23/04/2010 | Yazar: Mahmut Şefik Nil
Hasıraltı Edilmeye Çalışılan Travma Kaynağı: Ayrımcılık!
Hasıraltı Edilmeye Çalışılan Travma Kaynağı: Ayrımcılık!
İnsan ve hayvanları travmatize eden toplumsal ve kişisel travmalar ani gelişen, kontrol edilemeyen ve tekrarı engellemeyen olaylardır. Bu yaşantılar canlıları oldukça güçsüz, üzgün, öfkeli ve korkmuş hissettirir. Tüm canlılar, travma yaşantısının ardından uykusuzluk, yoğun endişe atakları, kaçınma, içe kapanma, psikosomatik hastalıklar gibi bedensel ve ruhsal bazı tepkiler vererek korunmaya çalışır.
Elbette, ölümü durduramayız ve çok sevdiğimiz birini kaybedebiliriz. Elbette kıtaların kaymasını engelleyemez ve bizi birden kuşatan bir depremin ortasında kalabiliriz. Aniden tanık olduğumuz bir kaza aylarca sokaklardan korkmamıza sebep olabilir. Hiç kuşku yok ki yaşam enerjimizi emen bu olaylar karşısında yapılacak bazı şeyler olmakla birlikte onları tümüyle kontrol edemeyiz. Ancak canlıları travmatize eden ve engellenmesi tamamı ile elimizde olan bir başka travma kaynağına karşı durabiliriz: Ayrımcılık.
Nedeni oldukça kolay anlaşılabilir bir şekilde ayrımcılığa uğramayı travma kaynakları arasında saymamıza ve travma kaynakları arasında en etkin şekilde azaltabileceğimiz kaynak olmasına rağmen en çok seyirci kaldığımız travma kaynağı da ayrımcılıktır. Adeta bilinçli bir şekilde en az vurgulan, gündeme geldiğinde siyasi, milli, dini, kültürel ve ekonomik açıklamalarla meşrulaştırdığımız, hasıraltı yaptığımız travma kaynağı da ayrımcılıktır.
Manisa Selendi’de linç edilmeye çalışılan Romanları, memleketlerinden sürgün edebiliriz ve söz sahibi siyasi kadroların bulduğu dahiyane “göç çözümünü” konunun gündemden düşüvermesi için yeterli bir müdahale olarak görebiliriz.
Başlarını örtmek ya da üstsüz güneşlenmek isteyen kadınları temel bazı haklarından mahrum bırakabilir, engelleyebilir, bu tutumu ideolojik ya da ahlaki temellere dayandırarak meşrulaştırabiliriz. Yüksek öğrenim göremediği için bir meslek sahibi olmayan ya da tacize uğrayan kadınlar ve heteroseksüel olmayan insanlar sorunsalı karşısında, bulunduğumuz yeri koruyarak “onların” kendilerinin sebep olduğu bu sonuçlar için yeniden ve yine “onları” suçlu ilan ederek bu kısır döngüdeki sorumluluğumuzu görmezden de gelebiliriz.
Toplumsal çoğunluk genel olarak ayrımcılık konusunda ilgisizdir. Üstelik ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ mantığı ile farkına varmadan, ayrımcı söylemleri ve uygulamaları “iyi niyetli” dinamiklerle savunurlar. Bu “iyi niyetli” dinamikler öyle ustalıkla meşrulaşmıştır ki çoğu kez sorgulanmadan kabul edilir.
Görünen ortak noktalardan biri, bu çabamızın, üzerinde ittifak ettiğimiz bazı sistem ve yapıları korumak arzumuzdan kaynaklandığıdır. Doğal olarak evimizi, sevdiklerimizi, sahip olduğumuz mal ve statülerimizi, vatanımızı, inanç sistemlerimizi korumaya çalışırız. Tam da bu korunmasında ittifak ettiğimiz unsurların yitirilmesi ile tehdit edilmişsek beklenen bir şekilde savunmacı ve “haklı olarak” saldırgan oluveririz.
Maalesef insanlık tarihinin tamamı, sahip olduklarını kaybedecekleri tehdidi ile korkutulmuş ya da bulundukları yerden daha refah dolu bir noktaya çıkacakları vaadi ile kışkırtılmış insanların katıldığı birçok toplumsal olayla doludur.
Detaylı örnekler vermek mümkün ama örneklerden ziyade sistematiği kavramak bir bakış açısı yaratabilir ve duracağımız yeri belirmemizi kolaylaştırabilir.
Ayrımcılığın bir travma kaynağı olarak tanımlanarak geniş sosyal gruplarda durdurulmaya çalışılması, ayrımcılıktan beslenen ve güç toplayan sistem sahipleri için -en azından insani vicdan düzleminde- sorgulanma anlamına gelebilir. Bu nedenle ayrımcılık kriterlerini dini, toplumsal, ahlaki, kültürel, milli, ideolojik ve ekonomik bazı süzgeçlerden geçirerek “çatışmamak adına” meşrulaştırmaya çalışırız.
Sosyal Psikolog Prof. Dr. Melek Göregenli ayrımcılığın temel mekanizmasının, ilk önce “birey” olan bir kişinin, “bir grubun üyesi” olarak algılanması ile başladığını söylüyor. Bu algılama sistemi beynimizin edindiği bilgileri sınıflayan sistemi ile ilgili görünüyor. Karşımıza çıkan dört ayaklı, tüylü ve kuyruklu canlının kedi mi yoksa köpek mi olduğunu ayırt etmemizi sağlayan sistem de bu sistem.
Bu algı sistemi bize neyle ya da kimle karşı karşıya olduğumuzu söylese bile geçmişten gelen deneyim ve öğrenme bataryamız nedeniyle gerçekçi değerlendirmeler yapamayabilir.
Karşılaştığımız bireyin, her hangi bir grubun üyesi olarak algılandığı o kritik anın ardından beyinlerimiz grup hakkındaki tüm bilgilerini, o bireyin özellikleri olarak güncellemeye başlar. Doğal olarak karşılaştığımız bireyin tüm özellikleri grup hakkındaki önyargılarımızca şekillenmeye başlar.
ÖNYARGILAR VE GERÇEKLİK
Önyargı; ‘bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı, peşin hüküm, peşin fikir’ anlamına geliyor.
Görülüyor ki önyargı her zaman negatif bir içerik taşımıyor. Bazen de olumlu olabilir. Daha önce olumlu yaşantı ve fikirlerimizin olduğu bir grubun üyesi ile karşılaşınca, o üyenin de bu olumlu algıladığımız özelliklere sahip olduğunu varsayarız. Aynı şekilde önyargılarımızın olumsuz olduğu bir grubun üyesi ile karşılaşınca da aynı süreç işlemeye başlıyor. Örneğin Müslümanların tutucu, Ermenilerin vatan haini, lezbiyenlerin erkeksiz kalmış kadınlar olduğu önyargısına sahip biri, o kişilerle karşılaştığı zaman bu ön yargı ile hareket ederek karşısındaki kişiyi varsaymaya ve bu varsayımları doğrultusunda davranmaya başlar.
Bu süreçte hakkında önyargılı fikirlerimiz olan kişilerin gerçek özellikleri beynimiz tarafından tali (ikincil) olarak kalır ve önyargılarımızın tanımları içinde ya savunmada ya da gerçeğinden daha yakın davranma eğiliminde oluruz.
Melek Göregenli, önyargılı fikirlerin düşünsel düzeyde olduğuna dikkat çekiyor. Ancak her düşünce gibi önyargılarımız da yaşamsal alanda fiile dökülmeye oldukça hazır bir şekilde bekler. İşte tam da bu noktada ayrımcılık devreye giriyor. Kaba bir tanımla ayrımcılığı eyleme dökülmüş önyargılar olarak tariflemek mümkün. Melek Göregenli ayrımcılığı, bir insanın sırf bir grup üyesi olarak görüldüğü için toplumsal ve insani bazı haklarından mahrum bırakılması, bu haklarından yararlanmasına engel olunması olarak tanımlıyor.
Amerika Birleşik Devletlerinde siyahlar beyazların bindiği toplu taşım araçlarına sadece siyah oldukları için binemezlerdi. Sıradan bir görgü kuralı olarak telaffuz edilen ama şaşırtıcı bir şekilde ilkel bir ayrımcılık olan, bazı lüks restoranların kravatsız erkekleri müşteri olarak kabul etmemesi de benzer bir ayrımcılık örnektir.
Ülkemize gelince de durum çok farklı değildir. Kadınların geceleri sokağa çıkmaması ya da kolaylıkla taciz edilmeleri, etnik kimliği Türk olmayanların siyasi kadrolarda yükselememesi, başörtülü kızların üniversiteye alınmaması, heteroseksüel olmayan insanlara getirilen toplumsal yasaklar nedeniyle seks işçiliği yapmak zorunda kalması, paralı askerlik yoluyla maddi kaynağı olan kişilere sağlanan ayrıcalıklar gibi birçok konu ayrımcılık başlığı altında incelenmektedir. Travesti bir doktor, Rum bir başbakan, transeksüel bir öğretmen hala aklımıza gelemeyen seçenekler olarak görünüyor. Gerekçelerimiz insanların o meslekleri yapma kabiliyetlerinden değil ait oldukları gruplar hakkındaki siyasi, ahlaki, kültürel, milli ya da ekonomik önyargılarımızın süzgecinden geçtiği için böyle bir dünya dahi hayal edemiyoruz. Alevi ile Sünni, Müslüman ile Musevi âşıklar arasındaki ilişkiler hala sert yasaklarla ve akıl dışı argümanlarla yeniden karşımıza çıkıyor ve psikolojinin de konusu olan içeriği ile örselenen, depresyona giren, umutsuzlaşan insanların acılarına karşı da inanılmaz bir duyarsızlık sergiliyoruz.
Çok gerilerde değil yaklaşık 6 hafta önce cep telefonuna “Seni seviyorum” mesajı gelen 12 yaşındaki bir kız öğrenci öğretmeninin aileye haber vermesi ve ailesinin sert baskıları neticesinde intihar ederek kendini öldürdü. İstemediği bir adamla zorla evlendirilmeye çalışılan bir kız, ikiz kız kardeşi ile birlikte intihar etti. 12 yaşındaki bir başka kız çocuğu, dört inek karşılığında yaşlı bir adamla evlendirildi. Güney Afrika’daki sokak çeteleri lezbiyen kadınlara sokak ortasında tecavüz ederek onları heteroseksüel kadınlara dönüştürme eylemlerini hala sürdürüyor.
Herhangi bir basın yayın organını incelerseniz kolaylıkla ulaşabileceğiniz bu örneklerin bizlerden uzaklarda gerçekleşmesi konunun bizimle ilgili olmadığı anlamına gelmiyor.
İnsanlar, sadece kendilerinin yaşadığı olaylardan dolayı değil, tanığı oldukları olaylardan dolayı da travmatize olurlar, ruhsal olarak yaralanırlar. Dolayısı ile yeryüzünde herhangi bir insanı yaralayan travmatik bir yaşantının, bizlerin de ruh sağlığı üzerinde sinsi ve derin etkileri olabiliyor. Yani bize dokunmayan yılan bir gün bize dokunma ihtimalini beyinlerimize öğreterek gözlerimizin önünden kayıp gidiyor. Ama hep bizimle yaşayacak olan yılan korkusunu içimize işleyerek.
AYRIMICILIĞIN KISA TARİHÇESİNE BİR ÖRNEK
Bugün içinde yaşadığımız her realitenin geleceğe doğru değişme potansiyeli vardır ve tüm önyargılarımızın kaynağı tarihsel süreçlerle oluşmuş, kültürümüzce bize aktarılmış olan deneyimlerdir. Yazımızı bitirmeden önce ayrımcılığın kısa ve meşru tarihine çok bilinen bir örneği anımsatarak göz atmak istedik.
Özellikle ortaçağın karanlık güçler dengesi içinde iyice abartılarak zirveye çıkan ego-merkezli (ego centrisim) bakış açısı, evrenin merkezine dünyayı yerleştirdiği için evrenle olan bağını yok etmişti. Aynı şekilde dünyanın merkezine insanı yerleştirdiği için bitki ve havyalarla bağını yitirmişti. Bu mantığa devamla insanlığın merkezine ise beyaz, Katolik, heteroseksüel, zengin ve erkek olanı yerleştirdiği için “beyaz olmayan ırklarla”, “Hıristiyan olmayan toplumlarla”, heteroseksüel olmayan “cinsel yönelimlerle”, zengin olmayan “ekonomik sınıflarla” ve erkek olmayan “kadınlarla” bağlarını, insan olma ortak paydasından tümüyle koparmıştı.
Orta dünyanın (Avrupa’nın) istilacı orduları pastadan daha fazla pay alabilmek için en yeni teknolojik buluşları olan gemileri ile dünyayı talana çıkmış ve ulaştığı yeni toprakları kendi ülkelerinin topraklarına katarken oldukça zalim yöntemler kullanmışlardı.
Bu arada kendileri kadar gelişmiş görmedikleri yerli halkları, maymun-insan evrimi arasındaki geçiş halkaları (yarı hayvan, yarı insan canlılar) olarak görerek onları köleleştirip satmayı, vahşi ilan edip terbiye etmeyi, kaynaklarına ve kültürlerine hiçbir insani hassasiyet hissetmeden el koymayı hakları olarak algılamışlardı.
Vahşi yerlilerle ilgili sürece “Sokaklarda Dans” adlı kitabın yazarı Barbara Ehrenreich’ten bir örnek vererek yazımıza son verelim. Vereceğimiz örnekte vurgulamak istediğimiz detay, beyaz adamın, ilkel-vahşi olarak gördüğü insanlara karşı geliştirdiği kibirli ve ayrımcı bakış açısının ne dereceye ulaştığını vurgulaması açısından çok önemlidir:
“Gelişmiş batılı bilim insanlarının, vahşi yerlilerin de insan olduğunu anlaması için kafataslarını açarak beyinlerini incelediklerini yazar. Acı olan, maalesef gelişmiş batılı bilim insanları, “modern” insandan farklı bir beyin yapısı bulamadıkları için onların maymun-insan arası geçiş örnekleri olmadıklarını kabullenmek zorunda kalırlar.” (Sokaklarda Dans, Barbara Ehrenreich, syf. 14. Versus Basımevi)
TARİHTEN BAZI AYRIMCILIK ÖRNEKLERİ
1800’den itibaren Trinidad adasına yerleşen Fransızlar tarafından Noel kutlamalarına ilişkin yapılan düzenleme; köle ya da özgür, beyaz olmayanların kutlamalara katılmasını yasaklıyor, eğer ille de kutlama yapacaklarsa kamusal alanın dışında yapmalarını emrediyordu. (Sokaklarda Dans, Barbara Ehrenreich, Versusu yayınları)
Hint kanunlarına göre bir parya (köle) ya da surda (fakir) efendilere itaatsizlik ederse öldürülür, üst tabakalardan birine karşı laf ederse dili koparılır. Çünkü bir kölenin dili, bir Brahmanın cinsel organından türemiştir. (Ferit Seymen, Türk Medeni Huuku, Cilt II, syf. 9)
16. Ve 17. Yüzyıl Osmanlı tıbbı kadınların kusurlu erkekler olduklarına inanıyordu. Vajen gelişmemiş ve kusurlu bir penisti. Erkek ve kadının eşit derecede üreme güçleri olduğuna inanılsa bile kız çocukları yetersiz ve tatminkâr olmayan bir cinsel ilişkinin sonucunda kusurlu kalmış erkek çocuklar olarak açıklanıyordu. (Eksik etek ifadesi hala yaygın kullanılmakta olan ayrımcı bir algıdır.) (Müslüman Osmanlı Toplumunda Aşk ve Arzu, Droro Ze’vevi, Kitap Yayınları)
New York’lu araştırmacı Dr. William Hammond, erkek eşcinsellerin 10 günde bir ense, sırt ve bel bölgelerinden dağlanmalarının onları tedavi edeceğini umuyordu. Yine aynı şekilde, beynin ön tarafındaki sinirlerin ve liflerinin kesilmesi ile eşcinsel dürtülerin yok edilerek de eşcinsellik tedavi edilmeye çalışılıyordu. Beynin ön liflerinin kesilmesi tüm insanlarda cinsel ve duygusal tepkileri doğal olarak yok eder. Lobotomi adı verilen bu ameliyatlar ABD’de 1950’li yıllara kadar devam etti. (Cinsel Çeşitlilik, Yönelimler, Politikalar, Haklar ve İhlaller, Vanessa Baird, Metis yayınları)
6-7 Eylül 1955 yılında İstanbul’da yaşayan etnik azınlıklara yönelik linç ve şiddet olayları sonrasında 15 ölü, 300 yaralı, tecavüze uğrayan 400 kadın olduğu raporlanmıştır. “Kıbrıs Türk’tür, Türk Kalacak” derneğinin provokasyonu ile başlayan olaylar 2 gün sürmüş ve Türk ordusu olaylara müdahale etmemiştir. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân talan edilmiştir.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun Tahminlerine Göre Dünyada Her Yıl 5 Binden Fazla Kadının Namus Nedeniyle Öldürüldüğünü Açıklayan Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Kadın Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahsen Şirin, “Ülkemizde Polisin Sorumluluk Bölgesinde, Son 5 Yılda Töre ve Namus Yüzünden 1091 Cinayet İşlendiği Belirtilmektedir” dedi. (http://www.haberler.com/tore-cinayetleri-arastirmasi-haberi)
“… Batılıların şartlandırılmasına en çarpıcı örneklerden birisi Avrupa Parlamentosu’nun Hollandalı üyesi Emine Bozkurt’tan geldi. “İslam’ı düşman bir din” olarak ilan eden Hollanda’nın ırkçı siyasetçisi Pim Fortuyn 2002′de öldürüldüğünde Hollandalıların büyük bir kısmı ortada hiçbir delil yokken katilin Müslüman olduğuna hükmetti. Katil hayvan hakları eylemcisi Volkert van der Graaf’un hemen yakalanmasına rağmen Hollandalıların algısında ciddi bir değişiklik olmadı.” (http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=637408)
“… Filmin bitişinde söz alan Matossian diyor ki: “Hrant, Türkler ve Ermeniler hakkında bana açık açık önyargısız konuşan ilk insandı. Türklere Ermeniliğin kötü bir şey olmadığını anlatmak istiyordu.” Ama aynı zamanda Hrant yılmadan Ermenilere de Türklerin kötü olmadığını anlatmak için çabalıyordu.” (http://www.taraf.com.tr/makale/1251.htm)
Anadolu’da yaygın bir görüş, albino (teninde renk pigmenti olmadığı için tümüyle beyaz saç, deri ve kıl rengine sahip) insanların, cinler tarafından kadınlar tecavüz edilmesi neticesinde dünyaya geldiğini söyler. Cin çocukları olarak anılan albino insanlara yaklaşım her zaman korku dolu ve dışlayıcıdır.
Hukukçu yazar Hüseyin Aygün, Dersim Harekâtı ve sonuçları hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma olarak nitelendirilen «Dersim 1938 ve Zorunlu İskân» adlı kitabında, Dersim’e yapılan askeri harekâtın, her ne kadar bazı aşiretleri sürgün etse de, harekâtın 1938 yılının sonuna doğru sona erdiğini söyler. Harekât sonucunda 13.000 (Resmi rapor) ile 40.000 arasında sivil ölürken, 12.000 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir. Bölge halkının verdiği bilgilere göre bu sayının 80.000 civarında olduğu ileri sürülmektedir.
Etiketler: insan hakları, sağlık