08/11/2017 | Yazar: Kaos GL

Kendimiz olmaya başlamanın en tereddütsüz noktasıdır bu.

Yaşamlarımız üzerinde söz sahibi olmanın ölümlerimiz üzerinde söz sahibi olmaktan geçmesi iç karartıcı bulunabilir ilk bakışta. Başka bir açıdan ise kendimiz olmaya başlamanın en tereddütsüz noktasıdır bu.

Fotoğraf: Ateş Alpar

N. Ekrem Düzen, Kaos GL dergisinin Ahval dosya konulu 156. sayısına yazdı:

Kişinin nasıl yaşayacağına dair en son ve en az söz hakkının kendisinde olduğu bir coğrafyada doğmuş olmak, aynı kişinin nasıl öleceğine dair söz hakkının kimde olduğunu da büyük ölçüde belirler. Bu ikili mesele ne sadece Doğu’nun ne de sadece Batı’nın mevhum ve tevhimleriyle anlaşılır kılınamaz. Sebebinin cümlesi kısa, izahı uzundur: Tekil bir kişiden bahsederken, yaşamla ölüm arasındaki Hegelyen diyalektik, Nietszchevari bir trajedi formuna girmeden sahnelenemez. Diğer yandan, kişinin müşterek kimliğini müstakil benliğinin muhtevası addeden bir topluluğun bu kişiye reva göreceği en geniş hareket alanı, bütünün sadık bir üyesi olmaktan öteye genişletilmez. Sufi olmaya ‘kalkışmak’ nasıl büyük suçsa müstakil birey olmaya ‘kalkışmak’ da öyle büyük suçtur.

Doğduğumuz coğrafyada er veya geç devlete ilişmeden ölemeyecek olmamız bu müşterek muhtevanın bütün benlikleri kendisiyle doldurma ve kendisine döndürme mekanizması yüzündendir. Bu mekanizmaya kültür demeye öylesine alışmışızdır ki hayatımızı bu ikiz cellada teslim etmiş olduğumuzu fark etmeyiz. Ne kültürden haberimiz olur ne de mekanizmadan. İnsanüstü çabalarla bu çarkın – ister mecazen ister fiilen – uzağında kalabilmiş olanlar dahi bu döndürülüşten kurtulamaz. Bu perspektifte Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor;” formülasyonunun bir kez daha kuvvetle doğrulandığını görürüz.

Altın yere düşmekle pul olmayacağından, ömrümüzü Tanpınar’ın bu sözünü şerh etmeye vakf’etsek yine de ironinin hakkını veremeyiz. Öznesi olamadığımız bir ironidir bu; insan elinden çıkmıştır, lakin dünya kurulalı beri oradaymış gibi iş görür.

Bugün bu dakika içinde bulunduğumuz ahval ve şeraitten geriye dönüp baktığımızda, Tanpınar’ın saptadığı noktada kalabilmiş olsaydık keşke diye düşünmenin ve hissetmenin hiç de yersiz olmadığını ileri sürebiliriz. O noktayı uzatabilmiş olsaydık, her ergen gibi ebeveynimizden bağımsızlaşmanın ve kendimiz olabilmenin iyi kötü bir yolunu bulurduk belki. Hayat bayram olmasa da bayram ettiğimiz günlerimiz olabilirdi.

Demek ki Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermemekle kalmıyor. Mesele bundan ibaret olsaydı ne yapar eder o imkân yaratmaya uğraşırdık. Uğraştık. Hatta biraz yol aldığımızı da zannettik. Umutlandık. Tam o anda karşımıza yeniden fakat bu kez tahayyül etmek dahi istemeyeceğimiz büyüklükte bir taleple dikildiğini gördük Türkiye’nin. Tanpınar, bu kara kuyunun varlığını sezdiyse de diğeri açıklığında haber etmedi. Tezer Özlü’nün haberi bile heyulanın heybetini kavramamıza elifi elifine yetmedi. Ebeveynin evladından bunu isteyebileceğini, her birimiz tek tek ve ayni çarkta defalarca döndürüle döndürüle öğrenmek zorunda kaldık.

Kendi adıma, kültürümüz olacak bu öğütme mekanizmasını ebeveyn-çocuk mecazından daha elverişli bir çerçevede anlama donanımına sahip değilim. Varsa, öğrenmeye hevesliyim. Lakin, kendi göbeğimizi kesme zamanlarının sürekli gelip geçmekte olduğunu yüksek sesle – önce kendimize sonra cümle aleme – ilan etme zamanının geldiğine inanıyorum.

O ilanın başlangıç cümlesi şudur: Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle öldürülmek imkânı vermiyor. Bu cümle, olağanüstü hal ilan etmiş bir devletin tasallutundaki bir ülkede görülebilecek türden geçici bir aksaklığın tarifi değildir artık. Olağanüstü hale geçisin bu denli kolay, kalıcı hale gelişin bu denli pürüzsüz oluşunun şartıdır. Devlet, nasıl öleceklerine kendileri karar verme cüretini göstermiş ‘vatan hainlerinin’ kendi yol ve yordamlarla ölmelerinin mümkün olamayacağını hükme bağlamış ve böylece hiç kimseye ‘yerli ve milli’ muhteva üretme-tüketme mekanizması haricinde bir yaşam alanı bırakmamanın hukukunu tahkim etmiştir. Bu kültür herhangi bir değişme-gelişme-büyüme öngörüsü taşımadığı gibi böylesi kökü dışarıda değerlere de cepheden düşmandır. Musallat devletin olağanüstü hali, çocuğu kendi çizdiği sınırların dışına taşacak olursa gözünü kırpmadan– velev ki kan ağlayarak, bağrına taş basarak, veya dünyayı da ateşe vererek  – öldürebilecek  ebeveynin halinden farksızdır.

Devletle kişiler arasında yarım yamalak da olsa bir toplumsal sözleşme bulunan ülkelerde de devletler kişilerin yaşamları ve ölümleri üzerinde çoğu kez tahammül sınırlarının ötesinde söz hakkı edinir ve kullanırlar. Ne var ki aynı ülkede yaşayan insanların bir kısmıyla devlet arasında, o ülkedeki başka bazı insanların sürekli baskı altında tutulması – ve eğer baskıdan memnun kalmazlarsa yok edilmesi –  üzerine bir anlaşma sağlanmışsa orada bir toplumsal sözleşme değil – Ahmet Şık’ın her davasında bize tekrar tekrar gösterdiği ve söylediği gibi – bir suç örgütü vardır. Devlet, burada, kişinin nasıl yaşayacağına ilişkin söz hakkını, nasıl öleceğine ilişkin söz hakkini gasp ederek gasp etmektedir. Kendisine çizilen sınırların dışında bir hayat kurmak-sürmek isteyen çocuğunu öldüren ebeveyn de ancak ve sadece bir suç örgütünün desteğiyle bu katli gerçekleştirebilir. Ve bir kez daha kişinin nasıl yaşaması gerektiğine ilişkin söz hakkı, nasıl öleceğine ilişkin söz hakkının elinden alınmasıyla elinden alınır.

Coğrafyamızın ebeveyni de devleti de bu pervasız cinayet isleme kudretini, dünyanın ezelden beri böyle kurulmuş olduğu hikayesinden alır. Her ikisini de meşrulaştıran, bu ezeli düzeni ebediyete ulaştırma iddiasıdır. Oysa, bu iddianın en iyi ihtimalle günü kurtarmaya zor yettiği herkesin malumudur. Ebeveyn, çocuğu cenderede tutmalıdır ki kurtarılan günler birbirine eklenebilsin. Bu cenderenin işletmecisi devletin, toplumun bir kısmıyla yaptığı anlaşma, bu düzenden sual etmemek. Sual edeni de hep birlikte linç etmek üzerinedir.

İradesini, kurulduğundan bu yana değişmemiş ve bundan sonra da değişmeyecek dünya düzeni hikayesinden kiralamış bir ebeveynin evlatları olmaktan vazgeçme tasavvuru, müstakil benlik arzulayan her bireyin birer trajedi kahramanı olmasını gerektirecek bir etik görev tasavvurudur. Ebeveynsiz bir yeniden doğuş tahayyülü gerektirir. Öte yandan, nasıl ki geçmiş hatalarıyla yüzleşemeyen kişiler gerçeklikten koparak fantezi dünyasında yaşamaya başlarsa, kendisinden ne talep edildiğini kavramayan – veya sadece bir kısmını kavrayan – kişiler de müstakil benlik diye bir dünyanın varlığından asla haber almaksızın müşterek muhtevanın aciz çocuğu olmaya devam eder. Yaşamlarımız üzerinde söz sahibi olmanın ölümlerimiz üzerinde söz sahibi olmaktan geçmesi iç karartıcı bulunabilir ilk bakışta. Başka bir açıdan ise kendimiz olmaya başlamanın en tereddütsüz noktasıdır bu. Kendi ölümünden daha kesin ne verilmiş olabilir ki insana...

Kaos GL Dergi'ye basılı ya da internet üzerinden erişmek için abone olabilir ya da bu bağlantıda bulacağınız kitabevlerini ziyaret edebilirsiniz. 


Etiketler: yaşam
İstihdam