02/02/2016 | Yazar: Kaos GL
Soykırımdaki cinsel azınlıkların yasları tutulmamıştır çünkü onların yaşamları zaten hep yadsınmıştır, kayıptır, hiç olmamıştır. Ne canlıdırlar ne de ölüdürler.
Soykırımdaki cinsel azınlıkların yasları tutulmamıştır çünkü onların yaşamları zaten hep yadsınmıştır, kayıptır, hiç olmamıştır. Ne canlıdırlar ne de ölüdürler.
Sevgi Mancar, Kaos GL Dergisi’nin “Soy-Sop” dosya konulu 145. sayısına yazdı:
Tarih boyunca ölüm meselesi tıp, biyoloji, psikoloji, din gibi birçok disiplin tarafından ele alınmış ve ölüm konusunda farklı yaklaşımlar ortaya koyulmuştur. Tıp, biyoloji, patoloji gibi bilim dalları beden ve hastalıklar üzerine yoğunlaşırken; ilahiyat, felsefe ve inanç sistemleri değerler ve ahlak çerçevesinde ölümü incelemiştir. Psikoloji, bireylerin ölüme verdikleri tepkileri incelerken, antropoloji ve tarih de farklı toplumların ölümü nasıl yapılandırdıkları ve anlamlandırdıkları üzerinde durmuştur.
Zygmunt Bauman’a göre insanlığın ölüm hakkında süresiz bir farkındalıkla yaşıyor olduğu gerçeği tüm toplumların sosyal düzenlemelerindeki kritik noktaları belirlemiştir. Ölüm bireyler tarafından inkâr edilen ya da tabu olan bir konu iken sağlık alanındaki gelişmeler aracılığıyla insanın varoluşuna özgü ve önlenemez durumu yapı söküme uğratılarak çözülebilir bir mevzu halini almıştır. Ölümü insanın hayatında yaşadığı en bireysel deneyim, fiziksel ve biyolojik bir süreç olarak düşünebiliriz. Fakat insan bedenleri toplumsal ve kültürel bir tasavvur içerisinde var olurlar bu da ölüm ve yas sürecini toplumsal bir deneyim haline dönüştürür. Paylaşılan bu toplumsal anlam, biyolojik mevcudiyetleri birbirlerine bağlayarak sosyal grup mevcudiyetine ulaştıran önemli bir faktördür. Bu paylaşılan eşgüdümlü kültürel ve toplumsal anlamlar kişinin sahip olmak istediği deneyimlere ve başarılara ulaşmasına yardımcı olabilir (Leming & Dickinson, 2011). Ancak bu paylaşılan anlamlar toplumdaki tüm bireyler için koşulsuz ve geçerli değildir. Ben bu çalışmada yasa sosyolojik bir açıdan yaklaşarak “Kimin yaşamı yaşam sayılıyor? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir? Cinsel azınlıkların toplumsal ve kültürel normların dışında yaşamlar addedilmesi ve 2. Dünya Savaşı sırasında soykırıma uğrayan gruplardan biri olan cinsel azınlıkların uğradığı şiddet üzerine Yahudiler kadar konuşulmaması ve yaslarının tutulmaması arasındaki ilişki nedir?” sorularına odaklanacağım ve cevap vermeye çalışacağım.
Sosyoloji, ölümü toplumsal bir mesele olarak ele alır, toplumsal ve kültürel olarak ölümü ve yası nasıl deneyimlediğimize odaklanır. Ölümün ve yasın toplumsal olarak yapılandırılışından ve kültürel farklardan dolayı evrensel bir yastan bahsedemeyiz. Ölüm ve yas mevzusunda baskın söylevler sosyal değişimlere paralel olarak değişir, bu bağlamda ölüm insan doğasının evrensel bir özelliği olmakla birlikte toplumların bununla başa çıkma yolları karmaşık ve çeşitlidir. Bu nedenle yasın ruhsal ve fiziksel deneyimleri sosyal normlar ve kültürel tanımlar içerisinde incelenmelidir. Örneğin yas sürecinde toplumsal cinsiyet farklılıklarına odaklandığımızda, kadınlar ve erkeklerin duygularını farklı şekillerde aktardıklarını görürüz. Bu toplumun cinsiyetimize göre bizden beklediği, kültürel olarak kurulan maskülen ve feminen yas stillerinden kaynaklanmaktadır (Howarth, 2007).
Daha önce bahsettiğimiz gibi yas süreci toplumsal olarak inşa edilen bir kavramdır. Bunun bir getirisi olarak insanlar sadece uygun olduğunu hissettiklerinde yas tutabilirler. Yas tutan insanlar için sosyal senaryolar vardır ve yas tutan insana verilecek olan sosyal destek belirli normlara uygun hareket edildiğinde sağlanır. Bu normların dışında kalan ölümler toplumsal olarak onaylanmaz, kabul edilmez ve kamusal alanda paylaşılmaz. Kenneth Doka (1989) bu onaylanmayan ölümler için “disenfranchised grief” (haklarından mahrum edilmiş yas) tanımını kullanmıştır. Bu tanımı gerektiren dört durumu şu şekilde açıklamıştır: İlki kayıp ile olan ilişkinin sosyal olarak tanınmadığı durumlardır. Örneğin evlilik dışı ilişkiler ya da homoseksüel ilişkilerde yas tutan kişi kaybını dışarıdakilere bildiremez ve sosyal bir destek alamaz, böylece yas süreci problemli bir hal alır. İkinci durum, kayıp diğer kişiler tarafından gerçek bir kayıp olarak algılanmadığında ortaya çıkar. Bunu kürtaj, çocuk düşürme ve bir evcil hayvanın kaybı olarak örnekleyebiliriz. Üçüncü ise yas tutan kişilerin akli dengesinin olmaması, çok genç ya da çok yaşlı olmaları durumudur. Dördüncü ise ölümün toplumsal olarak suç sayılan bir eylemde bulunurken gerçekleştiği ya da intihar edilmesi durumlarıdır. Yas tutan insanlar ölüm sebebi konusunda kendilerini rahat hissetmezlerse sosyal desteğe ulaşamazlar ya da ulaşmayı tercih etmezler.(Leming & Dickinson, 2011)
Kırılganlık ve Yas
Judith Butler “Kırılgan Hayat” ve “Savaş Tertipleri” kitaplarında yas mevzusunu, “kırılganlık”, “yaralanabilirlik” kavramları üzerinde temellendirmiş ve“Kimin yaşamı yaşam sayılır?”, “Kimin yası tutulabilir?” soruları çerçevesinde genişletmiştir. Bu kavramlara ve sorulara geçmeden önce Butler’ın “queer” tanımından bahsetmemiz yararlı olacaktır. Queer, bir kimlik değildir. Aksine queer teori, sabit ve mutlak kimliklerin sürekli sorgulandığı, normalleştirmenin ve anormalleştirmenin olmadığı akışkan bir düşünüş biçimidir. Bunun nedeni, bireyin kendisini ifade ettiği herhangi bir kimliğin zamanla norma dönüşmesi ve bu normların birey üzerinde baskı ve sınırlamalar yaratan hegemonik bir hal almasıdır.Kurucu ve baskıcı olan bu normlar,çeşitlik kimliklerdeki insanları çeşitli biçimlerde ötekileştirir, dışlar aynı zamanda onların yaşamlarını yaşanabilir ve yası tutulabilir saymaz.“Yaşamlar farklı şekillerde desteklenir ve sürdürülür, insan yaralanabilirliği dünyaya radikal olarak farklı biçimlerde dağılmıştır. Kimi yaşamlar had safhada korunacak ve kutsallık iddialarının ilgası savaş güçlerini harekete geçirmek için yeterli olacaktır. Öteki yaşamlar böyle hızlı ve hiddetli destek görmeyecek ve hatta “yası tutulabilir” olma niteliği bile kazanamayacaktır” (Butler, 2004, s.46) Butler buradan yola çıkarak bir yas hiyerarşisinden bahseder. Bu hiyerarşi, iktidarın düzenlediği normlar üzerinden üretilen ayrımcı bir ilişki ortaya koyar. İktidarın çerçevesini çizdiği normların dışında kalan hayatlar, hiçbir zaman tam anlamıyla yaşanmış ya da kaybedilmiş sayılmazlar.
Butler’a göre kırılganlık, yaralanabilirlik ve ölümlülük kavramlarına vurgu yapar. Bu anlamda kırılganlık her canlı için geçerli olan ontolojik bir durumdur. Fakat bazı canlılar diğerlerine göre daha fazla risk altındadır. Bu riski yaratan, tam da, iktidarın belirlemiş olduğu yaşamaya değer ve yası tutulmaya değer olan ve olmayan hayatlar ayrımıdır. Her birimizin kırılganlık yoğunluğu birbirinden farklı olsa da yaralanabilirlik hepimizin paylaştığı ilksel ve insani bir durumdur. Butler, bu durumun siyaset için bir kaynak olarak kullanılması gerektiğini vurgulamaktadır. Başkalarının yaralanabilirliğini göz önünde bulundurduğumuzda, başkalarının acıları ile özdeşim kurabildiğimizde “kimi insan yaşamlarının diğerlerinden daha çok yaralanmaya açık olduğu ve dolayısıyla kimi insan yaşamlarının diğerlerinden daha çok yas tutulmaya layık görüldüğü koşulları eleştirel olarak değerlendirebilir ve bunlara karşı çıkabiliriz. Mağduru olduğumuz şiddet türlerinden başkalarını koruma sözü vermemizi sağlayacak ilke, insanın ortak yararlanabilirliğinin kavrayışından değilse nereden doğacak?” (Butler, 2004, s.45).
Bunun yanında kırılganlık başkalarıyla kurduğumuz ilişkisel bir bağa da dikkat çeker. “Kırılganlık, toplumsal bir hayatı, yani kişinin hayatının her zaman bir anlamda başkalarının elinde olduğu gerçeğini işaret eder. Hem tanıdıklarımıza hem de tanımadıklarımıza maruz olduğumuzu; tanıdığımız, az tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız insanlara bağımlılığımızı işaret eder” (Butler, 2010, s.21) Butler, bu ilişkisel bağın ve yaralanabilirliğin bu kadar kolay olmasının kavranmasının sonucu olarak “şiddetsiz bir etik meselesini” ele alır. Şiddet her zaman şiddeti doğurmak zorunda değildir.
İktidarlar, insanların neyi görebileceğini, duyabileceğini, okuyabileceğini ve öğrenebileceğini denetleyip kısıtlayarak hegemonik bir siyaset yaratırlar. Neyin kamusal alanın bir parçası olup neyin olamayacağını bu şekilde üretirler. Neyin gerçeklik olup neyin olamayacağı da bu şekilde belirlenir. Kimlerin hayatlarının hayat, kimlerin ölümlerinin ölüm sayılacağının çerçeveleri de bu şekilde çizilir. Butler bu durumu 11 Eylül olayı ile örnekler. 11 Eylül olayından sonra ABD medyanın desteğini de alarak kendisini tek mağdurmuş gibi göstermiş ve sınırsız saldırganlığını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Guantanamo Körfezi’ndeki savaş tutsaklarının süresiz alıkoyulacağı, çoğunun hiçbir mahkemeye çıkarılmayacağı beyan edilmiştir. “Cenevre Sözleşmesi’nin şart koştuğu yasal danışmanlık, temyiz ve kendi ülkesine iade edilme hakları Guantanamo’daki hiçbir tutsağa tanınmamıştır” (Butler, 2004, s.64). Bunun yanında medya ve hükümet arasındaki eleştirel ilişki askıya alınarak, ABD’nin şiddet eylemleri kamuya yansıtılmamıştır. Gauntanamo’daki tutsakların, hukukun askıya alınarak terörist olabileceği şüphesi ile süresiz alıkoyulması,iktidarın, bazı yaşamları nasıl insanın altında ya da kabul edilebilir olan insan cemaati dışında tanımladığını ve evrensel olan insan haklarına layık olarak görmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Buna bir diğer örnek ise İsrail ve Filistin arasındaki savaşta Filistinlilerin bağımsızlık hareketlerinin tümünün terör olarak adlandırılması ve ölümlerinin kıyım olarak görülmemesidir. Terör kelimesi bu şekilde muğlaklaştırılarak, iktidarlar tarafından sömürülmektedir. Burada söylenmek istenen 11 Eylül gibi saldırıları haklı çıkarmak ya da şiddeti onaylamak değildir. Şiddeti kınarken onun meydana çıktığı koşulları, tarihsel süreçleri göz ardı etmeden bir değerlendirme yapmak, şiddete karşı şiddeti sürdüren bir anlayıştan daha farklı daha barışçıl bir gelecek vizyonu sunacaktır.
Daha önce değindiğimiz gibi evrensel haklardan bahsetsek bile bu haklar herkesi her zaman kapsamayabilir. Yasal koruma ve yetkinin kimleri kapsadığının sınırları çiziliyor ve bu sınırların dışında kalanlar bu haklardan yararlanamıyor. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin temeli olan bedensel bütünlük iddiası, bedenlerimiz üzerinde özerklik talep etme hakkımız olduğunu iddia etmemiz açısından önemlidir. “Bu sav lezbiyen ve geylerin cinsel özgürlük hakkı talepleri için de geçerlidir, transseksüellerin ve tüm toplumsal cinsiyet aşırı kimselerin kendi kaderini tayin hakkı için de. Ayrıca cinsiyetlerarası insanların zorunlu tıbbi ve psikiyatrik müdahaleye maruz kalmama talebi için de geçerlidir. İster fiziksel ister sözlü olsun, ırkçı saldırılardan korunmaya yönelik her talep için olduğu kadar, feminizmin doğurganlık özgürlüğü talebi için de, sömürgecilik ve işgal koşullarında bedenleri ekonomik ve siyasi baskı altında tutulanlar için de geçerlidir elbette” (Butler, 2004, s.41). Fakat bu hakların pratikte uygulanmasında sıkıntılarla karşılaşıyoruz. Homofobik ve transfobik nefretin körüklediği şiddet, interseks bireylerin cerrahi müdahalelere maruz kalmaları, namus cinayetleri ve kürtaj yasakları buna örnektir.
Nazi Almanya’sında Eşcinseller
2. Dünya Savaşı esnasında Nazilerin yaptığı soykırım birçok filme, kitaba konu olmuş, bilim adamları bu konuyu araştırmış, dünya kamuoyunda Yahudilere yapılan soykırım kabul edilmiş ve kınanmıştır. Fakat o esnada Yahudiler dışında soykırıma uğramış olan ve en ağır şartlarda o dönemi yaşayan cinsel azınlıkların üzerinde gerektiği kadar durulmamıştır. Günümüzde hala Yahudi soykırımıyla ilgili çok fazla kaynak olmasına rağmen eşcinsellerin soykırımda yaşadığı ayrımcılık ve şiddetten bahseden, o dönemde yapılan zulmü kınayan kaynaklara ulaşamıyoruz. Bunun nedeni tam da cinsel azınlıkların, Butler’ın değindiği yaşamaya değer ve yası tutulmaya değer hayatlar olarak görülmeyişinin sürdürülmesinden kaynaklanıyor. “Eğer birisi kaybedilmişse ve kaybedilen kişi birisi değilse öyleyse kayıp nedir, nerededir ve yası nasıl gerçekleşir?” (Butler, 2004, s.47). Bu soruyu sormamız, cinsel azınlıkların yani gerçek dışı addedilen hayatların şiddet ile arasındaki ilişkiyi anlayabilmek adına önem teşkil eder.
1920’ler ve 30’ların başında Berlin’de çok şatafatlı bir gey kültürü varlığını sürdürmekteydi. Erkek eşcinselliğinin yasa dışı olarak kabul edilmesine rağmen, cinsel kimlikler ile ilgili birçok araştırma yapılmış ve eşcinsel haklarının savunulması konusunda Almanya dünya çapında lider konumda olmuştur. Nazi rejiminin Almanya’da yükselmesiyle birlikte, eşcinseller üzerindeki baskılar artmaya başlamıştır. Her türlü eşcinsel arkadaşlık suç sayılmaya başlanmış, eşcinsellerin gittiği şüphesi uyandıran her türlü kafe, bar, restoran direkt kapatılmıştır. Eşcinsel hakları ve doğum kontrolünün öncü savunucularından olan Cinsel Bilim Enstitüsü, bir Nazi gençlik grubu tarafından tahrip edilmiştir.(Gross, 2014)
1934 yılında Uzun Kılıçlar Gecesi adı verilen olay meydana gelmiştir. Kahverengi gömlekli Naziler olarak bilinen SA’nın başında bulunan ve eşcinsel olduğu bilinen Ernst Rohm ve SA’dan 85 kişi öldürülmüştür. Bunların arasında Ernst Rohm’un sevgilisi Dr. Karl-Günther Heimsoth da vardır. Bu olayın asıl nedeninin, SA’nın yaptığı eylemlerin Adolf Hitler’in gücünü tehdit etmesi olmasına rağmen, neden olarak Ernst Rohm’un eşcinsel olduğu ve yasalara karşı geldiği gösterilerek bu eylem haklı çıkarılmaya çalışılmıştır. Ernst Rohm’un ölümünden sonra Heinrich Himmler eşcinsel karşıtı yasanın yürütülmesini devralmıştır. Henrich yasaları revize ederek daha da acımasız bir hale getirmiş ve Nazi Almanya’sından eşcinselliği kaldırma kampanyalarına başlamıştır. (Berghahn, 2014)
Bu dönemden itibaren eşcinseller toplama kamplarına kapatılmaya başladılar. Bu mahkûmlar pembe siyah üçgenler taşıyorlardı. Nazi kamplarından kurtulanların anlattıklarına göre eşcinsel mahkûmlar en kötü muamele gören gruptu. Naziler, eşcinselliğin doğuştan olduğunu reddettiler. Eşcinselliğin öğrenilebilir ve bulaşıcı bir hastalık olduğunu savundular. Bu nedenle pembe siyah üçgen taşıyan mahkûmlar diğerlerinden ayrı tutuluyor ve en ağır koşullara maruz kalıyorlardı. Eşcinselliğin tedavisi adı altında eşcinsel mahkûmlara birçok insanlık dışı muamele ve deneyler yapılıyordu. Bu deneyler ölümlere, mutasyonlara ve hastalıklara neden oluyordu.Hayatta kalmalarının koşullarından biri de hadım edilmekti.Nazilerin eşcinsellere karşı bu sert tutumunun altında yatan temel sebep, yeni Alman ırkını üretmede eşcinsellerin işe yaramaz olarak görülmesiydi. (Berghahn, 2014)
“1933 ve 1945 yılları arasında polis tahmini 100 bin erkeği eşcinsel oldukları için tutuklamıştı. 50 bin erkek mahkemeler tarafından hüküm giymiş ve normal hapishanede yatmış, 5 bin ve 15 bin arası erkek ise toplama kamplarına kapatılmıştı” (ABD Holokost Müzesi Holost Ansiklopedisi, 2015)
Naziler döneminde katledilen eşcinseller 1980’li yıllara kadar konuşulan bir konu olmamıştır. Nasyonalizm sosyalizm döneminden sonra eşcinsellerin yargılanmalarına haksız bir şekilde yirmi yıl daha devam edilmiştir. Bu yargılamaların haksız olduğuna ancak 2000 yılında karar verilmiştir. Avrupa’nın her tarafında Yahudiler ile ilgili hafıza mekânları, anıtlar ve anıt mezarlar bulunmaktadır. Eşcinseller için bir anıtın yapılmasına ise, parlamentodaki karşıt oylara rağmen, 2003 yılında karar verilmiş ve 2008 yılında anıtın açılışı yapılmıştır. (DW, 2008) Anıt açıldığı ilk yıllarda sıklıkla saldırıya uğramıştır.
Eşcinseller Nazi Almanya’sında Yahudiler gibi zulme uğramış, her türlü ayrımcı pratiklere, sistematik baskılara ve insanlık dışı uygulamalara maruz kalmışlardır. Bunun yanında uğradıkları haksızlıkların kabul edilmesi ve eşcinsellerin soykırımdan ne kadar etkilendikleri gerçeğinin dile getirilmesi, Yahudi soykırımının kabul edilmesinden çok daha sonraya denk gelmektedir. Anıtın seneler sonra bile saldırıya uğruyor olması eşcinseller karşı homofobik tutumun ve ayrımcı nefretin hala sürdüğünü açıkça göstermektedir. Eşcinseller için zamanında tutulmamış ve hala daha tutulamayan bir yas söz konusudur.
Sonuç
Soykırımdaki cinsel azınlıkların yasları tutulmamıştır çünkü onların yaşamları zaten hep yadsınmıştır, kayıptır, hiç olmamıştır. Ne canlıdırlar ne de ölüdürler. Yası tutulamaz olanlardır çünkü yaşadığı yaşam kayda değmeyen, yaşam vasfını taşımayan bir yaşamdır. Soykırımdaki cinsel azınlıkların yaşadığı durumun benzerlerini, 11 Eylül sırasında hayatını kaybeden eşcinsellerde ve AIDS kaynaklı ölümlerde de görmekteyiz. “Makbul” vatandaş olarak kabul görmeyen eşcinsel bireyler, diğer kayıplar gibi ilan sayfalarında anılmamış, ilişkide bulundukları insanlara yardım konusunda gecikilmiş ve seçici davranılmıştır. Görülmesi, duyulması, bilinmesi istenmeyen, ilan sayfalarında anılmayan, yaşadığı zulüm yok sayılan bu insanlar “…yaşamları adlandırılmaz ve yası tutulamaz olmayı sürdürürlerse, kırılganlıklarıyla ve yok edilişleriyle görünmezlerse, duygulanıp harekete geçemeyiz. Belirgin biçimde bir Öteki için olan, bir Öteki adına olan etik hiddet duygusuna geri dönmeyiz” (Butler, 2004, s.152)
Üretilmiş insan normu dışında kalan tüm diğer insan biçimlerini dışlayan, ötekileştiren, baskıcı, insan olmayan insan normları yaratarak yaşanabilir ve yası tutulabilir insan ayrımı yapan ve bunları yeniden üreten çerçeveleri reddetmeliyiz. Böylece başkalarının acıları ile özdeşim kurabilir, bize yakın olanlar kadar olmayanların da yaşamlarına karşı yükümlülük hissedebiliriz. Bu etik yükümlülük, yaşamlar alçaltıldığında ya da alındığında “biz” ve “öteki” ayrımı yapmaksızın hiddetle tepki vermemize ve yaslarını tutabilmemize olanak sağlayacaktır.
Kaynakça
ABD HolokostMüzesiHolostAnsiklopedisi (2015, Ocak 27). Nazi Almanyası’ndaEşcinseller. AlınantarihHaziran 2, 2015,http://www.bianet.org/bianet/lgbti/161826-nazi-almanyasi-nda-escinseller
Berghahn, V. (2014, Ekim 31). ‘Gey Berlin,’ by Robert Beachy. Alınantarih May 30, 2015,http://www.nytimes.com/2014/11/02/books/review/gey-berlin-by-robert-beachy.html?_r=4
Butler, J. (2004). Kırılgan Hayat: YasınveŞiddetinGücü. İstanbul: Metis Yayınları.
Butler, J. (2010). SavaşTertipleri İstanbul: YapıKrediKültürSanatYayıncılıkTicaretveSanati A.Ş.
DW (2008, Mayıs 26). Memorial for Geys Persecuted by Nazis Opens in Berlin. AlınantarihHaziran 2, 2015,http://www.dw.de/memorial-for-geys-persecuted-by-nazis-opens-in-berlin/a-3360729-1
Gross, T. (2014, Aralık 17). Between World Wars, Gey Culture Flourished In Berlin. Alınantarih May 25, 2015,http://www.npr.org/2014/12/17/371424790/between-world-wars-gey-culture-flourished-in-berlin
Howarth, G. (2007). Death & Dying: A Sociological Introduction. Cambridge: Polity Press.
Leming, M., & Dickinson, G. (2011). Understanding dying, death, and bereavement. New York: Holt, Rinehart, and Winston.
Etiketler: yaşam