20/11/2015 | Yazar: Kaos GL

Ersiz’in 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: ‘Ben, bahçeyi ekmekle bakmanın farkını, büyüyen ağaçlarımızın yanında büzüşen ruhlarımızı hissettiğim anda anladım’

Ersiz’in 10. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda yer alan öyküsü: “Ben, bahçeyi ekmekle bakmanın farkını, büyüyen ağaçlarımızın yanında büzüşen ruhlarımızı hissettiğim anda anladım”

Ege’nin mavisi,

Zeytinin yeşili,

Ruhumun karası…

Masal

Sevdiğim bir kuzey masalı vardı. Bir balıkçı bir denizkızını denizden çıkıp kendisiyle evlenmeye ikna ediyordu. Denizkızının bir tek şartı vardı, balıkçı ona 3 kez el kaldırırsa bir daha geri gelmemek üzere denize geri dönecekti. Balıkçı bu şartı kabul edince denizkızı çeyizleriyle beraber sulardan çıkıp yanına geldi balıkçının. Uzun bir hayat yaşadılar birlikte, çocukları oldu, iyi günleri, kötü günleri oldu. Bir gün balıkçı denizkızına vurdu, anlaşmaları çok gerilerde kalmıştı. Denizkızı usulca çocuklarını ve kendine ait ne varsa topladı ve sularına geri döndü.

Döl

Çiçeklerin döllenmesi deyimi dışında döl kelimesini yaşamımda ilk kez babamdan duymuştum. Bana aslında babam olmadığını söylemenin başka yolunu bulamamıştı sanırım.

İkincisini yıllar sonra kocamdan duyduğumda artık gitme vaktinin geldiğini anlamıştım. Yoldan son çıkıştı bu ve bunu da kaçırırsam olacaklar korkutuyordu beni. Daha önceki çıkışların hepsini es geçmiştim. Evet, yol kötüydü, hırpalayıcıydı hatta, ama manzara güzeldi, bir de serde yolun sonunu merak etmekten vazgeçememek vardı.

Başlangıçlar: Parkta bir yürüyüş

Güneşli bir bahar sabahında, günlerdir yağan yağmurların ardından birdenbire ısınan topraktan yükselen buğunun bütün keskin hatları yumuşattığı ağaçlıklı yolda yürüyorum. Sıcak toprağın nemli kokusunu içime çekerek yürürken, yukarıya, yüz yıllık ağaçların fıstık yeşili taze sürgünlerinden süzülen çiğ damlalarına ve mavi gökyüzü parçalarına bakıyorum. Tekrar önüme baktığımdaysa önümde bembeyaz çiçekleriyle japon kirazı ağaçlarının çevrelediği bir yol uzanıyor. Yağmurların döktüğü beyaz çiçeklerle kaplı yerle, bodur ağaçların insanın başına değecek kadar yakın beyaz örtüsünün arasından, sanki yeni bir dünyaya giden yolda yürür gibi heyecanlı ama temkinli adımlarla yürüyorum. Nazlı nazlı dökülmeye devam eden çiçeklerse, yüzüme ve başıma konuyorlar, rüzgârsız bir havada usulca yağan kar taneleri gibi.

Hemen yanı başımdaki göletin yansımaları, yüksek çit telleri arasından yüzüme vuruyor. Gölet bir tel örgünün ardına hapsedilmiş gibi. Tel örgünün kıyısında koşan onlarca genç-yaşlı, kadın-erkek kentli; hepsi de şık koşu giysilerinin içindeki incecik atletik bedenleriyle sağlıklı yaşamaya kararlı, önlerinde koşanlara tur bindirme telaşında.

Central Park’ın peyzaj mimarı Frederick Law Olmstead bundan yaklaşık 150 yıl önce kentin ortasındaki kırsal alanda gezinirken ve yapmak için yola çıktığı parkın hayallerini geliştirirken, hayalinde tel örgüler yoktu. Çayırlar hayal etmişti, göletler, dereler ve koruluklar da… Çayırlarında koyunlar otlayacaktı ve otladı

Bir Bahçe Masalı

Sonraları pratik sebeplerle bu uygulamadan vazgeçildiyse de ismi kaldı yadigâr. Baharda insanların kocaman bir yeşilliğin içine renkli lekeler halinde sere serpe uzandıkları Central Park’ın en büyük çimenlik alanının adı hala ‘Sheep’s Meadow’ yani ‘Koyun Çayırı’.

Olmstead’in biyografisi kucağımda New York’tan İstanbul’a uçarken ben de onun yarattığı bahçenin ilhamıyla kendiminkini yaratmaya geliyordum.

6 ay öncesi: Bahçeyle ilk karşılaşma

O’nun aldığı tarlaya birlikte ilk gelişimiz Aralık ayında, yılbaşından hemen önceydi. Ama bu benim buralara ilk gelişim değildi. Geçen yaz O yerleşecek bir yerler arayarak gezerken, telefonla konuşmuştuk, ben de O’nun ardından, biraz aşk ve kıskançlık, biraz da delilik karışımı sebeplerden, aynı yerleri keşfe çıkmıştım.

Biz kasabadan köye kıvrıla kıvrıla giden dar yolda, yeşil çayırlar, meşelikler ve zeytinliklerin arasından geçerken, yeni yağmış yağmurlardan arta kalan sular da yol kenarlarından küçük dereler halinde akıyor. Kıştan çok bahar manzarası gibi gördüklerim. Sağda, solda koyun sürüleri otluyor. Yıllar önce güneye yerleşen bir arkadaşımız bize hep kışın oraların ne güzel olduğunu anlatır, mutlaka kışın da görmemiz gerektiğini söylerdi. Hiç gidemedik, o sıralar çok meşgul olduğumuz yanılsaması içinde yaşamayı seviyorduk.

Yağmurda ıslanmış taş evleri iyice toprakla bir renge gelmiş, zor fark edilen köyün kıyısından sahile inen yola sapıyoruz. Toprak yol suların açtığı harita gibi ince yarıklarla kaplı.

Tarlaya vardığımızda, giriş kapısı görevi gören kuru çalı dallarını bir kenara çekip, traktörlerin gire çıka macun kıvamına getirdikleri çamurluk alanın orta yerine arabamızı park ettik. En dipte bir göz, kutu gibi bir taş ev O’nun o sıralar yaşadığı yerdi. Hemen yanında asıl ev olacak binanın duvarları yükseliyordu. Birdenbire bastıran yağmurlarla öylece bırakılıvermiş bu yarım kalmış taş duvarlar, bir inşaattan çok bir antik kentin yıkık kalıntıları arasında dolaşıyormuşum duygusunu veriyordu. Arsanın geri kalanı ise yemyeşil bir çayırdan ibaretti. Sarı papatyalar açmış, çimenlerin içinden çıkan zambak benzeri bir bitkinin yaprakları öbek öbek süsler gibi yayılmıştı. Daha sonra bunların çirişlik denen, baharda uzun boyunlu sapları üzerinde çok güzel beyaz çiçekler açan, salkım salkım kökleri yaraları iyileştiren şifalı bir bitki olduğunu öğrenecektim. Buradaki bütün tarlalar gibi bu tarla da çevreden elle toplanmış taşlarla üst üste yığılarak yapılmış, neredeyse bir metre kalınlığında bir taş duvarla çevriliydi. ‘Harım’ denilen üzeri kuru çalılarla desteklenmiş böyle bir duvarı bu ilk görüşüm değildi belki ama ilk fark edişim oldu.

Bu ziyaretimden sonra New York’a döndüğümde, Guggenheim Müzesi’nin sinema salonunda çok sevdiğim Tavianni kardeşlerin, fakir Sicilya köylerinde geçen tipik bir filmini izlerken,  aynı taştan tarla duvarlarını, aynı toprak damlı taş köy evlerini ve bitki örtüsü bile tıpa tıp aynı çayırlarını gördüğümde ilk kez vatan hasretine çok benzer bir duyguyla ağlamaya başladım. “Ben burada ne arıyorum, orada yaşamalıyım artık” diye düşündüm.

İkinci geliş: Karar

Bir sonraki Haziran’daki ziyaretim artık son bir alıcı gözüyle, alıcı gönlüyle görmek içindi yaşamayı hayal ettiğim bu yeri. Bütün otlar sararmış, yerler buraların tipik sarı, kuru yaz rengini almıştı çoktan. Yer yer yıldız biçimli mor dikenler sarılığın içinde aykırı aykırı duruyor. Zeytinliklerin gölgelerinde serinlik bulmuş tek tük gelinciklerden başka çiçek kalmamış.

Evin kapısı bacası henüz takılmamış olsa da, kireç badanası yapılıyor. Bitme yoluna girmiş sayılır. Konukevinin harıl harıl inşaatı sürmekte, bundan sonraki 3 yıl boyunca sürekli bu inşaatla yaşayacağımı ve

Bir Bahçe Masalı

En büyük dileğimin bir gün uyanıp penceremden baktığımda, bir el arabası ya da yerde karılmış bir harç öbeği görmemek olacağını henüz bilmiyorum.

Mutfak olarak kullanılan yer hala tarlanın alt kısmındaki geçici ahşap barakalardaki küçük tezgah ve yanındaki gazlı buzdolabı. Kahvaltılarımızı yakındaki yaşlı zeytinin dibindeki küçük masamızda yapıyoruz, ekmek sepetini zeytinin dalları arasına sıkıştırıyoruz. O’nun İstanbul’dan getirdiği yavru sarman kedi, ayaklarımıza oyunlar yapıyor. O kedisiz, tercihen de sarman kedisiz yapamaz. Anne tavuk civcivleriyle etrafta eşeleniyor. Her gün yürüyerek denize iniyoruz, yolda yaşlı palamut meşesinin gölgesine oturup dinleniyoruz.

New York’a çantamda kurutulmuş kekikler, fotoğraflar, üzerinde peyzaj planları yapılacak bir tarla krokisi ve dostlara anlatılacak romantik hayallerle dönüyorum.

Eylül’de dönmek üzere…

Yeni hayat

6 Eylül 2001’de İstanbul’da uçaktan iniyorum, karşımda O: İşte yeni hayatım başlıyor! Ertesi gün hemen gidiyoruz yerimize.

Ev bitmiş, eşyalar yerleşmiş. Hepsi tanıdık eşyaların, O’nun kendi eşyalarıyla beraber, daha önceki ortak yaşantımızdan birlikte aldığımız ya da yaptırdıklarımız da var. Evin içinde bir mutfak da var. Ne lüks ama! Gerçi henüz dolapları yok, ama lavabo ve tezgâhlar var. Gazlı buzdolabı aşağıdaki depoda çalışıyor, çünkü çalışırken çıkardığı egzoz dumanı yüzünden eve alınamıyor. O boş vakitlerini sık sık bozulan bu eski dolabı tamir ederek geçiriyor. Mutfakta duran yepyeni buzdolabı ise konu mankeni. Elektrik olmadığı için tabak ve bardakların konduğu bir mutfak dolabı görevi görüyor.

Terasımızdaki taş masamızda denize ve Ada’ya karşı keyifli yemekler yiyoruz. Pille çalışan, minik hoparlörler bağladığım walkmanimden radyo dinliyoruz sabah akşam. TRT-FM’in saat başı verdiği kısa haberleri dinlemek yeterli oluyor dünya haberlerini almak için.

TRT-FM’in jenerik müziği, tedirgin bir melodi, sanki her an felaket haberi verecekmiş gibi.. Ya da artık bana öyle geliyor, çünkü bir sabah 9 haberleri başladığında, New York’a yapılan terörist saldırıdan bahsediyor. Beş gün önce döndüğüm ve son beş yılımı geçirdiğim, sevdiğim dostlarımı geride bıraktığım kentle ilgili bu haber beni sersemletiyor. Hemen sahildeki köy kahvesine koşuyoruz, oradaki televizyondan daha ayrıntılı bilgi alabilmek için. İkiz kulelere çarpan uçakları ağzımız açık dehşet içinde izliyoruz. Ben ilk şoktan sonra bir an önce eve dönüp New York’taki en yakın arkadaşlarımı aramayı düşünürken, O ve şair dostu çayları tokuşturarak “Oh olsun Amerika’ya” tarzı tatsız bir komünist sohbete dalmışlar. Tanıdığım kimse yok ölenler arasında. Tabii birçokları gibi hatıralar var yıkılan binalarla ilgili: tepedeki lokantada yenmiş yemekler, bir akşam dansı ve hediye dükkânından alınmış bir kaleydoskop.

Daha önce de radikal yaşam değişikliği kararları vermiştim ama ardımdan böyle gümbürtüyle kapanan bir devir hiç olmamıştı.

Eylül sonunda O’nunla kasabanın nüfus idaresinde, üzerimizde şortlarla evlendik, şahitlerimizi tanımıyoruz. Birkaç gün sonra annem ve babam geldiler ziyarete. Taş masamızda akşam yemeği yerken verdik müjdemizi. Evlilik cüzdanını gösterene kadar inanmadılar bize. Ben 33, O 42 yaşındaydı ve ikimizin de aileleri çoktan ümidini kesmişti bizim bir gün evleneceğimizden.

Bizim içinse 8 yıldır süren fırtınalı maceramız yalnızca boyut değiştirerek devam ediyordu.

Kış ve Bahar

O ilk kışımız en zorlu kışımız oldu. Ama garip bir şekilde, şimdi düşününce, burada yapmayı istediklerimiz açısından en amacımıza yakın olduğumuz, en tatminli olduğumuz kıştı belki de. Gittikçe uzaklaştık ilk hedeflerimizden, sağlamlaştırmaya çalışırken temellerini.

Elektriğimiz yoktu, suyumuz traktörle geliyordu. Bir yandan bahçenin orta yerinde kamp kurmuş artezyenciler 130 metre derinliğe inecek bir kuyuyu delmekle meşguldüler.

Tecrübesizlikten alınmış berbat bir sobada, berbat taşlı kömürler yakarak ısınmaya çalışıyorduk. Ben daha önce hiç sobalı evde yaşamamış ve hiç soba yakmamıştım. O’na da buraya ilk geldiğinde “Buralarda pek kış olmaz abi” demişler, buna olan inancı bir önceki kışın bahar tadında geçmesiyle pekişmiş. Ben sobanın yanına yapışmış bir şekilde bir pufun üzerinde kışı geçirmeye çalışırken, bana sürekli “Artık bitti, daha soğuk olmaz bundan sonra” dedikçe daha da soğuklar geliyor. Başımızda yün bereler, hırka ve çoraplarla uyuduğumuz bir gecenin sabahında odamızın ‘soğukluğu’ 4 derece.

O gündüzleri inşaatta çalışıyor. Bense evi daha yaşanır ve keyifli hale getirmeye çalışıyorum. Evin duvarlarında aplikler için bırakılmış oradan buradan fışkıran elektriksiz elektrik tellerine kurumuş çalılar takıp dekorasyon yapıyorum. Akşamları lüks lambasıyla ya da idare lambasıyla ‘idare’ ediyoruz. Ufak tefek resim yapma çabam bile oluyor.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ama aslında yalnızca 1,5 ay süren kış sonunda bitiyor. Şubat 15’te artık bahar gelmiş bile, anemonlar ve yaban sümbülleri belirmeye başladı yeşilliklerin arasında, çok yakında bütün bahçeyi kaplayacaklar. Suyumuz da çıktı sonunda. En kara kışta bir aydan fazla çalışan kuyucular işlerini bitiriyor ve…

Artık bahçemizi ekmeye hazırız!

“Bahçemizi ekmeliyiz.”

Yolun sonu

11 güneşli, bulutlu, yağmurlu ve yıldırımlı yılın son baharında, boynumu sıkmış parmakların bıraktığı çürüklerin değil izi anısı bile çoktan geçmişken, gece yarıları kolumdan tutulup evimden atıldığım, sevgili dağ başımdan sürüldüğüm anlardan çok sonra bir gece, her şeyin sakin ve sessiz olduğu, çocukların huzurla yataklarında uyuduğu bir gece ben bahçemi terk etmeye karar verdim.

O gece O dedi ki:”Benim daha dölüm var, sen…”

Ben, bahçeyi ekmekle bakmanın farkını, büyüyen ağaçlarımızın yanında büzüşen ruhlarımızı hissettiğim anda ve çocukların uykularında bile her nefeste büyüyerek yaşamı içlerine çektiklerini fark ettiğimde anladım.

Bahçemi çocuklarıma kattım ve gittim.


Etiketler: kadın
İstihdam