02/10/2010 | Yazar: Cihan Dağ

Saume'nin gözünden; 

Saume'nin gözünden; 

Üzerinde bir sürü adres ve isim yazan bir kâğıt, babamın sandığından çıkardığı kapağı koyu renkte eski bir defter, birkaç parça elbise ve bir miktar para alarak yola koyuluyorum. Mardin’e erken varmam gerekse de Mardin’in sarı benzine ve sesine kendimi hazırlamak için uçağa binmek yerine otobüs yolculuğunu tercih ettim. Otobüs, insanın hayat karşısında kıvrılıp, alçalıp, yükseldiği gibi, dağların ve düz ovaların içinde eğilip, bükülen yollar üstünde hızla ilerliyordu. Bu yolculuğa çıkma sebebimi düşünüyorum, yani babamı. Hasta yatağında benden gelecek olan tek bir iyi haber için canını verecek olan adamı. Babamın omzuma yüklediği sorumluluğu taşımak zor geliyor şimdiden. Elimde birçok anı, dilimde söylenmesi gereken birçok söz ile yollarda buldum kendimi birden. Bana şans getirsin diye göğsümdeki hacı çıkarıp, artık kırışmaya başlayan ellerimin arasına alıp dua ettim. Babam için dua ettim. Bir insan 34 yaşına geldiği halde hâlâ nasıl babasını tanıyamaz. Ben tanımıyorum. Babam artık kendini anlatacak gücü kalmamışken sıkıştırdı defterini elime. Bana bu şekilde açılmayı tercih etti. Merak ettim bana ne konuda açılacaktı ki; tanımadığım bir kardeşim mi vardı, bana büyük bir miras mı kalmıştı, geçmişte büyük bir günah işledi de onun yükünden mi kurtulmak istiyordu? Defteri açıp okumaya başlayınca anladım. Hiçbiri değildi. 
 
“Ey benim ayaklarının altında üzüm gibi ezildiğim sevgili, neden gittin? Mardin türküler yakarır sana duymaz mısın?
‘Gel çığlıklarımı dinle
Yolculuğundan geri dön
Dünya bir şey getirmez sana
Ancak günahkâr ve acımasız biri olursun.
Gurbette ne yapacaksın
Kötü genç olma
O sessiz uykularda çığlığımı dinle’
Mahlebi olmuşsun şarabımın, sensiz tadım eksik. Bir göç eylemiş herkes, mem u zin aşkına can için topraklarınızdan kaçarsınız. Toprak değil midir canı can eden? Nereye gidersiniz böyle tez elden.”
 
Dizelerin ağırlığı altında eziliyorum her satırını okuduğumda. Bu iki insan beni en başa götürdü adeta. Tüm bildiklerimi unutmuş gibiyim. Ezberim bozuldu, yeniden başlıyorum sanki hayata.
 
Güneş ışıklarını dağların üzerinden birer birer topladı. Etrafta siyah kelebekler uçuşuyor. Atalarımın en büyük kıyımlara maruz kaldığı, sürgün edildikleri o topraklara dönmekten ürküyorum. Terkedilmiş bir evin eşyaları üzerinden beyaz bir örtü çekmiş gibiyim. Dışarıda tüm gölgeler önce büyüyor, sonra küçülüyor. Çocuklarım geliyor aklıma, gözümden bile sakındığım kızım ve oğlum… Onlarda benim gibi zihninde eskilerin gizemiyle ve bana dair şaşkınlıklarla düşecekler miydi böyle yollara. "Kıyıdakiler" demişti biz Süryaniler için yazar. Bu coğrafyayı görseydi, uçurumdakiler diyeceğinden eminim. Tüm düşüncelerin içinde defter birden ağırlığını hissettirdi. Tepemdeki düğmeye basıp ışığı açıyor ve babamın defterini okumaya devam ediyorum.
 
“Yatağıma her girdiğimde geceyi içiyorum şarap niyetine. Dünya yine güzelleşiyor bir süre, kalemim dilleniyor sana yazdığım mektuplar üzerinde. Lakin şarap gibi olmuyor, gece insanın midesinde ağırlık yapıyor. Kırılan kalbimin çatlaklarından acı ve hasret sızıyor içeri. Sana bir mektup olsun sevinçle yazmak isterdim. Mahallemizde hiç Süryani kalmadı artık. Hepsi göç ettiler. Arada bir kilisenin önünden geçiyorum. Mardin’in bu dar sokaklarında ağlıyorum. Kızıltepe de ölüm suskunluğu var. Önceki gün bir köy yakılmış, erkekleri vurulmuş, kadınları ve yalın ayaklı çocukları ile anlamsız ve acımasız bir göçe daha şahit oluyor kızıl topraklar. Yıllar öncesini hatırlıyorum, siz Süryanilerin köylerinizden sürülüşünü, sonrasında biz Kürtlerin boşalan köylerinize yerleşmemizi hatırlıyorum. Aynı çizginin üzerinden yürütülüyoruz Naum. Sanki birileri bize bu toprakların sizden başka bir sahibi var deyip duruyor. Sizlerden kalan üzüm bağları hala inatla üzüm veriyor, hala şarabını içiyorum bağlarınızın. Hayat biz Kürtler için gurbette de kendi toprağımızda da çok zor. Devlet yabani bir ot gibi yayılıyor bu topraklarda. Toprak kanar mı hiç? Kanıyor Naum, kanıyor...”
 
Saatler süren yolculuktan sonra nihayet Mardin’e varıyorum. Şehir adeta güneşten almış rengini. Altın bir gerdanlık gibi gülümsüyor tüm yapılar. Her yapı birbirini tamamlayarak bir bütünü oluşturuyorlar sanki. Çantamı sırtıma atıp caddeye vuruyorum kendimi. Antikacılar, Kuyumcular, Gümüşçüler, Şallar, fırınlar, eski yapı taş binalara baktıkça Ortadoğu’nun yüzüne bakıyorum. Neredeyse nefesini hissedeceğim şehrin. Yürüyorum, yabancı olduğumu yüzüme vuran bakışlardan tedirgin bir şekilde yürüyorum. Arapça ve Kürtçe sözler duyuyorum bir yerlerden. Cebimden üzerinde adres ve isimler yazan kâğıdı çıkarıyorum. Haloşo (Kuyumcu) isimleri görüyorum aralarında. Lakin gelir gelmez arayışa girecek gücü hissetmiyorum kendimde. İlerliye doğru birkaç çay bahçesi görüyorum, hangisini tercih etsem diye düşünürken, bir çocuk sesleniyor “abla buyur” diye. Fazla düşünmeden giriyorum bir çay bahçesine. Mardin’in o görkemli ovasını görebilecek bir yere oturuyorum. Şaşkınlıkla dalıyorum bu muhteşem manzaranın güzelliğine. Bulutların ovanın üstüne düşen gölgelerine bakınca, ovanın ne kadar büyük olduğunu daha iyi anlıyorsun. Ova büyüklüğü ve güzelliğiyle adeta hiçliğimi vuruyor yüzüme. Sonra başka bir çocuk “abla ne istersin” diye sesleniyor. Dalgınlıkla “orta şekerli” olsun diyorum. Çocuk gülerek “abla ne orta şekerli olsun” diyor. ‘Melengiç kahvesi’ dedikten sonra çocuk yine gülüyor. “Ne oldu” diye soruyorum, “abla melengiç kahvesi şekerli olmaz ki” cevabını alıyorum. 
Kahvem geliyor,  her yudumda biraz daha kendime geliyorum. Başımı kaldırıp şöyle bir şehre göz atıyorum. Sonra yine defteri okurken buluyorum kendimi.
“Herkesten gizli üzüm eziyorduk ya diğerleri bağı terk ettiğinde. Korkularımdan sıyrılmış, olağanca sevgimle sana sarıldığımı ve seni kokladığımı hayal ediyordum. Üzümler ayaklarımızın altında ezilirken, Allah biliyor ya benim de yüreğim eziliyordu sana bir şey söyleyememenin, dokunamamanın sancısıyla. Yine bunları hissettiğim bir gündü. Üzümleri ezerken oyunlar oynamaya başlamıştık. Hatırlarsın güneş kızıl bir şal sermişti Mardin Ovasına. Keşke diyorum Naum, o gün Mardin kutsanırken güneşin kızıl gözyaşlarıyla, biz de birbirimizi kutsasaydık yasak dokunuşlarla. Pazar günüydü, hatırlıyorum, çan seslerine babanı vuran silahın sesi karışmıştı. Koşuyordun Naum… Asırlardır size kutsal bize haram olan şarabınız akıyordu ince oluklar içinde. Baban kanıyordu, Mardin Süryanilerinin en zengini, üzüm bağlarında onlarca işçi çalıştıran, Hz. İsa ile aynı dili kullanarak ibadet eden baban kanıyordu. Ah Naum, baban vurulduktan sonra zordu buralarda tutunmanız elbet. Zordu babanı vuranın bir Kürt olduğunu bile bile senin yüzüne bakmak Naum, çok zordu. Üzüm bağlarınızda çalışmaya başlamadan önce seni görürdüm. Nedenini o zaman bilmezdim o anlarda ki heyecanım. Kızıyorum kendime şimdi, bu kadar yılgın ve çaresiz olduğum için”
Mektuplar her seferinde bugüne kadar yaşadığım hayatla olan bağlarımdan birini koparıyor gibi. Yürüyorum, bin bir türlü düşünceyi etrafımda uçuşan sineklermişçesine savuruyorum. Elimdeki kâğıtta yazan yerlere tek tek uğrayacağım ama bir türlü cesaret edipte giremiyorum bir tanesine. Girip konuyu nasıl açacağım, o adamın ismini seslice nasıl dile getireceğim. Okumak daha kolay, temas etmek, adım atmak, konuşmaktan. Ama cesaret vaktiydi artık, babam için haloşonun kapısından içeri girmeliydim artık. Derin bir nefes aldım ve haloşonun açık olan kapısından girdim içeri.
 
—Mor Aho (merhaba), ben Saume.
—Mor Aho, kızım. Hoş geldin, ne istersin?
—Ben birini arıyorum. Babamın eski bir dostu. O’nu bulmam lazım. Burada yaşıyormuş, adı…
Adını söylerken dilim dolandı, haloşo gözlerimin içine bakıyor ve iki dudağımın arasından çıkacak ismi bekliyordu. Yutkundum ve söyledim…
—Adı Şerko, Şerko Tori.
—Kızım adın neydi?
—Adım Saume.
—Bak Saume, çırak birazdan gelir, onu gelir gelmez ilk iş Şerko’ya haber salmak için gönderirim. O gelene kadar ne arzu edersin? Aç mısın, tok musun?
— Biraz açım ama beklemeyi yeğlerim. Zamanı dükkânı dolaşarak geçirebilirim. Güzel takılar var gibi. Bunlar el işlemesi değil mi?
—Birçoğu el işlemesi kızım. Bak bu mesela, ne kadar ince ve zarif görüyor musun? Takılara isim takıldığı görülmemiştir pek. Ama ben buna isim taktım. Çünkü bunu hak edecek kadar emek ve güzellik taşıyor.
—Adı ne peki? Adı da kendi gibi güzeldir sanırım.
—Adı Zriko Sahro (Mavi Ay). Bunu bir yaz gecesi işliyordum, ay Mardin’e yaraşır bir şekilde mas mavi parlıyordu. O kadar maviydi ki, Mardin Ovası adeta deniz gibi gözüküyordu. İşte o gece sabaha kadar yatmadan tamamlamıştım bunu. Ertesi sabah yeni doğmuş bebeğimi kaybettim. İlk başlarda bunun uğursuz olduğuna inanmıştım. Evin bir köşesinde saklıyordum. Daha bir ay önce bunun bir batıl inanç olduğuna karar verip, burada satmaya karar verdim. Dokunmak ister misiniz?
Ellerimin arasına aldım takıyı ve müthiş bir tılsım hissettim. Takı canlıydı sanki üzerindeki her bir parlak taş parıldayarak göz kırpıyordu bana adeta. Öylecene durdum ve birkaç dakika boyunca Zriko Sahroyu inceledim. Sonrasında gülümseyerek “neyse bana da uğursuzluk getirmesin” diyerek takıyı haloşoya geri verdim. Tam o sırada içeri soluk soluğa kalmış esmer bir çocuk girdi. Tam nefes alışverişleri düzelmeye başlamışken, haloşo çocuğa “Git Şerko ağabeyni çağır” dedi. Çırak normal nefes alıp vermeye fırsat bulmadan caddenin aşağısına doğru koşmaya başladı. İçimde garip bir sıkıntı var, adını koyamıyorum. Daha uğradığım ilk dükkânda hiçbir zorluk çekmeden bulacak mıydım Şerko’yu? Açıkçası bunu hiç tahmin etmiyordum.
 
Havanın sıcak olmasına rağmen dükkânın içi gayet serindi. Taş yapılar bu sıcak havada üşütüyordu beni. Biraz ısınmak için dükkânın önüne çıktım ve derin bir nefes aldım. Caddeden gelip geçenleri izlemeye koyuldum, çok keyifli bir seyirdi doğrusu. Derken telefonum çalmaya başladı. Çantamın en kuytu köşelerine girmiş, sanki benimle saklambaç oynuyordu. Tanrıya şükür arayan ısrarcıydı da bana telefonu bulmam için vakit kazandırıyordu. Canhıraş arayışlarım sonunda telefonu buldum ve açtım.
 
Şerko'nun gözünden;
 
Şiwan Perwer dinliyordum, "min beriya tekiriye" adlı parçasını. Sabah sabah ne de tatlı geliyor kulağa. Bu adamın sesine bayılıyorum. İnsanın tüylerini diken diken eden bir havası var. Müziğin sesini biraz daha açıp dükkanın önüne çıkıyorum. Kuyumcunun çırağı bu tarafa doğru koşuyor. Zalim adam, nasıl çalıştırıyor çocuğu. Nefes nefese kalmış yavrucak. Anlaşılan benim yanıma geliyor. Sesleniyorum "yavaş oğlum bu ne acele, soluklan hele" diye. İncecik parmaklarıyla işaret ediyor, "Şerko Amca, bir kadın geldi seni soruyor, ustam bu tarafa gelsin dedi".  Tuhaf kim olabilir ki? Müziği ve kapıyı kapatıp çırakla birlikte yürümeye başlıyorum. İçimde tuhaf bir his var ama anlam veremiyorum. Caddenin yukarısına gittikçe tuhaflık daha da artıyor. Birileri koşuşturuyor ilerde. Ne olduğuna anlam vermekte zorlanıyorum. Adımlarım yavaş yavaş hızlanıyor. Hatta koşmaya başlıyorum o tarafa doğru. Kuyumcunun önünde bir kalabalık var. Kalabalığı hızlıca yarıp içeri giriyorum. Bir kadın yere yığılmış, baygın bir halde yatıyordu. Kuyumcuya soruyorum olan biteni. Bir yandan kadını kendine getirmeye çalışırken bir yandan da kuyumcuyu dinliyorum. Babası'nın beni tanıdığını iddia etmiş ve beni beklerken gelen bir telefonla yere yığılmış. Etrafımıza toplanan insanları dükkandan çıkardım ve suyla yüzünü ovmaya başladım kadının. Adının Saume olduğunu öğrenince adıyla seslenmeye başladım. Çenesini gevşetmeye çalıştım ama çok direndi.
Bir süre sonra hıçkırarak kendine geldi ve gözyaşlarına boğuldu. Kollarından tutup silkeledim ve kendisine gelmesini söyledim.
- Kızım, Saume. Kendine gel. İyi misin? Ne olduğunu söyle bize. Kim aradı seni?
-Şerko Amca...
Ses tonunu en katı yürekli insanın bile içini titretecek kadar acılıydı.
-Şerko Amca... Babam öldü Şerko Amca. Yapamadım. Sana zamanında yetişemedim.
-Baban kim kızım?
Gözlerinden yaşlar boşanırken bir yandan da çantasından bir şey çıkarmaya uğraşıyordu. Çantadan eski bir defter ve içine sıkıştırılmış mektuplar çıkardı. İçim titredi, dört yandan içime sert rüzgarlar çarpıyordu sanki. Defteri elime aldım ve  içinden çıkan mektuplara göz attım.
-Babam Naum. O gönderdi buraya beni, seni bulmam için. Hastaydı, elime bunları sıkıştırdı. Ne seni bu kadar erken bulacağımı ne de onu bu kadar erken kaybedeceğimi hiç düşünmemiştim. Şerko Amca, inanmak istemiyorum, babam ölmüş olamaz.
 
Saume'nin feryatları bile şaşkınlığımın önüne geçemiyordu. Göz yaşlarım saldı kendini beyaza kesen tenimin üzerine. Ayakta durmakta güçlük çektim. Dükkanda boğulacak gibi oldum, dışarı çıkıp dizlerimin üstüne çöktüm ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Kim olduğunu hatırlamadığım bir sürü insan "ne yapıyorsun sakinleş" diye beni dinginleştirmeye çalıştı. Birden bir güç buldum kendimde ve Mardin Ovasını gören bir yere doğru koştum. "Şerko, ne oldu" diye peşimden koşan insanlar hatırlıyorum. Bir hanın balkonuna koştum ve balkonun ucunda birden durdum. Arkama baktığımda peşimden gelen insanların benim durmamla birlikte yavaşladıklarını gördüm. Sonra yüzümü ovaya dönüp yavaşça yere oturdum. Ve Naum'un buralardan giderken söylediklerini hatırladım;
 
"Ne olursa olsun seni bir kez daha görücem Şerko. Bu kan bir gün duracak. Bir gün seviştiğimiz üzüm bağlarında halklar yine beraberce üzüm toplayıp ezecekler. Umarım o günleri görürüz Şerko. Ama benim umudum az. Babam öldürüldü, bağlarımız, bahçelerimiz dağıtıldı, evimiz yakıldı. Daha on altı yaşındayım, bu sorumluluğun altından nasıl kalkabilirim. Ve Şerko, seni nasıl unutabilirim. Gözlerin güneşim olmuş. İnsanların ne dediği umrumda bile değil. Benim evim hep Mardin olacak. Evime iyi bak Şerko, güneşim gibi sakın. Sarı benizli toprakların esmer çocuğu, seni seviyorum"
 
Başımı göğe kaldırıp, uzunca öylece boşluğa baktım. Gözümden akan yaşlar yanağımı kaşındıryordu. Bir reflekse siliyordum, peşi sıra diğeri akıyordu. Ayağa kalkıp geri dükkana doğru yürüdüm. Saume beni kapıda bekliyordu. Gözleri ağlamaktan şişmişti zavallı kızın. Yanına gittim ve gözlerindeki yaşı sildim.
-Haydi kızım babanı uğurlama vakti.
-Ben bu yolculuğa başlarken böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
-Ben de öyle, Saume. Ben de bu hayatın böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
Akşama beraber Diyarbakır'dan uçakla yola çıkacaktık. Bavulumu hazırlarken bir şey ilişti gözüme. Naum'un zamanından kalma bir Süryani Şarabı. İçmeye niyetim olmamıştı. Şarap şişesini elime alıp üzüm bağlarının olduğu yere doğru yürümeye başladım. Yolum uzundu, başımda sinir bozucu bir ağrı ile yürüyordum. Sonunda üzüm bağlarının olduğu yere varmıştım. Ve gördüğüm manzara karşısında yutkundum. Onca bakımsızlığa ve harap edilmeye rağmen hâlâ bir kaç dalda üzüm yetişmiş ve üzerindeki tozla bana gülümsüyorlardı adeta. Keşke bu manzarayı görebilseydin Naum. Güneş batmak üzereydi, olduğum yere çömeliverdim ve elimdeki şarabı açıp, ufka doğru tuttum.
 
-Şerefine Naum, şerefine.
 

Etiketler: yaşam
İstihdam