi aştığına ve hoş görülmemesi gerektiğine hemfikir olur. İşte tam da bu yüzden ifade özgürlüğünün istisnaları var çünkü “ifade özgürlüğü” hakkı sıklıkla başkalarının haklarıyla çarpışıyor ya da onların altını oyuyor.

Özetleyecek olursam, biri ne zaman tartışmalı veya zarar verme potansiyeli olan bir şey söylese refleksif bir şekilde “AMA İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ!” diye bağırmak yerine, kendimize söz konusu ifadenin başkalarının haklarını veya otonomilerini ihlal etme olasılığı olup olmadığını sormalıyız ve ne tür ifadeleri hoş görmeye veya görmemeye hazır olduğumuz konusunda dürüst ve ciddi tartışmalar yapmalıyız.

“İfade özgürlüğü” başkalarının “ifade özgürlüğünü” bastırmak için kullanılabiliyor

İfade Özgürlüğü ve Tahammülün Paradoksu (Free Speech and the Paradox of Tolerance) öncelikle, mutlak ifade özgürlüğü savunucularının hep görmezden geldiği ya da ciddiyetle değerlendirmeyi reddettiği esas bir soruna yöneliktir: İnsanlar söylemlerini sıklıkla başkalarının ifade özgürlüklerini baskılamak için kullanıyorlar. O makalede detaylandırdığım gibi, 1970 ve 80’lerde büyürken transfobik inançlar ve ifadeler kültürümüzde o kadar yaygındı ki, benim trans olarak açılmam kesinlikle güvenli değildi. 90’ların başından ortalarına kadar trans topluluklara ilk katılmaya başladığımda bile, gizli mekanlarda toplanıyor ve toplantılarımıza katılmak isteyenleri, eğer kamusal olarak deşifre olursak ne olur korkuyla incelikle araştırıyorduk. (Taciz mi edilirdik? Dışlanır mıydık? Belki de daha kötüsü mü olurdu?) O zamanlar deneyimlediklerimiz maalesef sadece translara özgü bir şey değildi. İnsanlık tarihi boyunca baskın çoğunluk grupları, azınlık ve ötekileştirilmiş kitleleri sessizleştirme ve bu kitlelerin barışçıl bir şekilde bir araya gelmelerini ya da kolektif bir sese sahip olmalarını güvensiz kılma saikiyle, onlara karşı nefretlerini ve bağnazlıklarını özgürce ve sıklıkla dışa vurabilmiştir.

“Nefret söylemi” ırk, etnik köken, uyruk, din, cinsiyet, cinsel yönelim ve muhtemelen diğer niteliklere dayanan nefreti veya düşmanlığı teşvik eden söylemleri karşılayan bir torba terimdir. ABD dışında sayısız ülke nefret söylemini, nefret suçuna teşvik ve/veya tahkir olarak nitelendirmektedir ve böylece nefret söylemi, korunan ifade özgürlüğü alanının dışında kalmaktadır. ABD’de mutlak ifade özgürlüğünü savunanlar, nefret söylemi dışında First Amendment (FA, Birinci Anayasa Değişikliği) olmadığına dikkat çekmekte her zaman atiktirler. Ancak tabii ki FA, sadece hükümet ve hükümetin geçirebileceği yasalar için geçerlidir; bireylerin ve kurumların nefret söylemini hoş görmeyi reddetmelerinin önüne geçmez. Hatta okulunuz, iş yeriniz, alışveriş yaptığınız işletme, kullandığınız internet siteleri vb. hepsinin muhtemelen nefret söylemini cezalandıran bir tür ayrımcılık karşıtı yönetmeliği vardır (Bu yönetmeliklerin etkili bir şekilde uygulanıp uygulanmadığı bu makalenin kapsamı dışındadır). Bu ayrımcılık karşıtı yönetmelikler, nefret söyleminin bu alanlarda yayılmasının azınlık sesleri ve bakış açıları üzerinde muhtemelen ciddi bir sessizleştirici etkisi olacağını zımnen kabul eder.

Mutlak ifade özgürlüğünü savunan ortalama birinin nefret söylemine cevabı, sırf karşı çıkmak için “daha çok ifade” çağrısında bulunmaktır. Daha fazla ifade çağrısı, tüm Nazi sloganlarının, sembolizminin ve hakaretlerinin çoğu vatandaş tarafından kınandığı ABD’de ve Charlottesville’de yapılan “Sağı Birleştirin” (Unite the Right) mitinglerinde yardımcı olabilir. Buna rağmen yüzlerce beyaz ulusalcının ellerinde salladığı silahlar karşısında ve her birinin işlediği terörist eylemin sonucunda, bazılarının gelecekte onlara karşı çıkmakta tereddüt edecek olması muhtemeldir.

Peki genç bir trans olarak benim ifadelerimin baskılanması ne olacak? Transların geçmişte şüphesiz bazı müttefikleri vardı ancak onlar da (bizim gibi) nüfusun küçük bir azınlığını oluşturmaktaydı. Ayrıca size ilk elden söyleyebilirim ki, sizi kabul etmek yerine sizin azınlık grubunuzdan nefret eden çok fazla sayıda insan olduğunda, “daha çok ifade” stratejisinin faydadan çok zararı olmaktadır. Böyle durumlarda “daha çok ifade” çağrısının tek yaptığı, size karşı nefret söylemini azaltmak yerine nefret söylemine olanak vermek ve onu teşvik etmek olmaktadır.

“Daha çok ifade” çağrıları bizim yani toplum olarak hepimizin, geniş ve akla uygun bir tartışma ortasında olduğumuz ve ötekileştirilmiş kişilerin kabul görmek için kendilerini sadece meşru yollarla savunmaları gerektiği, böylece her yerden akîl insanların nihayetinde yola geleceği gibi bir yanlış algıdan muzdariptir. Bu görüş kesinlikle saçmalıktır. Ön yargı ve ayrımcılık akla dayalı değildir; bunlar öncelikle bilişsel peşin hükümlerdir (Eğer bu sizi azıcık bile şaşırtıyorsa, sizi tanıştırmak istediğim Sosyal Psikoloji adlı kocaman bir alan var).

Ben yetişkin hayatımın çoğunu bir aktivist olarak geçirdim ve yaptığım bir konuşmanın veya yazdığım bir makalenin translara karşı şüpheli olan birine bizi kabul ettirdiğini birkaç kez gördüğüm oldu. Birkaç kez. Ancak çoğu sefer, translara karşı olan kişiler inanmak istediklerini görecek, mantıklı argümanlar hiçe sayılacaktır. Trans aktivizmin amacı (ki ben bunun tüm toplumsal adalet hareketleri için geçerli olduğunu savunuyorum) ölümüne transfobikleri (ve genel olarak tüm bağnazları) ikna etmek değil, bizi hali hazırda kabul edenleri transfobiyi (ve diğer ötekileştirme biçimlerini) kendi topluluklarında hoş görmeyi reddetmeleri için ikna etmektir. Makalenin ilerleyen kısımlarında bu önemli noktaya geri döneceğim ve bu nokta, o zaman daha çok anlam kazanacaktır.

*Yazının ikinci bölümü de gelecek…



[1] JS: İçerik veya bağlam fark etmeksizin, ifadeye hiçbir kısıtlama ya da sınırlama getirilmemesi gerektiği inancı.


Etiketler: insan hakları, yaşam, nefret suçları, dünyadan
2024