25/07/2024 | Yazar: Elçin Aktoprak

Ulus inşa süreci ortaya çıktığı andan itibaren dışlama pratiklerini işletir ve bu bağlamda ulusun üyesi kabul edilen ama ikinci sıraya konulan kadınlar bu dışlama pratiğinin ilk örnekleridir. LGBTİ+’lar ise en başından itibaren “dışlama” eylemini tartışmaya bile açmayan bir şekilde daha derin bir yok sayma pratiğinin hedefidir.

Milliyetçiliğin içinde(n) toplumsal cinsiyet karşıtlığı Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Türkiye’den, Rusya’dan ve hatta Afrika, Orta Doğu ve Balkanlar’dan değil de, toplumsal cinsiyet ve milliyetçilik bağlamında yükselen LGBTİ+ karşıtlığına bakmaya “Avrupa’nın göbeğinden” başlayalım mı?

Almanya’da LGBTİ+’ları hedef alan nefret suçları geçen yıla oranla %15,5 artarken, Fransa’da artış 2022’ye oranla %19. İngiltere ve Galler’de bu oran 2011/12’de %4,3 iken 2022/23’te %24,1’e yükselmiş durumda. Üstelik her birinde bu veriler sadece resmî makamlarca kaydedilen vakaları gösteriyor. ILGA’nın sadece ayrımcılık karşıtı mevzuat üzerinden şekillenen 2023 verilerine göre de Avrupa’da kamusal alanda özellikle translara yönelik bir kutuplaşma ve şiddet eğilimi artışta.

Birazdan bahsedeceğimiz Türkiye, Rusya veya Macaristan gibi örneklere kıyasla elbette bu ülkelerde henüz “resmileşmiş” otoriter rejimlerle karşılaşmadığımız için bu veriler hem daha az haber niteliği taşıyor hem de akademik çalışmalarda biraz daha geri planda kalmakta. Bu nedenle Avrupa merkezde durum iç açıcı olmasa da pek çok araştırmada ve/veya yorumda LGBTİ+ dostu veya karşıtı olmanın “modern ve uygar” olmak ile “ilkel ve geri olmak” gibi bir ayrım üzerinden kuramsallaştırıldığını görmek şaşırtıcı değil. Gökkuşağı bayrağı bu kutuplaşmanın üzerinden Doğu-Batı veya Kuzey-Güney ayrımının sembolü olarak okunabiliyor çoğu zaman.[1] Ama yukarıdaki örneklere baktığımızda, ki genişletmek mümkün, Batı’nın ve/veya Kuzey’in içinde de varolan ve tırmanmaya başlayan LGBTİ+ karşıtlığını bu ayrımlar üzerinden okumak mümkün değil. Bu tarz ayrımlar hem oryantalist bir dünya algısını yeniden yaratıyor, hem toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin ana söylemlerine yağ sürüyor, hem de asıl olarak küresel bağlamda milliyetçiliğin toplumsal hayatta neredeyse tüm devletlerde devam eden kurucu dilini, etkisini ve uygulamalarını göz ardı etmeye neden oluyor. Elbette her devletin, her ulusun milliyetçiliği farklı, milliyetçiliğin devletin uygulamalarındaki etkisi çeşitli; ama milliyetçiliği milliyetçilik yapan temeller en kurucu zeminde ortak ve süreklilik arz ediyor. 2024’te ulus-devlet-millet üçgeninde yaşamaya devam ediyoruz; nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsak. Dolayısıyla bu küresel düzen içinde elbette her üçgenin kendi dinamikleri kendi özgünlüğünü belirliyor; ama bu yazının amacı - farklı coğrafyalardaki bu özgünlükler gözetilse de - asıl olarak milliyetçiliğin genel hatları üzerinden giderek tüm dünyada yükselen LGBTİ+, ve hatta daha genel alalım, toplumsal cinsiyet karşıtlığını milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisi üzerinden değerlendirmek.

Bu nedenle, yeni bir milliyetçilikle değil, yeniden yükselen bir milliyetçi dalgayla iç içe olduğumuzu ileri süren bir argüman temelinde bu yazının şekillendiğini belirtmek gerekir. Çünkü bu yeni dalga sadece son yirmi yıldır yükselen aşırı sağ ve otoriter rejimler üzerinden ele alınamaz, bu dalga yükselmiştir çünkü kriz zamanlarında milliyetçiliğin yükselmesinin ve/veya otoriter/faşist bir rejimin kurulabilmesinin ya da radikal sağın yükselişe geçebilmesinin temel nedeni, milliyetçiliğin yaklaşık iki yüz yılı aşkın bir süredir siyasal ve kültürel alanda gündelik hayatı düzenleyici bir işleve sahip olmasıdır. Milliyetçiliğin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dair zaten var olan kodları bu taze dalganın içinde bir kez daha cilalanarak zaman zaman yeni bir terminolojiyle karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle en başa giderek, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisinin en temel dinamiklerine bakmamız gerekir; ulus inşa sürecinde toplumsal cinsiyetin konumlan(dırıl)masına.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ulus inşa sürecinin tam merkezindeki en yapısal ve ilk eşitsizliği oluşturur

Ulusu, çok kısaca ve kabaca, belli bir grubun kendini ortak dil, din, tarih, soy, toprak gibi unsurların biri, birkaçı ya da hepsi üzerinden tanımladığı siyasi ve kültürel bir birim olarak tanımlayabiliriz. Bu saydığımız unsurların her biri de hem ulus inşa sürecinin harcıdır hem de ulusun sembolü olarak önem taşır. Bu kısa tanım içinde toplumsal cinsiyet yoktur ama milliyetçilik asla toplumsal cinsiyet körlüğünden mustarip değildir. Tam tersine, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ulus inşa sürecinin tam merkezindeki en yapısal ve ilk eşitsizliği oluşturur. Bugün de kendini yenileyerek yeniden üreten bu damar, yükselen toplumsal cinsiyet karşıtı hareketin milliyetçilikle ilişkisi bağlamında en önemli dinamiktir.  

Milliyetçilik, 18. yüzyılın sonundan itibaren ulusu inşa ederken eşitliği hedefler, ama bu eşitliği insan olmaktan kaynaklı bir evrensel eşitlik üzerinden değil, ulusun tanımlayan kriterlere sahip olanların eşitliği üzerinden kurgular. Bu nedenle de ulus inşa süreci ortaya çıktığı andan itibaren dışlama pratiklerini işletir ve bu bağlamda ulusun üyesi kabul edilen ama ikinci sıraya konulan kadınlar bu dışlama pratiğinin ilk örnekleridir. LGBTİ+’lar ise en başından itibaren “dışlama” eylemini tartışmaya bile açmayan bir şekilde daha derin bir yok sayma pratiğinin hedefidir; çünkü milliyetçilik erkek kardeşliğine dayalı heteroseksüel bir ideoloji olarak ama ikili cinsiyet tanımı üzerine kuruludur. Kamusal alanda ve özel alanda milliyetçilik için temel figür ulusu koruyan, kollayan, kamusal alanda bilgi ve beceri gerektiren tüm işleri yürüten erkektir. Bu erkek özel alanda da “baba” figürü olarak ailenin içinde adeta “devlet”tir. Devlet ve baba figürlerinin bu kadar özdeşleşmesinin temelinde yatan kuruculuk, kadınlar söz konusu olduğunda da kadınlara yüklenen ikincil ama önemli ulusal sorumluluklarla karşımıza çıkar. Kadın da sadece ailenin değil, hepimizin annesidir ve annelik hem ulusun devamlılığı için şart bir biyolojik devamlılığın sorumluluğunu taşır hem de ulusun temsil yükünü kadınlara verir. Bu nedenle “ulusun namusunu” taşıma sorumluluğuna sahip kadın ulusal kimliğe uygun makul davranışlar sergileme yükümlülüğü bağlamında iradi seçimlerinde kısıtlanır; bedeni ve cinselliği denetlenir. Kendine ait olması gereken kararları ulusal yüksek siyasetin denetim ve gözetimi altındadır.

Dinin ulusun tanımlanmasında öne çıktığı örneklerde LGBTİ+’lar ulusun ilk “paryaları”dır

Görüldüğü gibi, ulusun manevi değerlerinin taşıyıcı olarak aile milliyetçilik için son derece önemlidir; adeta ulusun en küçük yansımasıdır. Bu nedenle aile ve ulus tanımlarında örtüşen cinsiyet rolleri milliyetçilik için kültürel alanda kurucu bir önem arz eder. Milliyetçiliğin başarısı ulusu inşa ederken ulusu verili bir doğal kimlik olarak kabul ettirmesi, bunu yaparken ikili cinsiyet tanımı üzerinden cinsiyet rollerini doğallaştırmasıdır. Bu doğallığın ilk temsil mekânı olan aile, ulusal kimliğin ve değerlerinin gelecek kuşaklara aktarıldığı “çekirdek” kabul edilir. Çocuklar da cinsiyet rollerine uygun, vatanın evlatları olarak aileleri tarafından ulusun gerektiğinde çoğunluk içinde eriyebilme kapasitesine sahip makul bireyleri olarak yetiştirilmelidir. Bu genel portrede, LGBTİ+’lar kimliklerini açıkça yaşadıkları sürece ne koruyan kollayan “erkek” olabilirler ne biyolojik üretimin birincil sorumlusu olarak sembolik değer taşıyan “kadın”. Hele ki, dinin ulusun tanımlanmasında öne çıktığı veya tam da merkeze yerleştirildiği örneklerde LGBTİ+’lar ulusun ilk “paryaları”dır. Pek çok örnekte yaşamlarına kastedilse de kamusal alana kendileri olarak ve/veya topluca dahil olmadıkları, milliyetçiliğin sınırlarına biat ettikleri müddetçe hayatlarını bir şekilde “sürdürmelerine” izin verilir. Geçmişten günümüze geldiğimizde yeni dalganın bu dip dalgayı yine kendine katarak yükselttiğini gözlemliyoruz; ama geçmişten farklı olarak bugün milliyetçiliği en çok rahatsız eden noktalardan birinin kadınlarla birlikte LGBTİ+’ların dayanışmasının, taleplerinin ve birlikte görünürlüğünün artması olduğunu da eklemek gerekir.

Zaman içinde elbette farklı örnekler bağlamında ulusal kimlik tanımları ve bu tanımların yasal mevzuata yansımaları değişmiş, genişlemiştir. Nasıl ki feminist mücadele sayesinde kadınlar oy hakkından seçme seçilme hakkına, soyadından kürtaja kadar pek çok siyasal ve sosyal hak bağlamında kendilerine siyasal alanda yer açtılarsa, feminist mücadeleyle birlikte LGBTİ+ hareket de hayatın her alanında varoluş mücadelesinin yasal karşılığını pek çok ülke örneğinde evlilikten çalışma hayatına ve ayrımcılığa karşı korunmaya kadar alabilmiştir. Kazanılan toplumsal cinsiyete bağlı hakların 1990’lardan itibaren artan bir şekilde ve özellikle BM, AB ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası ve bölgesel örgütler nezdinde demokrasinin vazgeçilmez koşulu olarak şekillenmesinin de altını çizmek gerekir. Pek çok ülke örneğinde milliyetçiliğin esnekleşen sınırları kadınların ve LGBTİ+’ların kamusal alanda yükselmesinin önünü de açmıştır. Geçmişe kıyasla günümüzde açık kimlikleriyle siyasette yükselen LGBTİ+’ların varlığı bu mücadelenin bir çıktısıdır. Fakat yine genel resme dönersek, milliyetçilik bu örneklerin gerçekleştiği ülkeler de dahil olmak üzere ortadan kalkmış bir ideoloji değildir ve kültürel alandaki hakimiyeti kadınlar ve LGBTİ+’ların her alandaki hareket kabiliyetlerini ve çalışma hayatından siyasete “kendileri olarak” yükselebilme olasılığını hâlâ engellemektedir.

Bu engel son yirmi senedir giderek daha çok ayağımıza takılmaktadır; çünkü özellikle 2000’lerin ortalarından itibaren tazelenen milliyetçi dalgada bir kez daha devlet en “kutsal” siyasal aktör olarak öne çıkarken milliyetçiliğin toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yabancı düşmanlığı gibi özsel dinamikleri toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerde ve mülteci/göçmen karşıtlığında güçlenmektedir. Bu güçlenme Avrupa’da ve ABD’de aşırı sağ hareketler üzerinden değerlendirilirken, Türkiye’de, Rusya’da veya Uganda’da otoriter rejimler bağlamında analizler öne çıkmaktadır. Elbette her bir coğrafyanın kendine özgü tarihsel ve güncel dinamikleri bu örneklerde milliyetçiliğin farklı söylem ve eylemlerini beraberinde taşır; ama yazının başındaki argümana geri dönerek “Avrupa’nın göbeğinde” yükselen aşırı sağ ile bu otoriter rejimlerin ortak paydalarına kısaca bakmak, her birinin “toplumsal cinsiyet ideolojisi” yaftasıyla varoluşumuzun içini boşaltma girişimlerini değerlendirebilmek açısından önemlidir. Bu yaftanın kullanıldığı yerde din ve milliyetçilik vardır ve çoğu zaman ikisi yine el ele ve iç içe üzerimize yürümektedir.

Toplumsal cinsiyet kavramının kendisinin toplumlarımızın yapısını bozacağı vurgusunda kastedilen toplum, ulus’tur

İlk olarak ister popülist ister aşırı sağ ister otoriter diyelim, tüm bu milliyetçi hareketler için gri alanlar yoktur. Kendilerinin “iyi” olduğu iyi/kötü dikotomisinde şeytanlaştırdıkları ötekiler vardır: yaşam tarzlarını tehdit eden ve işlerini çalan göçmenler, ulusun makul sınırlarını reddeden ve ulusun ahlakını bozan kadınlar ile LGBTİ+’lar ve bu baş eğmeyen keçilere alan açan entelektüeller. Ve ikinci olarak elbette tüm bu süreci hikayeleştiren milliyetçi komplo teorileri. Türkiye’de bu bağlamda duymaya çok alışık olduğumuz, LGBTİ+ hareketinin ulusun ahlakını bozmak için desteklenen Avrupa merkezli bir hareket olduğu vurgusu, Afrika’da “Batı’nın yeni emperyalist ihracı” yaftasıyla beslenir. “Aileye yönelik tehdit” ve “yeni nesillerin dejenerasyonu” da yine milliyetçi terminolojiye göbekten bağlı bir söylemdir. Bu söylemler özellikle yukarıda bahsettiğimiz uluslararası desteği parmakla işaret ederek kendisini meşrulaştırmaya çalışır ve çoğunlukla da köklerini ulusal kimliği şekillendiren dinsel referanslarla destekler.

Toplumsal cinsiyet karşıtı hareket de tam bu damardan beslenir ve milliyetçiliğin tam merkezinde yer alan performatif kadınlık ve erkeklik rollerini sorgulayan, reddeden tüm toplumsal cinsiyet mücadelesini “ideoloji” yaftasıyla verili olanı bozmaya çalışan bir “dış mihrak” olarak kodlar. Toplumsal cinsiyet kavramının kendisinin toplumlarımızın yapısını bozacağı vurgusunda kastedilen toplum, ulus’tur. “Ulusun ahlakı”nın sınırı kadın ve LGBTİ+’ların iradesidir.

Bir kez daha tekrar edersek, milliyetçilik yeni olmadığı gibi, kadınların ve LGBTİ+’ların bu şekilde hedef gösterilmesi de yeni değildir. McCarthy döneminde LGBTİ+’ların Doğu Bloku’ndaki gey ve lezbiyen komünistlerle birlikte hareket etmekle suçlanmalarını hatırlayalım ya da daha fecisi Nazi rejimi tarafından ulusun saflığını bozdukları gerekçesiyle katledilenleri.

Bugünü özetlemek içinse sadece Butler’ın bir cümlesine değinelim:

“toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ırkçılık ve milliyetçiliğin yaygın ve yapısal olduğu üzerine konuştuğumuzda ya da çalıştığımızda ulusal gururun altını oyuyoruz.”

Kabul edelim ki, durum pek iç acıcı değil; ama dinin ve milliyetçiliğin hüküm sürdüğü hangi zamanda oldu ki… İktidarı sorgulayan kadınlar ve LGBTİ+’lar olarak içimizi açan mücadelenin açtığı patikalar, kazanımlar; her şeye rağmen birlikte hareket edebilme, dayanışma.

Sadece var olmakla bu iktidar mekanizmalarında telaş yaratmanın yüzümüze koyduğu tebessüm bile ne kıymetli ne dirençli…


sandikta-donme-var-1

Bu yazı, Türkiye Avrupa Vakfı’nın yürüttüğü SAHNE projesi kapsamında Avrupa Birliğinin mali desteği ile hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla yazarın sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliği’nin görüşlerini yansıtmak zorunda değildir.



[1] Lagerman, Julia, A Nationalist Contradiction: Homonationalism and Nationalist Anti-LGBTQ Politics and Activism in Sweden, Geographica 37, Uppsala University, 2023, s. 19, 15.


Etiketler: insan hakları, kadın, mülteci, din/inanç, siyaset, dünyadan, sahne projesi
İstihdam