09/04/2008 | Yazar: Kaos GL
Kaos GL’nin düzenlediği ‘Türkiye’de Eşcinsel Olmak’ söyleşi dizisinin ikincisi 22 Mart’ta yapılmıştı.


Kendi hikâyem açısından belirleyici olan; birincisi, ben Türkiyeliyim, ikincisi, erkeğim en azından biyolojik olarak erkeğim-, üçüncüsü, queer’im diyeceğim. Burada neden eşcinsel ya da biseksüel yerine queer sıfatını kabul ettiğime dair uzun bir açıklama yapmayacağım ama eşcinselliğin bir cinsel yönelim olarak cinsiyet kimliğine veya cinsiyet politikasına dair çok fazla şey söylemediğini düşünüyorum. Özellikle gey, lezbiyen gibi ön sıfatların cinsiyet politikaları açısından -en azından




Şimdi birkaç tane iş göstermeyi düşünüyorum size, çünkü konuşan kafa olmaktansa benim queer kimliğim yapıtlarımda nasıl tezahür ediyor, biraz buna bakmayı tercih ederim.
Çok net görünmemekle beraber, bilmiyorum ne kadar anlaşılıyor ama bu puantivist bir resim gibi görünüyor. Geçtiğimiz sene Hollanda’da, Van Abbe müzesinde kişisel sergi yapmak için davet aldım ve bu sergide kendi yapıtımla beraber müze koleksiyonundan bazı işleri kombine etmem istendi. Uzun bir süredir ulusçuluk ve militarizm üzerine çokça çalışıyorum ve tabii ki, militarizmden ile milliyetçilikten bahsederken toplumsal cinsiyetten bahsetmek kaçınılmaz. Örneğin Ania Loombanın, kadın bedenini milliyetçiliğin çatışma alanı olarak belirlemiş olması saptamasını çok önemsiyorum. Diyelim ki, Fransız emperyalistleri Cezayir’deki kadının peçesini indirmeye çalışırken, kocası da onun peçesini kapamaya çalışıyor. Dolayısıyla kadın bedeni hem emperyalist iktidarın, hem de emperyalizme direnmeye çalışan ulusçuluğun bir tür nesnesiydi. Kadın bedeninin çatışma alanı olmasının ötesinde tabii ki, militarizmin ideal erkek öznesi üzerinden beslendiğini de düşünürsek, militarizmden ve ulusçuluktan dem vurduğun zaman toplumsal cinsiyete de neden ilgi göstermek zorunda kaldığımı biraz daha net görebilirsiniz.
Bu IV. Murat’ın ünlü bir portresinin silüeti. IV. Murat’ın erkeklerle maceraları ayyuka çıkmıştır ama IV. Murat asla çıkıp ‘ben eşcinselim’ dememiştir. Bununla beraber, çok zalim bir hükümdar olduğunu biliyoruz, tahta çıkabilmek için kardeşlerinden birini öldürttüğünü, kamusal yaşamı dönüştürmek üzere çok sert önlemler aldığını, örneğin kamusal alanda alkol tüketimini yasakladığını ve bu yasağa karşı gelenlerin kafalarının kesilip ağaçlara asılarak ifşa edildiğini tarih kitaplarından okuyoruz. Dolayısıyla ben queer kimlik ve militarizmin üzerine tarihsel bir figür seçmek istediğimde IV. Murat’ın kullanışlı bir ikon olduğuna kanaat getirdim. Bu 3.60’a 4.80 boyunda 6 parçalı bir ahşap plaka. Plakanın üzerine IV. Murat’ın portresi 2200 tane kurşun deliği ile çıkarıldı. Önce desen çizildi plakanın üzerine. Dünya silüet atış şampiyonu tesadüfen Hollanda’da yaşıyordu ve o da gönüllü oldu bu proje için. Ve 2200 kez o desenin lekesini belirleyecek kritik bölgelere ateş etti. Yapıtın ismini de ‘Gays can shoot straight too’ (geyler de düzgün ateş edebilir) koydum. Bristol’de etkinlik gösteren bir queer örgütün benimsediği bir slogan bu, çünkü İngiliz ordusunun da çok homofobik uygulamaları var ve Amerika’daki gibi ‘don’t ask, don’t tell’ politikası uygulanıyor. Yani bir askerin cinsel hayatı TSK’da olduğu gibi gözlem altında tutulmuyor veya didiklenmiyor. Fakat bununla beraber askerin cinsel kimliğine dair politika yapmamasına dair bir yasak var. Bu örgütün itiraz noktası da ‘hayır, efendim, biz de düzcinsel erkekler kadar iyi askerler olabiliriz’. Tabii ki, burada atladıkları nokta militarizm maalesef. Yani egemen ideolojiyle ve İngiliz ordusu’nun politikalarıyla uzlaşılıyor, fakat İngiliz ordusu’nun eşcinsel erkeklere dair politikasıyla uzlaşılamıyor. Bu sloganın son derece eksik ve bir yandan da aslında heteroseksist söyleme sırtını dayayan bir tınısı olduğunu düşündüm. Çünkü ‘shoot’ İngilizcede hem ‘ateş etmek’, hem de argoda ‘boşalmak’ anlamına geliyor ve slogan o eril çağrışımı da malzemeleştiriyor. Dolayısıyla bu ismi seçtim ve bu yapıtı bazı 20. yy sanat başyapıtlarıyla kombine etmeyi tercih ettim. Sol tarafta iki tane Picasso, şu an bizim göremediğimiz duvarda bir Braque, sağ tarafta bir Mondrian ve köşede de bir Armando üçlemesi vardı. Saatin ters yönünde turlamak makbuldür müze odalarını. Yine saatin ters yönünde bu odayı dolaştığınız zaman, kübizm, soyutlama, minimalizm, kavramsal sanat ve benim işimi görerek düz bir sanat tarihsel çizgi izlenebiliyordu. Odaya girildiğinde son derece zarif, puantivist, ince işlenmiş gibi görünen bir portre görülüyor ama bir önceki fotoğrafta da gördüğünüz gibi portrenin arkasına geçtiğinizde, kurşun şiddetiyle karşılaşıyorsunuz. Bu aslında, sanatın, politikadan, cinsiyet politikasından, kişinin ulusçuluğa ya da kapitalizme karşı aldığı pozisyondan bağımsız olarak ve sanatçının da bir deha sahibi, toplum aşırı bir birey olarak değerlendirilmesi ve yapıtının da yaşadığı coğrafyanın politikasından damıtılarak ele alınmasına karşı tepkimden beslenen bir yapıt. Dali örneğini alırsak, evet, büyük bir resim dehasıdır, ama Franco yanlısıdır, diktatörün kızının portresini yapmıştır. Franco’nun İspanya Cumhuriyeti’nin canına okuduğu, insanları katlettiği dönemde diktatörün siyasi iktidarından ciddi pay çıkarmıştır kendisine. Bu nedenle ben Dali’nin resimsel dehasını siyasi var oluşundan bağımsız değerlendiremem. O nedenle de hiç sevmem Dali’yi. Bu yapıtın belirleyici referanslarından biri buydu.
Bu, son dönemde ürettiğim bir yapıt. Belki bazılarınızın rastladığı ve internette dolaşıma girmiş olan bir fotoğraftan hareketle ürettim. Sanırım Malatya’da çekilmiş bir fotoğraf. İki TSK mensubu asker bir fotoğraf stüdyosuna gidiyorlar, son derece romantik bir poz veriyorlar. Biri diğerine arkadan sarılıyor ve yerde duran bir silaha bakıyorlar, arkada da bir bahar teması. Neredeyse bir Pierre ve Gilles fotoğrafı kadar homo-erotik bir fotoğraf. Fotoğrafın sahip olduğu o homo-erotik hususiyete pek de dikkat gösterilmemiş. Ama işte aniden şehirli ve zeki bir arkadaşımız bunu keşfetmiş, hemen internette dolaşıma sokmuş. Bunun üzerine de gazetede bir makale yayınlanmıştı. ‘Ne demek efendim? Bir kere bu askerler doğu kökenliymiş, doğuda iki erkeğin el ele dolaşması artık içselleşmiş bir âdetmiş. Bunun arkasında neden ‘kötü’ niyetler aranıyormuş?’ gibi bir savunuya geçmişti köşe yazarı da. Tam da o makalenin üzerine bu fotoğrafla daha fazla haşır neşir olmaya başladım. Bu işi, Irak’a yapılacak olan kara harekatından hemen önce, harekatın meşruiyeti tartışılırken ve kazan kaynarken, televizyon kanallarının politikasının reklamcılık diline ne kadar kaydığını ve bütün ana haberlerde kullanılan dilin ve ikongrafinin nasıl da Rambo’lar, Rocky’ler ya da Vietnam Savaşı’na dair çekilmiş filmleri çağrıştırdığını, reklam dilinden ne kadar çok şey ödünç aldığını gördüğümde payetlerle üretmeye karar verdim. Bu oldukça büyük bir iş yapıt, 167ye 230 büyüklüğünde ve tabii ki, bunu tek başıma kotarmam mümkün değildi. Dolayısıyla da payet dikiminin ne şekilde gerçekleştirildiğini araştırmaya başladım. Fark ettim ki, kocaları tarafından dışarıda çalışmasına izin verilmeyen kadınların evde gerçekleştirdikleri bir uğraş; en azından İstanbul’da öyle. Atölyelerde çalışmasına izin verilmeyen kadınların evde sürdürebildikleri bir meşguliyet ve bu sayede 3 kuruş para girebiliyor ceplerine. Onlarla çalışmak daha cazip geldi doğrusu; çünkü bütün o şehit anası olma ve erkek evlat yetiştirme ve ondan sonra da evde onu bekleme ya da işte onun cenazesine gitme veya gerilla annesi olma durumunu düşünüyordum. Evde bir kahraman yetiştirme ve onu dış dünyaya gönderme ve ondan sonra dış dünyadan onunla ilgili kahramanlık hikayesini bekleme halini işte bu kadın emekçilerin evde çalışıp, emeklerinin görünür olmayıp yine erkeğin cebine girmesiyle az çok bir benzeşim gösterdiğini düşündüm. Ve bu nedenle payet dikiminde uzmanlaşmış dört kadınla çalıştık. Yaklaşık iki hafta boyunca bu payetleri diktiler, bayağı büyük bir alan, ne kadar payet kullanıldığını hatırlayamıyorum, ama 50000 civarında olması gerekir. Bu iş benim imzam ve onların imzalarıyla beraber sergileniyor, bunun da altını çizmeliyim.

Bu da geçtiğimiz ekimde Helsinki’de açtığım kişisel sergi. Finlandiya Fotoğraf Müzesi’nde kişisel sergi yapmak için davet aldım. Bu serginin erkeklik üzerine olmasına karar verdim. Dört yapıt ürettim: iki tane duvar resmi, iki tane de video işi. Bu duvar resmini yine aynı fotoğraftan yola çıkarak yaptım. Soldaki de alışılageldik formun dışında bir porno filminden ödünç aldığım bir sahne. Çift taraflı dildoyla iki tarafın da aynı anda hem aktif hem pasif olabildiği ve böylece o aktif-pasif söyleminin son derece muğlaklaştığı atipik bir pornografik örnekti. Büyük projeksiyonda Irak’taki kadın kıyafetleri giydirilerek fotoğrafları çekilmiş tutsağın hikayesini yeniden canlandırdığımızbir video gösteriliyor. Solda alt köşede küçük videoda da bir rock grubu 10.yıl Marşı’nı icra ediyorlar. Bu dört işle erkekliğin mutlak temsiliyetlerinin en sert biçimde kurulduğu, eril ikonografinin en tacizkâr bir şekilde bize sunulduğu dört alana gönderme yapmak istedim. Bunlardan birincisi ‘pornografi’ birinci duvar resmi, ikincisi ‘militarizm’ diğer duvar resmi, üçüncüsü ‘emperyalizm’ Irak’ın işgalinde tutsak alınan erkeğin hikayesinden yola çıkılarak çekilen video, dördüncüsü de ‘milliyetçilik’ o da 10. yıl Marşı’nı icra eden grubun provasını çektiğimiz iş. Tabii ki, bütün bu bağlamların mümkün olduğunca dekonstrükte edilmiş, mümkün olduğunca alışılagelmedik bir biçimde ele alınmış ikonlarını kullanmak istedim. Mesela pornografide erilliğe dair bir söz söylemek istiyorsanız tahakküm kurmaktan bahsedersiniz. Ben onun yerine pornografidaki o kesin aktif-pasif rollerini biraz muğlaklaştıran bir örnek seçtim. Büyük videoda, tutsağa bir kadın kıyafeti giydirilmiş olmasının neden onun açısından aşağılayıcı bir hususiyet olduğuna dair kafam karışık hâlâ. Yani o tutsağın tabiî ki çok trajik bir hikayesi var ama acaba trajedinin dip noktası bu muydu? Mesela, Türk basınında o fotoğraflar kafaya geçirilmiş çuvaldan daha da büyük bir etki yarattı. ‘Ne yani, Iraklı erkeklerin şerefleri mi ellerinden alınıyor?’ gibi bir takım çığırtkanlıklarla karşılaşmıştık. 10. yıl marşının rock grubu tarafından icra edildiği videoyu Anadolu rock ve ulusçuluğun hizmetine girmiş olan rock kültüründen etkilendiğim için çekmeyi düşündüm. Çünkü rock tarihine baktığımızda, savaş karşıtı, ulusçuluk karşıtı, en azından çiçek çocuklar neslini düşünürsek, cinsiyetçilik ve homofobi karşıtı bir çizgiye sahipken bugün örneğin Amerika’da Hıristiyan rock büyük bir yükselişe geçti. Anadolu rock sanki biraz bunun metodolojisini kullanıyor gibi hissediyorum: bugün MHP Erciyes zirvesinde Haluk Levent konser verebildi. Bu dört işin bağlamları erkekliğe dairdi, bu sebeple serginin ismini şu sıralar çok popüler olmuş bir tanışma sitesinden hareketle ‘Man Jam’ koydum.
Daha fazla iş göstermek yerine bundan sonra sizin katılımınızla tartışmayı genişletmek daha verimli olur.
OKTAY: Sergilerinde, devlet, izleyici, diğer sanatçılardan maruz kaldığın bir ayrımcılık var mı bu alanda?
ERİNÇ: Maruz kaldığım pozitif bir ayrımcılıktan söz edebiliriz. En azından pozitif ayrımcılığı üretenler açısından ‘pozitif’. Çünkü sanatçıların zaten potansiyel eşcinseller olarak damgalanmasından dolayı benim sanatçı olmam cinsel yönelimim açısından bir çeşit hafifletici neden. Ama gelin görün ki, bu, bir çeşit homofobik stereotipi de doğuruyor. Çünkü estetik üretimle meşgul olan bir erkeğin kadınlığa özenmesi ve kadına özenmesi itibariyle de eşcinsel olmasının beklenebilirliği zaten bana kalırsa homofobiyi doğrulayan, homofobik bir stereotipi tescilleyen bir bakış açısı. O yüzden bana yöneltilen sözde pozitif ayrımcılığın işte o büyük tablodaki ayrımcılığı beslediğini düşünüyorum. Mesela Uğur Işılak diye bir şarkıcı-türkücü var, kendine halk devrimcisi süsü veren, ama aslında Türk-İslam sentezinden başka bir şey olmayan. Uğur Işılak’ın yeni albüm promosyonunda ‘sanat adam işidir’ diye bir slogan kullanılmıştır. Yıllardır tersi slogan yaygınken, ‘sanat kadın işidir’ denmişken, adamın böyle bir savunuya geçmesi mesela queer sanatçılar açısından herhangi bir kazanım mıdır? Hayır, değildir. Yine o heteroseksist klişelere sırtını dayayan başka bir önyargıyı besler. Michelangelo ki Michelangelo’nun da queer olduğuna dair rivayetler vardır- ‘resim kadın işidir’ demiştir. Kendi cinsel yönelimine dair bir skandal sürerken, ‘gerçek erkek sanatçı heykelle uğraşır’ buyurmuştur, çünkü heykelle uğraşırken kas gücü söz konusu. Ama resim, evde oturup dikiş diken kadınların kotaracağı bir iştir. O yüzden ‘heykeltıraş gerçek erkektir’ gibi bir söylemi var mesela Michelange’ın. Dolayısıyla bir sanatçının eşcinsel olmasının beklenebilirliğini bir pozitif ayrımcılık olarak kabul etmek istemiyorum. Ve ben özellikle mümkün olduğunca erkeklik üzerinden tarif etmeyi istedim kendi pozisyonumu; çünkü Uğur Işılak’ın berbat sloganının orijinal versiyonunu düşünürsek, gerçekten sanatın bir kadın işi olduğuna dair bir görüş yaygın, çünkü reel ekonomi içinde bir karşılığı olmayacağına veya pratik bir yararı olmadığına dair kanılar nedeniyle de, daha ziyade işsiz kadınlara özgü bir uğraş gibi resmediliyor sanat. Dolayısıyla da eşcinsel kadın bir sanatçı olmakla eşcinsel erkek bir sanatçı olmak arasında derin bir fark olduğunu düşünüyorum, o nedenle de mümkün olduğunca erkeklik üzerinden tarif etmek istedim pozisyonumu.
OKTAY: Avrupa’ya Müslüman bir ülkeden eşcinsel sanatçı olarak gitmen orada sana karşı pozitif bir ilgiye yol açıyor mu kendi sanatın dışında? Talep edilmen, davet edilmen açısından. Ne kadar ilginç, ‘Müslüman ülkeden eşcinsel bir sanatçı geliyor, burada sergi açsın’ filan gibi bir şey…
ERİNÇ: Ama zaten Türkiye’den geliyor olmak yeterince egzotik. Hani onu belki bir miktar daha perçinler queer kimlik ama ‘Türkiye’de sanat yapmak mümkün mü?’ gibi sorularla karşılaştığım da oldu. Üstüne de işte siyasi açıdan angaje yapıtlar üretiyorsanız ve onları da batı ülkelerine, Avrupa ülkelerine taşıyorsanız, bu yeterince egzotik. Bir yandan da sanatın post-yapısalcılık sonrasında ötekilik durumlarına gösterdiği aşırı ilgi içinde de etnisiteler çok öne çıkıyor. Türkiye, Avrupa sanat çevreleri içinde Balkanlar’ın en doğu ucu olarak kabul edildiği için, yani bir İslam ülkesi olmaktan ziyade bir Balkan ülkesi gibi okunduğu için -bu tabii ki, biraz da Osmanlı Tarihi ile alakalı- ve Balkanlar da aslında Avrupa’daki kıta içi oryantalizmin ötekisi olduğu için, daha ziyade etnisite bir ötekilik unsuru olarak ilgi görüyor. O nedenle de benim batı ülkelerinde sanatçı olarak mevcudiyetimde daha çok dikkat edilen ulusçulukla ilgili aldığım pozisyon oldu, queer kimliğimden ziyade.
CENK: Kendinize seçtiğiniz konular çok büyük şeyler; ulusçuluk, militarizm türü şeyler. Bunları yapıbozuma uğratmak gibi bir niyetiniz olduğunu söylüyorsunuz. Mikro alanlarda yaşadığınız mesela baskı, otorite… Bunlara yönelik hiçbir şeyiniz var mı? Mikro alanlardaki sorunlar neler olabilir? Bu konudaki düşünceniz nedir?
ERİNÇ: Benim büyük başlıklarla ilgilenme sebebim bu büyük başlıkların ülke gündemini oluşturuyor olmasından ziyade zaten benim hayatımı doğrudan etkiliyor oluşu. Örneğin ben asker olmak istemiyorum. Ve asker olmak istemememin sebebi sadece anti-militarist olmam değil, aynı zamanda TSK’nin alabildiğine homofobik bir müessese olması. Bu arada şöyle örneklerden de bahsetmek mümkün; aslında ordunun ideolojisiyle ve pratikleriyle bir sorunu olmadığı halde sadece ordunun homofobisinden çekindiği için asker olmayan eşcinsel erkekler de var. Bütün orduların lağvedilmesi benim ütopyam. Birincil nedeni budur benim asker olmak istemememin. İkincil nedeni de ordunun hâlâ homofobiyi en çok destekleyen ve tekrar tekrar palazlatan müesseselerden biri olması. Sanırım birkaç sene önce bir binbaşının verdiği bir ropörtajda ‘En büyük suçun ne olduğunu düşünüyorsunuz?’ sorusu sorulduğunda, ne firar, ne dağa çıkmak, ne şu, ne bundan bahsetmeyip ‘Pasif eşcinsellik’ cevabını vermişti. Böyle bir müessese ile zaten yakından uzaktan ilişki kurmak istemiyorum. Ve bu nedenle de militarizmle uğraşma ihtiyacı hissediyorum. Bir de tabii ki, orduya tapınılan bir coğrafyada yaşadığım için... Örneğin benim dedem Kore Savaşı gazisi, neyse ki hiç karşılaşmadık, büyük bir utanç kaynağı olurdum herhalde onun için, ben doğmadan önce ölmüş. Ve Kenan Evren’in arkadaşıydı. Az önce gördüğümüz kurşun delikleriyle üretilmiş portrenin ikinci bir varyantını ürettik; Kenan Evren portresini de yaptık. İstanbul’da Karşı Sanat Galerisi’nde sergilendi. E şimdi zaten ülke gündeminden ne kadar kopabilirim? Mesela ulusçulukla uğraşma ihtiyacı hissediyorum; çünkü benim çocukluğumun geçtiği apartmanda kendine tek Türk diyen adam benim babamdı ki, o da Türk değil; babam Yunanistanlı ama Müslüman olduğu için Türk milliyetçiliğiyle özdeşleşim kuran bir adam, ısrarla ‘Türküm, Türküm’ diyen otantik bir örnek. Ama o apartmanın geri kalanını oluşturan nüfus ya Tatar’dı ya Kürt’tü ya da Çingene’ydi ve 86’da bütün Kürt aileler Diyarbakır’a göç etmeyi tercih ettiler, çünkü mahallede çok ciddi travmalar geçirdiler; evleri taşlandı, bir ailenin evi yağmalandı ve Diyarbakır’a taşınmaya karar verdiler. Düşünün ki, 86’da sıcak savaşın sürdüğü bir dönemde İstanbul’da daha az güvende hissediyorlardı kendilerini. Bu benim hafızamda yer etti. Ulusçulukla en basitinden, hani ülke gündeminden ne kadar kopuk olursam olayım, kişisel belleğim nedeniyle ilgilenme sorumluluğu hissediyorum. Makro ölçekte gerçekleşenlerle mikro ölçekte gerçekleşenler arasında aslında çok güçlü kordonlar var.
BİR KADIN: Genel olarak, maalesef ki, Türkiye’de yaygın bir homofobi var. Sanatçı kimliğinizle, batı ülkelerinde bir takım şeyleri daha içselleştirebildiklerinden dolayı batıda kendinizi daha rahat ifade edebildiğinizi düşünüyor musunuz? Yani Türkiye ile batı ülkeleri arasında böyle bir farklılık var mı?
ERİNÇ: Var mutlaka ama böyle bir homojen batı da yok aslında. Diyelim ki, Sırbistan Türkiye’nin batısında olmakla beraber Onur Yürüyüşü’nün faşist bir blokajla durdurulduğu bir ülke. Biz haziranda yaklaşık 1500 kişi toplanabildik Taksim’de ve bir sorun yaşanmadı, en azından o kadarını gerçekleştirebildik ve 1500 kişi geldi diye de sevindik. Amsterdam’daki Onur Yürüyüşü’ne bir milyon kişi katılırken biz 1500 kişi geldi diye sevindik. Bebek adımlarıyla ilerletmeye çalışıyoruz mücadeleyi. Türkiye’de batı dendiğinde akla gelenler, kıta avrupasının kuzeyi ve batısı ile Amerika’dır. Sansürün daha farklı dinamiklere sahip olduğu ülkeler bunlar. Fransa’da katıldığımız bir sergide bir işimiz Müslümanları yaralayabileceği gerekçesiyle sansürlendi. Çünkü İslam’ın cinsiyetçi söylemlerine dair bir iş gösteriliyordu ve % 10’u Müslüman olan bir ülkede resmi ideoloji her saniye islamofobik olmakla suçlanabiliyor. Biz zaten İslam ülkesinden geldiğimiz için içeriden konuşma hakkına sahibiz, o nedenle de böyle bir kaygıyla gitmemiştik oraya. ‘Niye İslam’ın cinsiyetçiliğinden bahsetmeyelim ki?’ diye düşünmüştük ve öyle bir iş taşımıştık oradaki sergiye. O işin sansürlenmesinin sebebi ‘Müslümanları zedeleyebilir’ gerekçesiyken, Türkiye’de belki de ‘çıplaklık’ nedeniyle sansürlenecekti. Sansür mekanizmalarının çok farklı dinamikleri var Türkiye’de ve Avrupa’da. O nedenle bir yerde daha rahat hissettiğimi söyleyemem söz almak açısından. Ama söz aldığımda karşılaşacağım sonuçlara dair burada daha kaygılıyım. Mesela geçen sene Antenna’nın bir ihbar kampanyasına katıldık 22 kişi, Hrant Dink’in hüküm giydiği metni üstlendiğimize dair basın açıklamasında bulunup savcılığa kendi hakkımızda suç duyurusunda bulunduk ve bu 22 sanatçının da 5-6’sı açık queer’di- ben ve beş arkadaşım daha. Ondan sonra hepimiz kişisel olarak ve kolektif olarak tehditler aldık. Mesela hemen ‘zaten siz ibnesiniz, tabii ki sizden vatan haini çıkar’ dendi. Zaten o tehdit mektuplarında hâkim böyle bir dil vardı. O yüzden burada daha sert sonuçlarla karşılaşabileceğimin farkındayım ama söz alma noktasında Avrupa’da daha rahat hissettiğimi söyleyemem ki, bu arada Türk Hükümeti’nin de bütün dünyada iyi çalıştığını da söylemek zorundayım. Helsinki’de açtığımız sergiden önce beni büyük bir sevinçle karşıladı Türkiye Başkonsolosluğu. ‘Sonunda Finlandiya’da bir sergi yapacak olan Türk sanatçı geliyor!’, ‘Ben Türk değilim, yanlış anlamışsınız, Türkiye vatandaşıyım ama Türk değilim ve hani pek de sizi sevindirecek bir sergi yapmıyor olabilirim, hazırlıklı olun’ gibi bir cevap verdim ben de onlara. Sergi açıldıktan sonra da ulusal bir televizyon bir röportaj yapmak istedi benimle. Verdiğim röportajda ‘Kürdistan’ sözcüğünü kullandığım için büyük bir kargaşa çıktı Türkiye Başkonsolosluğu’nda. Bir haftalığına Finlandiya’dan ayrıldığım sırada atölyeme sürpriz ziyaret düzenlemiş Türkiye Başkonsolosluğu. Ve ondan sonra da müze direktörüne gidip ‘biz bu sergiyi protesto ediyoruz, olmaz böyle şey, bu sergiden hemen sonra Türkiye’yi başka türlü temsil edebilecek ki benim temsil etmek gibi zaten bir iddiam yoktu- örneğin Şakir Eczacıbaşı gibi değerli bir sanatçımızın da sergi açmasını talep ediyoruz’ şeklinde bir teklifte bulundular. O yüzden yurtdışındaki hamlelerinizle de ilgili dikkatli olun, hiç belli olmuyor. Aynı şey Slovenya’da da başıma geldi. Slovenya’da Maribor Çağdaş Sanat Müzesi’nde yaptığımız bir performans sonrasında Türkiye Büyükelçisi’nin annesi tarafından terörize edildik. Yani zaten Türk Ulusçuluğunun küresel ölçekte çok iyi örgütlendiğini söylemek zorundayım. Mesela Taner Akçam’ın Kanada’ya girerken terörist olduğuna dair ihbarda bulunulduğu için ülkeye sokulmadığını duymuşsunuzdur belki siz de. MİT iyi çalışıyor.
BURCU: Konuşmanızda bir yerde eşcinsel kadın sanatçı olmak ile eşcinsel erkek sanatçı olmanın erkeklik üzerinden sanırım farklı olduğunu söylediniz. Bunu biraz daha açabilir misiniz? Daha iyi anlamak için soruyorum.
ERİNÇ: Bu argümanların başında dediğim gibi, sanat yapıtının reel ekonomi içindeki değeri geliyor. Farzedelim ki, fabrika emekçisinin kazanımının ev ekonomisinde, çocukları, kadını doyurmak -çünkü evin para kazanan mercisi erkektir- gibi doğrudan bir faydası var. Ama sanat yapıyor olmanın ne böyle bir iktisadi güvencesi var, ne de sanat bir emek biçimi olarak erkek toplumsal cinsiyeti ile rahat ilişkilendirilebilecek bir meşguliyet. O nedenle daha ziyade sanatın kadına atfedilen bir meşguliyet olması nedeniyle, erkek sanatçının eşcinsel olabilme ihtimalinin daha yüksek olduğunun düşünüldüğünü saptamıştım. Bu sebeple de bir kadın sanatçının cinsel yönelimi ile ilgili çok fazla şaibe oluşmayabilirken, bir erkek sanatçının cinsel yönelimi ile ilgili daha fazla şaibe oluşabileceğini göstermeye çalıştım.
ATİLLA: Sanatın kadın işi olarak algılanmasına dair söyledikleriniz üzerine konuşacağım. Her alanda olduğu gibi sanatta da erkek egemen; yazarlar, şairler, ressamlar, mimarlar… hep büyük eserlerin sahibi, hep tarihte adı geçenler hep erkeklerden oluşuyor. Kadınlar burada daha ayrık ve azınlıkta. Günümüzde de kadın yazarların sayısı erkek yazarlara göre daha az, yani görünen anlamında. Ve yine görünen anlamında Türkiye’de kendini açık etmiş eşcinsel erkek sanatçılara bakarsak, kadın eşcinsel sanatçı ben neredeyse bilmiyorum diyebilirim. Kendilerine yöneltilen ‘Eşcinsel ve sanatçı olmak nasıl bir şey?’ diye sorulduğunda çeşitli engellerden bahsediyorlar. Kadın sanatçılara sorulan soru ise şu oluyor: ‘Türkiye’de kadın bir sanatçı olmak nasıl bir şey?’ Kendini açık eden biri olmadığı için kadınlara daha ‘lezbiyen bir kadın olarak sanatçı olmak nasıl bir şey?’ sorusu yöneltilebilmiş değil. O yüzden sanatın kadın işi gibi düşünülüyor olması bana havada kalan bir şey gibi geliyor.
ERİNÇ: Ben senin argümanına karşı çıkacağım. Büyük sanatçıların çoğunluğunun erkek olması senin tezini doğrulamıyor. Yemek yapmak da kadınlara atfedilen bir şey, ama tanınmış aşçıların çoğu da erkektir. Moda da daha ziyade kadınların ilgileneceği bir alan gibi ama tanımlanır, ünlü modacıların çoğu yine erkektir. Dolayısıyla bu bence toplumun cinsiyetçi örgütlenmesinin bir sonucu. Ben bunun sanata özgü bir durum olduğunu düşünmüyorum. Sanatın örneğin, yağlı güreşe ya da boksa kıyasla daha ziyade kadına yönelik bir uğraş olarak resmedilmesinden bahsetmiştim. Ama sanat alanında, düzcinsel olsun ya da eşcinsel olsun, trans olsun ya da biseksüel olsun daha ziyade erkeklerin görünür olması zaten dünyanın muzdarip olduğu cinsiyetçiliğin bir sonucu. O yüzden görünürlük meselesinin toplumsal cinsiyetçilikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Ben sadece toplumsal cinsiyetçiliğin sanat alanı içinde, meslek grubu içinde nasıl işlediğini göstermek istedim.
REMZİ: Sen diyorsun ki, geçimi sağlamak ya da askerlik yapmak erkek işiyse, hane içerisindeki emeği üretmek de kadına ait bir şey. Niye kadın özel olarak sanat üretsin ki? Eğer bir üst insan varsa, Eski Yunan’dan, Roma’dan bu yana, onu da yapacak olan ki bu üst insan da erkekte tecessüm ediyorsa o zaman erkektir zaten- sanatın da faili erkektir. Dolayısıyla sanat, kadınsılığa yönelik ona atfedilen bir şey olamaz diye düşünüyorum.
ERİNÇ: Ama emeğin görünürlüğünden bahsediyoruz işte; mesela benim bu payetli iş için çalıştığım kadınların kazandığı para gene erkeğin cebine giriyordu ve erkek, harcamaları düzenliyordu. Hâlbuki o adamın işe gidip geliyor olması, iş sözleşmesi yapmış ve kayıt içi ekonominin bir faili olması onun emeğini daha görünür kılıyor. Zaten ev içi emeğin ikincileştiğini herhalde kabul edersiniz. Emekler arasında da görünürlük olduğunu ve bu görünürlüğün de yine cinsiyet üzerinden belirlendiğini düşünüyorum.
BİR KADIN: Ben genel olarak sanatçı olmayı insanı diğer insanlardan ayıran en büyük nitelik olduğunu düşünüyorum. Çünkü herkes sanatçı olamaz, çünkü herkes bir takım şeylere sanatçı gözüyle bakamaz ve onları yansıtamaz. Dolayısıyla sanatçıların hisleri olsun, cinsel tercihleri olsun toplumdaki diğer insanlardan farklı olabileceğinin çok doğal olduğunu düşünüyorum. Sanatçının bu davranışlarını, hislerini bir cinsiyet ayrımcılığına dönüştürmek ne kadar doğru? Yani hani dediğiniz gibi bu Uğur Işılak’ın ‘sanatçı olmak adam işidir’ demesinin bir cinsiyete bağlanmasını ya da biraz önce sanatçılığın bir bayan işi olduğunun söylenmesini; yani erkek ya da bayan olarak etiketlenmesini doğru bulmuyorum.
ERİNÇ: İşte ben de bunu doğru bulmadığımı düşünüyorum. Yani bütün konuşmamı bunun üzerine kurdum. Bir kere şuna katılmıyorum: ‘herkes sanatçı olamaz’ gibi, sanatı bir seçkinler grubuna layık gören perspektifi zaten kesinlikle reddediyorum. Joseph Beuys’un ‘her insan bir sanatçıdır’ şiarını benimsiyorum. Bununla beraber Martin Kippenberger’in bu şiarı tersine çevirir, ‘her sanatçı bir insandır’ der, dolayısıyla sanatçıyı üst bir varlık olmaktan çıkarıp herkesle aynı göz hizasına indirgeyen bu şiarını da benimsiyorum. Ama benim zaten söylemeye çalıştığım, her yere sızmış olan cinsiyetçilik, mesela bir şeyi ‘adam gibi yapmak’ söylemi. Bir şeyi ‘adam gibi’ yapmak -hani bizim ağzımız alışmıştır ama- bir nesnenin, bir fiilin ‘adam gibi’ olması, bir Allah’ın cezası bilgisayarın ‘adam gibi’ çalışması zaten doğrudan cinsiyetçi bir ifadedir. Benim göstermeye çalıştığım, o cinsiyetçiliğin sanat pratiği içinde veya sanatçı kimliğinde nasıl tezahür ettiği idi. Yoksa hiçbir mesleğin ya da fiilin kadınla/erkekle ya da kadın toplumsal cinsiyeti veya erkek toplumsal cinsiyeti ile bağdaştırılmaması gerekir; zaten benim queer’ı üstlenmemin sebebi de bu. Yani gey veya lezbiyenin her halükarda bir cinsiyet vurgusu vardır; hâlbuki benim cinsiyet kimliği politikam mümkün olduğunca cinsiyet aşırı olmakla ilgilidir. En azından biyolojik cinsiyeti mümkün olduğunca sollayabilmek ve o biyolojik cinsiyetle beraber insana zorla aplike edilen unsurlardan kaçmak üzerine kurulu siyasetim. Queer’ı tercih etmemin sebeplerinden biridir bu; cinsiyet vurgusu olmaması.
ATİLLA: Futbol çok erkek bir spordur. İzleyicisinin yoğun bir şekilde erkeklerden oluştuğu bir spordur. Eşcinsel futbolcuların bir kaçının ortaya çıkışıyla birlikte ‘aaa’ olunmuştur. Sanatta da, diğer alanlarda da belki eşcinsellerin kendini açıklaması ile belki de o kırılma yaşanacaktır. Ve o ‘kadınsı’ olma ve kadına ait olma şeyi de ortadan kalkacaktır.
ERİNÇ: Ha, bu arada bunu da bir çeşit günah gibi de tarif etmeyelim tabi. Eşcinsel erkek sanatçı bal gibi de feminen olabilir tabii ki. Sadece bunun bir çeşit zorunluluğa tekabül etmesi veya değişmez bir kimlik bileşenine dönüştürülmesiyle ilgili benim sıkıntım. Yoksa ‘hayır efendim, bütün erkek eşcinsel sanatçılar kadınsı değildir’ gibi bir savunuya çok da sarılmamak gerekir, sadece, o tablodaki homofobiyi hazırlayan ön yargılara sanat alanında da muhalefet etmek benim derdim.
ATİLLA: Sanatçıların belki de o bilinen erkek klişelerinden biraz daha arınmış olması, feminist demeyelim de, kadınlarla ilişkilerini daha eşitlikçi bir düzlemde kurmaya çalışmaları, kullandıkları dilin erkek egemen toplumun dilinin hükümranlığından kurtulmuş olması belki de yine bir etken.
ERİNÇ: Aslında ondan emin değilim, çünkü örneğin, çıplak yani nü dendiğinde akla gelen hâlâ kadın. O yüzden mesela erkek bedenine gösterdiği ilgisizlik erkek ressamların bir çeşit savunması olabilir- cinsel yönelimine dair de aslında bir çeşit sigorta gibi işliyor. ‘Nü’nün tarihi kökeni şudur: Burjuva erkeklerin farklı çıplak kadınları görmesi için ressamların sunduğu bir hizmettir. Yani bu, insan anatomisini çözmek gibi ‘masumane’ kökenlere dayanmıyor. Bal gibi de Avrupa burjuvazisinin, prensinin, derebeyinin farklı kadın bedenlerine de bakabilmesini sağlamak gibi bir lüks; çıplak resmin ortaya çıkışı bu. E şimdi o geleneğin hâlâ bugün devam ediyor olması saçma. Çünkü artık öyle bir hizmet olmaktan çıktı. Erkekler hala sadece çıplak kadın bedeniyle ilgileniyorlarsa -cinsel yönelimlerinden bağımız olarak söylüyorum- çıplak denince akla daha ziyade çıplak kadın geliyorsa, ben orada sanatçıların cinsiyetçilikten arınabildiklerinden çok da emin değilim.
ATİLLA: Sanatçıların arınması değil toplumun sanatçıyı konuşlandırdığı yerde gördüğü imgeden bahsetmeye çalıştım. Bildiğin sokakta kasılan, erkeklerin kalın kontörlerinden biraz daha kurtulmuş olması. Yoksa ortaya koyduğu eserlerden falan söz etmiyorum.
ERİNÇ: Erkek sanatçıların maçolukla arasının biraz daha mesafeli olduğundan belki bahsedebiliriz, üslup itibariyle. Ama iş fikriyata veya cinsiyet siyasetine geldiğinde yine aynı hastalıkların ortaya çıktığını görüyorum ben.
BURCU: Kendini queer olarak... ‘tanımlıyorsun’ dememek gerekiyor aslında tanımlamıyorsun.. Yani queer kavramını kullanıyorsun ve bu, tanımları reddetmek anlamına geliyor. Ama biz burada bahsederken, tabi ki ister istemez, bir şeyler anlatmak için, erkek, kadın, erkeksi, kadınsı kavramlarını kullanmamız gerekiyor, anlaşabilmek için. Bir yandan, ben de queer kavramını savunan bir insanım, kendime lezbiyen diyorum ama bakış açısı olarak ve ütopyam olarak baktığımda, kesinlikle cinsiyetsiz bir dünyayı hayal ediyorum. Senin, ordunun olmadığı bir dünyayı hayal etmen gibi. Onu da içeriyor tabiî ki; ordunun olmadığı cinsiyetsiz bir dünya. Öyle baktığım zaman, queer kavramı üzerinden tanımlanan sanat, bu cinsiyetsizliğe vurgu anlamında nasıl olabilir diye kafamı yorduğumda şu aklıma geliyor: Mesela ben insanlarla konuşurken, bir hareketime kadınsı, bir hareketime erkeksi dediklerinde, ‘hayır bu benim hareketim, niye erkeksi ya da kadınsı diye tanımlıyorsun’ diyorum. Yani ben bacağımı şöyle koyduğumda erkeksi davranmış oluyorum, şöyle yaptığımda kadınsı davranmış oluyorum; bunlar yapay şekilde şu ana kadar bize öğretilenler. Ama ben bunlardan sıyrılmak istiyorsam, konuştuğum insanlarla da bu sözü üreterek anlaşıyorum. Sanatçı da sanatını konuşturuyor belki. O anlamda düşündüğünde, bu cinsiyetten arınmışlığına, -toplumsal cinsiyetten bahsediyoruz tabiî ki- onların iç içe girmişliğine, erkek ve kadın, erkeklik ve kadınlık tanımlamalarını silikleştirmeye yönelik nasıl bir düşünüşü ortaya koyabiliriz. Çünkü ister istemez queer konuşurken, ‘queer erkek bir sanatçıyım’ da diyebiliyorsun, diline yansıyan bir şey, bunu silmek elbette çok zor. Ben sanatla daha büyük kitlelere seslenilebildiğini ve bazen daha iyi anlatılabildiğini düşünüyorum.
ERİNÇ: Şunu söylemeliyim ki, bağlamsal direnişe inanıyorum. Queer benim üstlendiğim bir kavramdır, ama yeri geldiğinde ‘susma haykır eşcinseller vardır’ sloganını bağırarak avazım çıktığı kadar söylerim sokakta. Şu an devletin türbanı zorla çıkarmaya çalıştığı noktada, o türbanın orda kalmasına ben de çalışırım. Ama türbana bir kavram olarak, bir sansür nesnesi olarak da muhalefet ederim. O yüzden tek yönlü, tek potası olan bir direnişten ziyade, bağlamsal direnişe inanıyorum. Mesela burnuma piercing takıyor oluşumun sebebi de, hızmanın daha ziyade kadınlar tarafından kullanılmasıdır. Ben bunu kendimde feminen bir unsur olarak değerlendirmiyorum, ama bunun feminen bir unsur olarak değerlendirilebileceğini bildiğim için de burnuma piercing takmayı tercih ediyorum.
BURCU: Bunu reddetmenin bir yoludur aslında bu da. ‘Hayır, bu kadınlara ait bir şey değil.’
ERİNÇ: Yani evet, o ön yargıyı temellük edip kendi üstünde başka şekilde öğütmek mümkün. Cinsiyetsiz sanat diye bir şeyden ne kadar bahsedilebilir, o yüzden pek emin değilim. Yani erkek doğmuş olmamın mutlaka benim sanatımda bir etkisi vardır ama onu da kavramsal yapısıyla biraz çözümlemeye çalışıyorum. Mesela gerçekten de 5 metrelik bir heykel yapmaya kalkıştığımda, bunun bir erkek sanatçı tarafından yapılmış olması belki tahmin edilecek veya sorsanız, çoğu insan, bir erkek tarafından yapılmıştır diyecektir. O yüzden tam da mümkün olduğunda ağır fiziksel efordan kaçındığım işler yapmaya çalışıyorum, daha ziyade erkekliğe atfedilen bir pratik olduğu için, ondan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorum. İkinci tercih ettiğim bir metodoloji, yüzleri silmek. Yani ‘yüzsüz portreler’ yapmaya çalışıyorum, ya da portresiz figüratif işler yapmaya çalışıyorum. Çünkü benim için önemli olan figürün toplumsal pozisyonudur. Kim olduğundan, bireyselliğinden ziyade tekilliğidir, ya da çoğulluk içinde tekil olarak nasıl konumlandırıldığı ya da kendini konumlandırdığıdır, dolayısıyla portresiz işler yapmaya çalışırım. Ama bunun dışında, cinsiyetsiz yapıt gibi bir ideayı karşılayacak olan yapıt hangi özelliklere sahip olmalıdır, ben de pek emin değilim doğrusu.
BURCU: Yani aslında belki ben bunu şaşırtmak anlamında düşünüyorum. Bakılınca tamamen bu kadın bu erkek, ya da bu kadınlığı anlatıyor, bu erkekliği anlatıyor denildiğinde, -tabiî ki mesela burada sen nasıl sonuçta bir şekilde sanatını anlatıyorsan bize, nasıl var ettiğini, neleri düşünerek yaptığını-, belki bunları anlatırken, ‘hayır orda gördüğün, senin kadınlık dediğin şey aslında insana dair bir şey, kadınlık veya erkeklik değil, insana dair, hepsinin bir karışımı’ şeklinde bir anlatım aslında aklımdaki..
ERİNÇ: Yani mesela benim okuldaki hocalarımdan biri, bana kadın gibi resim yapıyorsun demişti. Çünkü Mimar Sinan’ın fırça geleneğinde güçlü fırça darbeleri atmak vardır ve bu kol kuvvetiyle doğrudan ilişkilidir. Benim tuval üzerine yaptığım işlerde, çok düz alanlar vardır ve onları çok temiz boyarım. Kol gücünü kullanmaktan ziyade, temiz çalışma ve titizliğin de yine kadına atfedildiğini görmüş oldum hocanın cinsiyetçi bakışıyla. Bana öyle bir hitapta bulunmuştu, ben de bundan memnun oldum, dedim ‘tutturmuşum bir şey, bundan sonra da kadın gibi resim yapmaya devam edebilirim.’
ATİLLA: Eşcinsel sanatçıların, cinsel yönelim olarak ‘queer’ sanatçıların, söyleyeceği çok söz olduğunu, bir yandan da yeterince söz alamadıklarını düşünüyorum. Bu söyleyecekleri şeylerin, yapacakları işlerin, o cinsiyetsizleşme aşamasına adım kalacağını düşünüyorum.
ERİNÇ: Şayet sanat daha geniş kitleler tarafından ciddiye alınan bir pratik olursa evet, tabiî ki cinsiyet çalışmalarına çok ciddi katkılarda bulunabilir. Ama ben, mesela diyelim kimi Avrupa ülkelerinde sosyologlar, siyaset bilimciler ve sanatçılarla kurulmuş o güçlü ittifakın Türkiye’de henüz yeterince kurulmadığını düşünüyorum. Bu iki taraflı bir sorun: bir, sosyoloji ve siyaset bilimin disiplinleri sanatı yeterince ciddiye almıyor, ikincisi de sanatçıların çoğu oldukça apolitik Türkiye’de. Bunlar tabii ki sert genellemeler, ama yine de bunların, söz konusu ittifakın bazı ülkelerde olduğu kadar üretken bir biçimde kurulamayışıyla ilişkili olduğu kanısındayım.
‘Türkiye’de Eşcinsel ve Sanatçı Olmak’
Tarih: 22 Mart 2008, Cumartesi
Saat: 14:00
Yer: Atölye Kulüp Turgut Reis Cad. No:18/A Mebusevleri Tandoğan Ankara
Konuyla ilgili diğer haberler için:
[[TEO 1: Türkiye’de Kadın ve Eşcinsel Olmak]]
Etiketler: yaşam