01/09/2020 | Yazar: Mati Solak

Yıllar sonra ancak kendimi anlayabildiğim zaman lubunyaların elinde büyümemin bir şans olduğunu anladım.

Sürgün yemiş pabuçlar Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Çok uzun süredir doğup büyüdüğüm şehre dair birkaç kelam etmek istiyordum. Zamanının geldiğini düşündüğüm için heybemde biriken kelimeleri sergilemenin anı her halde şu an.

Zaman ve mekan sorunsalı hayatımızın hep bir yerinde karşımıza çıkıyor. Hafızalarımızın mekanlara göre şekillenmesi bir süre sonra sanki yaşadığımız anının yıllar önce yaşanmış hissini vererek, gerçeklikten koparıyor ve iyi ya da kötü ne olursa olsun özlemle anlattığımız hatıralara dönüşüyor. Son yıllarda popüler kültür haline gelen “nostalji” kavramıyla birlikte eskiye dönüşün, eskinin bizde yarattığı özlemin tetiklenmesiyle sanki o yıllarda yaşamın çok daha kolay ve şartların “iyi” olduğu düşü aklımızın bir yerini sürekli kurcalıyor. Nostaljiyle birlikte bende aklıma takılan sorulara yanıt bulmak için bir süredir mekan ve hafıza üzerine düşünürken bu kavramların yanına nostaljiyi de ekleyerek içimdeki gizin peşine düştüm. Pandeminin bizi sıkıştırdığı küçük evlerimizde salgın öncesi kontrolsüz(!) sosyal hayatın nasıl olduğunu hatırlayabilmek dahi zorlaştı. Canlı ya da cansız her türlü an’a temas edememek dayanıklılığımızı kendi kendimize sorgulatıyor. Biraz kendime döndüğüm şu süreçte zihnimin bir yerlerinde beni var eden ve besleyen iyi ya da kötü anılarımın karşıma oturup benimle sohbet etmesini istiyorum.

Büyüdüğüm sokağın sakinleri öteki (!) insanlardan oluşuyordu. Dilinden, dininden, mezhebinden, etnik kökeninden, hayatını idame ettirebilmek için içinde olduğu meslekten… Ne olursa olsun bu insanların ortak derdi aslında ortak acılardı. Bu yüzden öteki olmayı en acı haliyle yaşamış oldukları için bir kişinin ağzından diğerine hakaret ya da onur kırıcı söz işitmedim.

Yaşadığımız kentte var olan yeniliklerin pek çoğu en son bizim oraya gelirdi. Merkeze çok yakın hatta yürüme mesafesinde olmasına karşın burası burada yaşayanlarla birlikte, yönetenler için lanetli bölge sayılıyordu. Askeriyeye yakın olması orada bulunan imtiyaz sahibi kişilerin buraya istediği zaman çöp ve moloz dökmesi hatta kanalizasyon suyunu akıtması anlamına geliyordu. Çocukluğumdan hatırıma kalan şey burnumuzu yakan o iğrenç koku. O sokakta, o mahallede yaşayan herkesin sanırım biraz erişkin olduğunda anılarını hatırlarken burnuna hala o koku geliyordur. 1970’li yıllardan sonra mahallede bulunan karakol çatışmalar sonrasında kapatılmış. Bahçe duvarlarında ve bina duvarlarının her santiminde mermi izlerini görebiliyordunuz. Bahçesinin olması bizim çoğu zaman oyun oynamamız için olanak sağlıyordu. Bu metruk binayı gördüğünüzde savaşın ortasındaymışsınız hissi hep gelirdi.

Yıkılan karakollar…

1970’li yıllarda gençlik hareketinin devinimine mahalle sakinleri de katılmış. Kendi ezilmişlikleriyle ellerinden alınan haklarını geri almak için politika üretmiş ve çatışmalara girmişler. Gecekondu mücadelesinde devlet tarafından evi yıkılan insanların evlerini el birliği ile aynı günün akşamında tekrar inşa etmişler. Karakolun o dönem kullanım amacı sadece siyasi gözaltıların tutulduğu, seks işçilerinin ve lubunyaların işlemlerinin yapıldığı bir yer. Gözaltı için getirilen insanların karakolda kalması sadece 3 saat sürüyor. Akşamına mahallelinin baskınıyla gözaltındakileri salıveriliyor, evlerine kadar eşlik ediliyor. Tabi bu kadar kolay anlatırken ben, efsane ya da mitolojiden bir bölüm okuyormuşsunuz gibi hissedebilirsiniz. Bir gün karakolun bu kadar baskının ortasında kalması ve sürekli olarak zarar görmesi yüzünden burada ki bina bir süreliğine kapanmış. Aradan geçen yıllar sonunda Kenan Evren cuntasının baskıları daha da artmış ve ağır işkenceler ve cezalar sonunda, mahalle bir anda geçmişinde hiç böyle olaylar yaşamamış gibi davranmış. Aslında burada ülke genelinde uzun zaman süren asimilasyon entegre çalışması sonuç veriyor. Yaşadıkları acılardan sonra kapanan binanın yanına yaklaşan olmamış. Ta ki çocuklar olarak o yıkıntının arasında, kapatılan binanın bahçesinde oynayana dek. Karakolun bahçesinde oynamamız yasaktı. Annem sürekli olarak uyarırdı. Üniformalı insanlara karşı bakış açısı hep terstir, sevmez yani. Bir gün yine sokağa oyun oynamak için çıktığımda bu kez Sema abla beni yakalayıp kulağımdan çekerek eve götürdü.

Fotoğraf albümleri…

Sema abla bizim sokakta 3 katlı binada 4 kızıyla birlikte oturuyordu. Doğduğumdan beri orada oturuyorlardı. Mahallede herkes çok sever ve sayardı. Annemin en sadık dostuydu, benimde çocukluk aşkımdı. Kimse kimsenin nereden geldiğini sormadığı için böyle sorular ayıp kaçardı. Bir gün çocukça merakımla birlikte ağzımdan kaçırıverdim o ayıp soruyu… “Sema sen nerelisin? Nereden geldin?” Annem bir anda uyarı olarak bir küçük çimdikledi beni. Sema abla her zaman tatlı üslubuyla gülümseyerek “büyüğünce anlatacağım söz” dedi. Büyümem gerektiğini biliyordum ama herkes her şeyi o güne kadar konuşuyordu yanımda. Anlayamadan bir daha sormamam gerektiğini düşünerek bana söylediklerini unuttum.

Aradan geçen zaman sonrasında Sema abla davet ettiği akşam yemeği sonrasında bana “gel haydi” diyerek eski fotoğraf albümlerini ortaya çıkardı. Unuttum dedim ama çocuk aklıyla unutur muyum her gün düşünüyordum “nereden geldiler acaba” diye. Heyecanla yanına oturdum ve anlatmaya başladı bu buradan şu şuradan diye. Edirne’den o kadar çok fotoğrafı vardı ki anlattığı çocukluk anılarından sonra “Edirne çingenesiyim ben” deyip kahkaha attı. Söylediği gibi çingeneydi aslında. Bana inanılmaz eğlenceli gelen kulüp arkadaşlarıyla olanlar dışında başka bir fotoğrafın olmaması dikkatimi çekmişti. 20’li yaşların başında İstanbul’a taşınmış. İstanbul’da kendince yeterli ve güzel olan hayatı bir anda değişmiş. 1991 başında yaşadığı Tarlabaşından kulübe geçmek için sokağa çıktığında bir grup polisin saldırısıyla gözaltına alınmış ve bir süre işkence gördükten sonra kendisi gibi onlarca kız arkadaşıyla birlikte trene bindirilip Eskişehir’e sürgün edilmiş. Ben daha 2 yaşındayken o beni büyütmeye başlamış. Kendi yaşadığı korkunç deneyimi kahkahalarıyla anlatsa da aslında kalbinin bir yeri öylesine kırık ki, sesinin titremesi belli olmasın diye kahkaha attığını biliyorum. Trenden indirildiği gibi bir süre sonra tekrar açılan mahalledeki karakola getirilerek 2 gün işkence görmüş. “Mati ikinci günün sonunda karakolun önüne çuval gibi attılar bizi” diyor. O gün annemler haliyle yardıma koşmuş ve sokaktaki boş eve yerleştirip kendilerine yeni bir hayat kurmaları için dayanışmışlar. Sonrasında ise yakın arkadaşlık gelişmiş. Sema ablanın hikayesi böyle işte.

Sürgün pabuçlar…

Yıllar sonra ancak kendimi anlayabildiğim zaman lubunyaların elinde büyümemin bir şans olduğunu anladım. O metruk karakol binasının bahçesinde beni neden oynatmadıklarını anladım. En garibi de nicedir kavradığım, büyüdüğüm şehrin aslında sürgün şehri olması. Sürgün edildiğimiz caddeler, sokaklar, kaldırımlar… Neşeli ve dinamik olan bu şehir aslında gullüm yapabildiği için hüzün hissettirmiyormuş. Öteki olma hali sokakta gördüğümüz herkeste varmış. Sema abla buraya getirilirken ayağında kalan tek bir pabuçla bu şehrin sokaklarını acıyla ilmek ilmek işlemiş. O sürgün edildiğinde ayağında kalan pabucunun tekini hala saklıyor. Burs vererek yetiştirdiği onlarca çocuğun annesi…

Zamansal olarak, mekânsal olarak, hafıza olarak bizi birbirimize bağlayan çok şey var. Hayatında hiçbir şey olamamış ve bilinci güdülmeye muhtaç olan insanlar ilk fırsatta nefretini kusmak için sırada bekliyor. Şunu hatırlatmak gerekiyor hem kendimize hem nefret kusanlara; Ayağımızda kalan tek bir pabuç ile dünyanın öbür ucuna da sürülsek, yaşamaya devam edeceğiz. Sürgün pabuçlarımızı evimizin en güzel yerine koyup kendi tarihimizi yazmaya devam edeceğiz.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam
İstihdam