01/10/2010 | Yazar: Kaos GL

Kaos GL okuyucularına kendinizi tanıtır mısınız?

Bağır, Herkes Duysun! Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Kaos GL okuyucularına kendinizi tanıtır mısınız?
Ben öncelikle bir hekimim; ardından da adli tıp uzmanı… İnsan hakları alanında mücadele yürüten bir insan, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın gönüllüsü, vakfın kurucu üyesi ve son olarak da vakfın şimdilik Yönetim Kurulu Başkanı’yım. Yirmi yıldan daha uzun bir zamandır, özellikle işkencenin belgelenmesi alanında çalışmalar yapıyorum.
 
Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Haziran ayında bir dizi etkinlikle 20. yılını kutluyor. TİHV, kurulduğu dönemde hedeflediği amaçları -20 yılı göz önüne getirdiğinizde- gerçekleştirdi diyebilir miyiz?
Nihai hedefimiz işkencesiz bir dünya ve Türkiye’ye baktığımızda henüz nihai hedefimize ulaşamadık elbette. Ancak vakıf, bu alanda yaptığı çalışmalarla, işkencenin varlığının toplumda bilinmesi ve belgelenmesi ile ilgili tüm dünyada kabul gören standartların oluşturulması ve işkence görenlerin tedavisi konusunda çok önemli gelişmelere ön ayak oldu. İşkencenin önlenmesi için belgelemenin önemi göz önüne alındığında, -önleme noktasında istenen düzeyde olamasa da- katkıları olduğunu kabul etmek gerekir. Cezasızlığın ortadan kaldırılabilmesi için her aşamada müdahil olduk. Hekimlerle ve hukukçularla çok kapsamlı çalışmalar yürüttük. Tüm yapılanlara bakıldığında, başladığımız yerin ilerisindeyiz diyebilirim. Hedefimiz için ise uzun ve meşakkatli bir yolumuz var.
 
TİHV, dünya çapında bilinen bir kurum. Örneğin, İstanbul Protokolü’nün hazırlanmasına ön ayak oldu; dünyada ilk kez “işkence atlası”nı bastı… Bu çalışmalardan bahseder misiniz?
İstanbul Protokolü -diğer adıyla, İşkence ve Diğer Zalimane İnsanlık Dışı Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi İçin El Kılavuzu- yılların birikimi sonucunda ortaya çıkmış bir kaynak. Önemli özelliklerinden biri, kapsamlı bir uluslararası çalışma olmasının yanı sıra, çok disiplinli ve elbette bu alanda bir ilk olması. Çalışmalar, 1999 yılında tamamlandı ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nda oy birliği ile benimsendi. 2001 yılında da BM’nin 6 resmi dilinde eğitim kitabı olarak yayınlandı. Farklı disiplinlerden ve farklı ülkelerden bilim insanları, bu kılavuzun oluşmasına emek verdiler. Bugün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi değerlendirmeleri de dâhil olmak üzere, uluslararası alanda işkencenin soruşturulması ve belgelenmesi ile ilgili değerlendirmeler İstanbul Protokolü standartlarına göre yapılıyor. İşkence Atlası da, vakfın 20 yıllık birikiminin bir ürünü... Önümüzdeki aylarda İngilizce’si de yayınlanmış olacak ve o da alanında bir ilk.
 
Bu yanıyla vakıf, yalnızca işkencenin saptanması ve tedavisi alanlarında değil, bu konulardaki bilimsel çalışmaları, yayınları ve yaptığı eğitimlerle de öncü bir kurum niteliğindedir.
 
1980’lerden 1990’lara sıklıkla rastladığımız askı, elektrik ve falaka gibi işkence yöntemlerine artık rastlamıyoruz. Neden peki?
Biraz önce hedefe henüz ulaşamadığımızı ama ileri doğru adımlar attığımızı söylemiştim. İşte ileri doğru atılan adımlardan biri de bu tür işkence yöntemlerinin bugün kullanılamamasıdır. Vakıf, bu yöntemlerin sonucunda ortaya çıkan fiziksel ve ruhsal olgu bulgularının belgelenmesinin önünü açtığı ve işkence tanısını koyup görünür kıldığı ölçüde, saydığınız yöntemlerin kullanılabilmesini de engelleyebilmiştir. Ayrıca Türkiye’de yürütülen insan hakları mücadelesi ve -kurucumuz olan İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere- insan hakları örgütleri de, olumlu yasal düzenlemelerin yapılmasında ve gözaltı süre ve koşullarının değişmesinde etkili olmuştur.
 
Devlet, gelişen teknolojiyle birlikte, edinmek istediği gizli bilgilere rahatlıkla ulaşabiliyor. O halde işkence neden halen var?
İşkence, yaygın olarak bilindiği gibi, bilgi almak amacıyla yapılan bir şiddet eylemi olmadığı için. Uluslararası belgeler de dâhil, “işkence”nin tanımında sayılan amaçlar arasında “bilgi almak” da yer alıyor ancak işkencenin asıl amacının korkutmak, sindirmek ve baskı oluşturmak olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik yalnız işkence yapılan kişiye yönelik bir eylem değildir işkence. Tüm topluma verilen bir gözdağıdır. Abu Ghraib ve Guantanamo fotoğraflarının yayınlanması boşuna değildir örneğin… ABD, o fotoğraflar aracılığıyla tüm dünyaya parmağını sallamıştır. Karşılığında, o işkence olgularının bulgularının tespit edilebildiğini; işkenceye maruz kalanların, kendilerine yapılan işkencelere karşı şu anda davalar açtıklarını ve kazanmaya başladıklarını söylemeliyiz ki fotoğraflar aracılığıyla bize sallanan parmağın dünya halkları üzerindeki etkisini azaltabilelim. İktidarların, toplumları baskı altında tutabilmek için bu araca her zaman gereksinimi olacağını görerek adımlarımız atmalı ve ona uygun mücadele yöntemleri geliştirmeliyiz.
 
Gözaltında kayıplar ve işkenceyle ölümler, Şili, Arjantin ve Türkiye gibi ülkelerde öne çıkıyor. Yıllar sonra, yüzleşme adına çalışmalar yapılabilir mi? Örneğin Cizre’de, kayıplar için bazı yerler kazıldı. Mesela bu yeterli mi? Bunun yanı sıra, kazı yöntemleri doğru mu?
Yüzleşme olmadan toplumların sağlıklı bir yapıya kavuşabilmesi veya ilişkilerin doğru temellerde kurulabilmesi mümkün değil. Dikta rejimlerini teşhir etmeden yaralarımızı saramayız. Kazılar bu anlamda önemli ancak doğru yöntemlerle yapılması gerekiyor. Değişik disiplinlerin (arkeoloji, antropoloji, adli tıp, adli biyoloji gibi…) bir arada çalışması gerekiyor. Şu anda yapılan kazılar, delillerin kaybı anlamına gelmektedir; bu yanlış uygulamaların, yapanları sorumlu tutacak mekanizmalara dâhil edilmesi mutlaka gerekmektedir. Bu konu üzerinde şu an çalışıyoruz. Umarım yakın zamanda çalışmalarımızı tamamlar ve uygulamaya geçebiliriz.
 
İnsan hakları savunucularının durumu nedir günümüzde?
İnsan hakları savunucuları, iktidarlar tarafından marjinalize edilme tehdidiyle her zaman yüz yüzedir. Türkiye’de son zamanlarda ürkütücü olan ise, tüm uluslararası belgelere rağmen insan hakları örgütlerinin yöneticilerinin tutuklanmalarının yaygınlaşır olmasıdır.
 
LGBTT örgütleri ile vakfın ilişkisi nasıl? LGBT müracaatlarınız var mı?
Tüm insan hakları örgütleri ile haklar temelinde ilişkimiz var tabii. Biz özellikle özgün bir alanda çalıştığımız için, LGBTT örgütlerinden de başvurularımız oluyor. 2009 yılında 2 başvurumuz varken, bu yılın ilk 6 ayında 5 başvurumuz oldu. Bu rakamlar bizi yanıltmasın; vakfı bilen ve vakfın yaptıklarından haberdar olanların başvurması söz konusu olabiliyor. Bu nedenle, tüm ülke genelindeki sorun düzeyini gösterdiği iddiası olamaz.
 
İşkencenin, korunması gereken özel gruplar (LGBT, Çingeneler, diğer azınlıklar…) ve muhalif gruplar üzerine yoğunlaştığını söylemek mümkün mü? Yani kimler işkence görme riski taşımaktadır?  
Elbette ötekileştirilenlerin daha korunmasız olması ve dolayısıyla üzerlerinde baskının yoğunlaşması beklenen bir durum… Politizasyon süreçleri ile yakından ilişkili değişik grupların risk altında olması da... Bugün en fazla Kürt başvuranımızın olması, ülkedeki politik iklimle uygunluk göstermektedir. Ancak bu bir yanılgıya yol açmasın lütfen. İşkencenin sürdüğü bir ülkede, herkes ayrımsız risk altındadır. Örneğin bir başvuranımız, sokağın köşesinde kimlik soran kolluğun insanlara yönelik tutumuna tanıklık ettikten sonra sokağa çıkamaz olmuştur. Türkiye nüfusunun tamamı risk altındadır. Bunu görmek gerekir.
 
Van’da yeni bir alanda çalışmaya başladınız… Türkiye’de sığınmacıların durumu nedir?
Çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduklarını biliyoruz. Barınma ve beslenme gibi en temel gereksinimlerinin dahi karşılanamaması, misafirhane olarak adlandırılan yerlerin koşullarının kötülüğü ve daha başka sayısız sorun, bizim sığınmacılarla ilgili çalışma yapmamızı gerektirmektedir. Ayrıca gelmiş oldukları ülkelerde işkence görmüş olma olasılıkları ya da o ülkelere geri gönderilmeleri halinde işkence riski altında bulunmalarına yönelik de, vakfın belgeleme ve işkence riski halinde uluslararası belgeler çerçevesinde buyruk kuralın (jus cogens) işletilmesini sağlayarak geri gönderilmelerini önleme sorumluluğu bulunmaktadır.
 
Bir gün işkence tam anlamıyla ortadan kalktığında ve ülkenin Güneydoğusu’ndaki çatışmalı ortam sona erdiğinde toplum normalleşecek mi? Yoksa yeni bir travmatik süreç mi başlayacak?
Travmatik bir süreç olarak da görülebilecek bir onarım süreci başlayacak. Her onarım biraz da travmatiktir. Yara iyileşmesi, tıpta öyle görülür. İyileşme sırasında, dokudaki hücreler kıyasıya çatışır; sonuç, bazen iz bırakmayan bir onarım iken, bazen derin izler içeren bir onarımdır. Onarım süreci doğru kurulabilirse, en az travmayla atlatabileceğimizi umuyorum.
 
Son olarak, işkence ve kötü muamele mağduru LGBT bireylere ne söylemek istersiniz?
Kadınların, aile içi şiddete karşı çok önemsediğim bir sloganı var: “Bağır, herkes duysun!” Tüm şiddet mağdurları için, özellikle de işkence mağdurları için çok anlamlı buluyorum bu sözleri. İşkenceyi görünür kılmak, işkencenin engellenmesi için en önemli adım. Hem kendimizi hem de yanı başımızdakini korumak için, olanca gücümüzle bağırmalıyız; bağırmalı insanlar. Sesinizi, sesimizi duyacak Türkiye İnsan Hakları Vakfı var; o sesin yankılanmasını sağlayacak…

Röportaj: Evren Özer

Etiketler: insan hakları
İstihdam