12/02/2010 | Yazar: Mahmut Şefik Nil

Aidiyetin Parçalanışı – Cinsel Yönelimin İnkârı ya da “İzdivaç” Programındaki Linç Eylemi!

Aidiyetin Parçalanışı – Cinsel Yönelimin İnkârı ya da “İzdivaç” Programındaki Linç Eylemi!

Aidiyet kavramı insan bilinci için nefes almak kadar gerekli görünüyor. Nereye ait olduğumuzu bilmek sadece köklerimizi hissedebilmek ve o kökler üzerinde ayakta durabilmenin yanında “Ben kimim?” sorusunun da potansiyel yanıtlarını içinde barındırıyor.
 
İnsan, tüm canlılar gibi, birçok sistemin bir araya geldiği ve uyum içinde çalışmadıkları takdirde derin bir ıstırap içinde kıvranan bir yapıdır. Her birimizin aidiyetleri ve ait olduğunu düşündüğü birden fazla yapı vardır. Ruhumuzdaki bu işleyiş bedenimizden hareketle de kolaylıkla anlaşılabilir.
 
Hiç birimiz sadece sindirim sistemi değilizdir ya da solunum yapan akciğerler, tadan dil, akan kan, dokunan parmak değilizdir. Her birimiz, tüm bunların birlikte hareket ettiği ve uyum içinde çalıştığı bedenlere sahibizdir ya da sahip olmak isteriz. Tersi bir durum güçlük yaratır.
 
Ancak ilginç bir detay vardır: Derin bir zarafetle dolu olan yaratılış birbirine benzeyen ancak dikkatle bakıldığında hiç de aynı olmayan desenlerle doludur. Çoğunlukla her birimizin parmakları vardır ama her parmağın kendine ait bir izi vardır. Bu iz öyle kişiseldir ki parmağımızın bir imzası olarak ona aittir; dokunduğu her yere bir mühür gibi izler bırakır. Aynı zenginlik göz retinamızda, diş ve kemik yapımızda, deri dokumuzda ve yaygın olarak bilinen şekliyle hücre çekirdeklerimizdeki gen yapımızda da vardır, yani her zerremiz sadece bizde görülen, kişiye özel desenler taşır.
 
Ruhumuzdaki işleyişler de bedenimizdeki bu kişiye özel tasarlanmış yapılarla doludur.  Kendi içimize baktığımızda birçok ‘aidiyet’ adlandırırız. Renklerimiz, zevklerimiz, dinlerimiz, düşünce sistemlerimiz, etnik kimliklerimiz, cinsel yönelimlerimiz gibi. 
 
Bedensel ve ruhsal olan bu “bize özelleşmiş”, “bizi temsil” eden parçaların tamamı, bir bütünlük halinde hissedilebildiğinde “kimlik” dediğimiz algıya ulaşmış oluruz. Kimliğimizin her bir parçası yeni bir aidiyet alanı oluşturur. Sizi siz yapan her bir özellik yeni gruba dair bir aidiyet anlamına da gelmektedir. Doğum tarihiniz burcunuz üzerinden, anne-babadan akıp gelen özellikler etnik kimliğiniz üzerinden, doğum yeriniz kültürel yaşantılar üzerinden, kimi duygusal ve cinsel olarak çekici bulduğunuz cinsel yönelimleriniz üzerinden aidiyetler yaratır.
 
Aidiyet duygunuz, sizi ait olduğunuz grubun potansiyel bir üyesi haline getirir ve öğretilememiş ama akmış olan bir dili kullanmanıza izin vererek onlarla temas kurmanızı çok kolaylaştırır. Ait olduğunuz grubu gözleyerek nasıl davranmanız gerektiğini kolaylıkla çözersiniz. Çok fazla ortak payda vardır.
 
Aile Dizimi adı ile bilinen terapi yollarından birinin kurucusu olan Bert Hellinger “Kabul Etmenin Özgürlüğü”(1) adlı kitabında aidiyet hissinin yaşamın çok gerilerine kadar indiğini söyler. Aile dizimi yaşantılarını anlatırken şunları ifade eder;
“İlk gördüğüm, çocukların ailelerine derin bağlarla bağlı olduğuydu. Çocuk için olabilecek en kötü şey aileden dışlanmaktır. Temel önemdedir bu. ‘Ben buraya aidim, buraya ait olmak istiyorum ve her ne olursa olsun bu ailenin kaderini paylaşıyorum.’ bilinci ile yaşar.”
 
Hellinger’in bu gözlemine katılmamak mümkün değil görünüyor. Bebeklerin anne ile olan bağı herkesçe kolaylıkla gözlenen bir olgudur. Derin bir fakirlik ve hiç de lüks olmayan koşullarda yaşayan çocukların hallerinden şikâyetsizliği kolaylıkla gözlenebilir. Çocuklar lezzetli ve pahalı gıdalar yemeyebilir, lüks kıyafetler giymeyebilir, gösterişli oyuncaklara imrenerek bakabilir ama eninde sonunda soluğu ailelerinin yanında alırlar. Başka bir anne-baba ya da aile hayal bile etmezler. (Belli bir yaştan sonra bu durumun değiştiğini ifade etmek gerekir.)
 
Helllinger, aidiyet algısından hareketle vicdanı da tanımlar: “Ait olabilmem için burada geçerli olan nelerdir, ait olabilmem için neleri yapmam, neleri yapmamam gerek?” sorularının yanıtının vicdanı oluşturduğunu söyler. Böylelikle ailesinde kadının dövüldüğünü gören bir erkek çocuk kadınları dövmekte her hangi bir vicdani tereddüt geliştirmeyebilir ya da hayvanlara eziyet kavramının olmadığı bir toplumda üzerine konan yükten beli bükülmüş bir eşeğin üstüne bir de kendisi oturmakta hiçbir vicdani hassasiyet göstermeyebilir. Bu ne iyidir ne de kötü. Çocuk sadece ait olduğu grubun davranışlarını sürdürmektedir.
 
Hellinger vicdanı temiz olma duygusunun “Ait olabileceğimden eminim.” diyebilmek olduğunu belirtir. Bu noktada ait olunan gruba “suçsuzluğun ve bağlılığın” ifadesi olarak ortaya çıkan davranışları ise vicdanen temiz olma hissi ile bağlantılandırır. Topluluk önünde sergilenen, refleks olarak ortaya çıkıveren davranışlarımızın ait olduğumuzu hissettiğimiz grup normları (kuralları) tarafından belirlendiğini ifade eder.
 
Böylelikle olağan bir durumda kendimizden bahsederken, ne kadar da derin insani duyarlılıklarımız olduğunu şuursuzca sayarken karşılaşıverdiğimiz durumlarda aniden gelişen refleks davranışlarımızdan dolayı her hangi bir vicdani rahatsızlık hissetmeyebiliriz. Ait olduğumuz topluluk bize heteroseksüel olmayanların hasta insanlar, yok edilmesi gereken pislikler, sapık fanteziler içinde kaybolmuş zavallılar olduğunu öğretir.(2)
 
Bu nedenle yaygın reyting alan bir evlendirme programının sunucusu karşısındakinin insan olduğunu unutabilir. Hiçbir vicdani rahatsızlık hissetmeden hattı suratına kapatabilir. Köşede oturan “normal olunduğunun bilinmesini isteyen (ya da anormal görünmekten korkan) bir erkek izleyici arenadaki kral edasıyla rakibini öldüren gladyatörü kutsayan el hareketini yapabilir. Gözlenmesi daha katlanılmaz olanı ise bir grup insan, aşağılama ve hayret dolu nidalarla bu “dışlama” eylemini alkışlarla destekleyebilir, takdir edebilir. Ama hiç kimse suratına telefon kapatılan kadının ne yaşadığını hissetmek ya da düşünmek bile istemeyebilir.  
 
Oysa aynı topluluk üyelerinin her biri, bu dışlama eylemine katılma nedenlerini kendilerine sormadan, yaşamın farklı alanlarında vicdanları bütün, kimseye kıyamayan, hassas, karıncayı ezemeyen, papatyayı koparamayan, ince ruhlu insanlar oldukları konusunda oldukça ısrarcı algı ve içsel deneyimlere sahiptirler. Tam da, doğruluğundan asla kuşku duymadığım bu insani duyarlılıkları nedeniyle yüreklerine yayılıveren suçluluk duygusu Hellingerin de ifade ettiği gibi kendini aklayacak bir mekanizmaya neden olur: Ait oldukları grubun normlarının ardına sığınarak davranışlarının bireysel sorumluluğunu ve kişiliklerine yakışmadığından emin oldukları çirkinliği gizlemeye çalışırlar: Yaptıkları doğrudur! Programdaki sarışın kadın “Bu insanlara noooldu böyle (Başımıza taş yağacak)” şeklindeki ifadesi ile, program sunucusu aşırı gergin ses tonu ve bir böcek bilimci edasıyla açıklamaya kalkıştığı “cinsel tercihin” oluşma basamakları bilgi(sizliği) ile, izleyiciler alkışları ile artık aynı gruba ait olduklarını, dışladıkları gruptan farklı “biri” olduklarını ifade imkanı bulmuş olurlar. 
 
Bu ifade şeklinin vecd (dinsel bir coşku ile arınma) duygusuna neden olduğu ve insanı bir gruba ait kılarak bireysel suçlarından arındırdığı, grubun eşit ve saygın bir üyesi kıldığı kültürel gözlemlerde bulunan bilim insanlarınca kanıtlanmıştır. 
 
Hellinger birden fazla gruba ait olmanın vicdani yelpazeyi genişleteceğini savunur. Ancak bu tespit, birbiri ile zıtlaşan gruplara aynı anda ait olan insanların yaşadığı çelişkiyi açıklayamaz. Örneğin hem Müslüman hem gey olmak, hem travesti olup hem de siyasi aidiyet duyduklarını mecliste savunmak için milletvekili olmak, hem transseksüel olup hem de tesettüre girmek zihinlerimizde birleşmez. Bir türlü hangi gruba ait olarak vicdanen onaylanmış ve temiz hissedebileceğimiz o geniş “vicdani yelpazeyi” oluşturamaz. (Umarım henüz oluşturmuyor)
 
Müslümanlar,  hiçbir açık hüküm yokken heteroseksüel olmayanların idam sahnelerini sevinç çığlıkları atarak alkışlayabilirler. Direklere asılı kalmış insanların çoktan cehenneme gitmiş şeytanlar olduğundan o kadar eminler ki o görüntü hiçbir vicdani bir rahatsızlık yaratmayabilir aksine toplumsal bir temizlenmişlik hissi oluşturabilir. Bağlılıklarını ilan ettikleri kişinin kendi tanrıları olmadığı çok açıktır çünkü inandıkları tanrı onlardan bunu istemediği gibi insan öldürmeyi savaş ve kısas durumları dışında açıkça yasaklar. Allah adına, Allah’ın yasakladığı insan öldürme filini gerçekleştirirken yaşadıkları toplumsal coşkunun kaynağı bu durumda –Hellinger’in de ifade ettiği- toplumsal norma uymak ya da bir gruba aidiyet sergilemektir.
 
İşin ilginci bir gruba aidiyetten ve o grup normundan beslenen vicdani rahatlık, yine aynı kişinin aidiyet hissettiği diğer grup normlarını bir hiyerarşiye sokarak kendi vicdani bütünlüğünü parçalamasına sebep olabilir. İzdivaç programının sunucusu olan bayan, birine “hadi hadi başka kapıya.” derken ne kadar itici, kaba ve kibirli göründüğünü algılamadığı gibi kendi içinde barındırdığı hümanistik aidiyetlerini bir çırpıda yok edebilir. İdam edilen bir geyin öldürülmesinden ayrılan müminler camiye ibadete giderken, sunucu hanım kadın olduğu için sahneye çıkmalarına izin verilmeyen Osmanlı kadınlarına yapılan baskıyı barbarca bulup eşitlik nağmeleri mırıldanıyor olabilir.
 
Görünen o ki, Hellinger’in bir ütopya gibi duran “geniş vicdani yelpazesi”ne ulaşmanın tek yolu; insanların kendileri ile yüzleşmelerinden ve kendilerini diğerlerinden benzersiz kılan içsel olarak ait oldukları grupları açıkta yaşamanın ne kadar vazgeçilmez bir “kimlik temsili “olduğunu fark etmeleri ve bundan vazgeçmemeleri yolu ile gerçekleşebilecek. İronik olan ise bu kendi bütünlüğünü arama eyleminin, bir ideolojik sistemi yaratmak, bir tanrının hoşnutluğuna erişmek gibi bir amaçla değil sadece ve sadece kendi bütünlüklerine ulaşmak ve kendi geniş vicdani yelpazelerini bulmak noktasından hareket etmeleri ile mümkün olabilecek görünmesi. Aksi takdirde kendi kimlik bütünlüklerine ulaşamayacakları için ne tanrılarına ne de ideolojilerine ne de kendi vicdani yelpazelerine erişemeyecek görünüyorlar.
 
(1)Kabul Etmenin Özgürlüğü, Bert Hellinger, Sistem Yayıncılık, Mayıs 2002, İstanbul


Etiketler: insan hakları, sağlık
2024