29/05/2007 | Yazar: Kaos GL

‘Burada, 59 no’lu kapının ardında aylardır eksik olan parçasının ona geri dönüp boş bıraktığı yerine geri oturmasını bekliyor. Kaleminden, başından beri onun için tuttuğu minik pembe defterin sayfalarına hikayeleri dökülüyor, başından bu geldikleri noktaya kadar… Onunla birlikte biz de geçmişe geri dönüyoruz… 3 ay öncesine…’ 2. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda ikinci seçilen Sena Aksoy imzalı öykü.

‘Burada, 59 no’lu kapının ardında aylardır eksik olan parçasının ona geri dönüp boş bıraktığı yerine geri oturmasını bekliyor. Kaleminden, başından beri onun için tuttuğu minik pembe defterin sayfalarına hikayeleri dökülüyor, başından bu geldikleri noktaya kadar… Onunla birlikte biz de geçmişe geri dönüyoruz… 3 ay öncesine…’ 2. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda ikinci seçilen Sena Aksoy imzalı öykü.

KAOS GL

Sena Aksoy

''2. KADIN KADINA ÖYKÜ YARIŞMASI – İkincilik’ – 2007

Gözleri düzenli aralıklarla 59 no’lu kapıya takılıyor, neredeyse her 10 dakikada bir… Kapının aralığından soğuktan kıpkırmızı kesilmiş minicik ellerini montunun ceplerine sıkıştırmış, yağmurdan sırılsıklam olmuş donuk yüzlü bir figürün görünmesini bekliyor. Kalem tutan elleri içi boşaltılmış gibi hafif, kalbi sanki az sonra kanatlanıp uçup gidecek bedeninden dışarı. Çizgi çizgi yeryüzüne inen yağmur damlalarının arasından onun görüneceği ilk anı düşünüyor. Araya giren ayların onları, birbirini gördüğünde dejavu yaşayacak iki yabancı haline getirmiş olabileceği düşüncesiyle sinsi bir ürperti kaplıyor bedenini…

Burada, 59 no’lu kapının ardında aylardır eksik olan parçasının ona geri dönüp boş bıraktığı yerine geri oturmasını bekliyor. Kaleminden, başından beri onun için tuttuğu minik pembe defterin sayfalarına hikayeleri dökülüyor, başından bu geldikleri noktaya kadar… Onunla birlikte biz de geçmişe geri dönüyoruz… 3 ay öncesine…

Hayatın tüm soğuk gerçekliğiyle yeni yeni yüzleştiği zamanlardı. Elinde olmadan günler, aylar, seneler geçmiş ve tereddütsüz, keyfince harcadığı boş zamanların yerini, yapılması gereken işler, üstlenilmeyi bekleyen sorumluluklar almıştı ve o yetişkinlerin dünyasına girmemek, büyümemek için son nefesine kadar direniyordu. 21 yaşındaydı, yavaş yavaş yüzüne yerleşen yaşam çizgilerine inat ruhu on dokuzunda kalmıştı sanki. Ama evrimin doğal bir süreci olarak farkında olmadan acı çekerek de olsa olgunlaşıyor, kişiliğinin eksik parçalarını yerlerine oturtuyordu.

Bu tekil direniş esnasında yorgun düşen ruhuna hayat veren kaçış noktaları yaratmıştı kendince. Ara ara suyun yüzeyine çıkıp nefes alıp geri dalıyordu okyanusun derinliklerine… Görevini ne eksik ne fazla yapan, birbirine benzer bu onlarca yüzlerce molalardan tek bir tanesini istisnai ve özel kılan o film esnasında tanışmıştı onunla. Bazen insanın kaderin varlığına, bir şeylerin tesadüf denilip geçilecek kadar basit olamayacağına inanası geliyor. Onların hikayesi de bu görüşü destekleyebilecek en güçlü örneklerden biri olacaktır kuşkusuz.

Hangi maharetli, muzip meleğin kaleminden dökülmüşse artık, onlarca sinemada, ardı sıra bir sürü seansta gösterilen bir filme, aynı sinemada, aynı seansta ve yüzlerce kişilik kocaman bir salonda yan yana koltuklara bilet almışlardı. İkisinin yanında da arkadaşları vardı. Sıralama dikkate alındığında 4 kişi, 4 koltuğa, çiftler birbirinden ayrılmamak kaydıyla 4 farklı şekilde oturabilecekken işte bu noktada romantik meleğimiz küçük bir kalem hareketiyle hikayemizi başlatan hamleyi yapmıştı. İkisini karanlığın ortasında ‘hadi kaynaşın’ dercesine yan yana bırakmıştı.

Film kara mizah öğeleriyle örülmüş klasik bir Woody Allen filmiydi. Hani şu gülmekten karnınıza krampların girmediği ama yüzünüze istikrarlı ve bilinçli bir gülümsemenin yerleştiği, topluca atılan kahkahalardan ziyade, bireysel yahut yalnız küçük bir grup insanla paylaşacağınız size özel gülümsemelerin filmlerinden biri… İşte bu kişiye özel, kısa süreli ve sessiz kıkırdamalardı ilk paylaştıkları. Minicik, karakteristik bir gülümseyişleri vardı ikisinin de. Boşlukta kaybolup gitmesine gönlünüzün el vermeyeceği, alıp cam bir fanusta saklamak isteyeceğiniz türden… Bir süre sonra, bu sihiri daha yakından hissetmek istermişçesine birbirlerine yaklaşmışlar, akılları ekrandakiler ve hemen yanı başlarında nefes alışverişlerini, ufacık, kesik kesik mırıltı ve gülümseyişlerini duydukları insan arasında ikiye bölünmüştü. Derken mırıltılar daha sesli yorumlara ve çok geçmeden karşılıklı kesik kesik bir diyaloga dönüştü. Artık ikisi de filmin bir an önce bitmesini ve yanan ışıklarla birbirlerini görebilmeyi diler hale gelmişlerdi.

Ekran kapanıp yazılar aşağıdan yukarıya ağır ağır akmaya başladığında ikisinin de vücuduna bir titreme, kalplerine ise normal ötesi bir ritim yerleşmişti. Işıklar açıldığında bir süre çantaydı, paltoydu, yanlarındaki arkadaşlarıydı… oyalanacak bir şeyler buldular kendilerine. Kısa süreli, tatlı bir çekingenlikti yaşadıkları. Nitekim daha fazla bekleyemediler ve biraz merak, biraz endişe, daha çok heyecan dolu bakışlarla birbirlerine döndüler ve kısa bir süre sonra o gözlere, kainatın en aradığını bulmuş, en mesut insanının bakışları yerleşti. İkisi de konuşmadılar, sadece huzur dolu bir gülümseme yayıldı yüzlerine, gözlerinden akıp… Nihayet birisi kendini bu rüyadan uyandırdı ve ‘Merhaba’ diyebildi. Duruma uygun klasik bir diyalog yaşandı başlangıçta. Evlere dağılmak yerine bir yere oturup bir şeyler içilmek istendi. Ayrılmaya, henüz bulduğu hayat kaynağını kaybetmeye ikisinin de gönlü el vermedi. O akşam sokaklar, insanlar, müzikler, sofralar… Her şey çok güzeldi. Milyarlarca insandan aşık olanlar güruhuna 2 kişi daha eklendi, aşkını söyleyemeyen ama gözleriyle haykıran 2 yeni kişi…

Hikayenin sonrası aslına bakarsanız yaşanmış, yaşanmakta ve yaşanacak olan onlarca, yüzlerce, binlerce aşk hikayesinden çok da farklı değil. İki kardeş dişi ruhun birbirine bağlanması, diğer yarısı olmadıkça korkunç bir yalnızlığa, umutsuzluğa kapılması, yaşam enerjisini yitirmesi, tüm hücrelerinden fışkıran aşkı, yanağını okşadığı, gözlerinin içine bakarken bin türlü boyuta dalıp dalıp çıktığı, kimi zaman aralıksız açılıp kapanırken karşısındakini onlarca saniye kendisine dalıp gitmeye mahkum eden dudakların yer aldığı yüzün sahibine kahrolası bir çekingenlikle bir türlü söyleyememeleri kuşkusuz bizlere sevimli fakat klişe gelecektir. Çünkü bildiğiniz üzere iki kişi arasında yaşanan duyguların yoğunluğu, paylaşılanların değeri, edebiyatın, sinema ve sanatın diğer türleriyle ne kadar anlatılsa da bir şeyler hep eksik kalacaktır.

Bu keyifli ve bir o kadar konuşamamanın acısıyla dolu günler, nihayet bir gece yarısı, kardeş ruhlardan biri, bir pencere kenarında, araladığı perdeden içeri süzülüp üzerine düşen sokak lambasının altında, düşüncelere boğulmuş, boş gözlerle dışarıyı izlerken, diğerinin fark ettirmeden yaklaşıp onu elinden tutup verdiği yumuşacık hayat öpücüğüyle karanlık sulardan gün ışığına çıkarmasıyla son buldu. Woolf’ un dediği gibi, kimse onlardan daha mutlu olmamıştı sanki. Günler ilerledikçe birbirlerine daha çok bağlandılar. Yaşam tarzları taban tabana zıt olan bu iki ruh bir yapbozun kayıp parçalarıymışçasına birbirini tamamlayıp seyre değer bir bütünü oluşturdular. İkisi de değişti, kişiliklerinin sivri/karanlık yanları bir bir ortaya çıkıp onarıldı, güzel huylarına umutlar çoğalıp, hayaller kuruldukça yenileri eklendi. Mutlulukları en somut kedileri Loly üzerinde görüldü ve aşklarının sembolü olarak bu minik, hınzır kedinin aşk göbeğini seçtiler.

Yapım şirketinin hikayeyi can sıkıcı derecede kusursuz bulup, muzip melek senaristimiz üzerinde yaptığı baskılardan olsa gerek, aylardır açılmamış bir çekmeceden, varlığı çoktan unutulmuş bir mektup, hiç beklenmedik bir anda hikayeye girecek ve kusursuz gidişatını uzun bir süreliğine değiştirecekti. Zaman zaman kısa süreli tartışmalara sebep olan eski sevgiliye yazılmış bir mektuptu bu. Üzerinde tarih falan da olmadığı için, zaten adı geçtikçe, hatırladıkça elinde olmadan siniri bozulan, yüzü asılan kardeş ruhlardan kıskanç ve kırılgan tabiatlı olanı, kişiliğinin el verdiği paranoya sınırlarını zorlayarak bu mektubu, biricik aşkı tarafından yeni yazılmış olarak yorumladı ve aksini iddia eden hiçbir söze, gözyaşına, SMS’e inanmadı. Böylece kendisiyle birlikte ruh eşini de dipsiz, karanlık bir kuyuya hapsetti. Çiçekler solup, kuşlar susup, güneş batıdan doğmadı ama ikisinin de hayatı ortasında kocaman bir kara delikle nasıl yaşanabilirse öyle yaşandı. Arkadaşlar arasında, hayatın koşturmacasının ön saflarında, müziğin sesi sonuna kadar açılarak unutmak üzerine kuruldu yaşamları. Zaman ilerledikçe anılar üzerine üzerine gelmeye, onun yokluğu dayanılmaz olmaya başladı ama yapımcı şirketin hepimizin ruhuna yerleştirmeye çalıştığı ahir zaman sadakatsizliği psikolojisinin bir yan ürünü olan mutluluğa ve bireye inançsızlık sendromu tüm bedenini kötü niyetli bir ur gibi sarmıştı. Gözleri yerli yersiz doluyor, saatlerce bekleyip nihayet uykuya dalabildiğinde rüyalarında yine onunla oluyordu ama içindeki aldatılma, aptal yerine konulma düşüncesini bir türlü aklından çıkaramıyordu. Kendi kendine içinde oluşturduğu kem gözlerin, lafazanların, fısır fısır aşklarının nasıl da fos çıktığını, zaten kendisinin mutlu olamayacak kadar saf olduğunu, bundan sonra kimseye güvenip inanmaması gerektiğini öğrenmesi gerektiğini konuştuklarını hayal ediyordu ve bunlara ciddi ciddi de inandırıyordu kendini. Böyle böyle 2 ay geçmişti. Zamanın bazı şeylerin ilacı olamayacağını, geçirilen her saatin, günün, birbirlerinin varlığıyla dolup taşabileceğini kanıtlayan 2 koca ay… Sonlarına doğru kızgınlığın, hayal kırıklığının yerini, yaşadığı her şeyde hissettiği koca bir boşluk ve bir yerlerde bir hata yapmış olabileceği şüphesi aldı. Ona söylediği tüm kötü sözlerden, yüzüne kapadığı telefonlardan, gözlerinin içine baka baka artık onu sevmediğini söylediği yalanlardan korkunç bir pişmanlık duymaya başladı. Neden durup ‘ya haklıysa’ diye düşünmemişti hiç? Konuşmasına bile fırsat vermemişti ve tüm bunları, hayal kırıklığının, dolayısıyla aşkının büyüklüğünün bir gösterisi olarak algılanmasını isteyerek yapmıştı. Onu düşündü, mektubun onlar tanışmadan çok önce yazıldığını ama asla verilmediğini anlatmaya çalışırken döktüğü gözyaşlarına inanmayıp ona nefretle baktığı günü düşündü. Sonra beraber geçirdikleri ilk geceyi hatırladı, onun boynunda, onun kokusuyla uyandığı ilk sabahı… Pişmanlık içinde kanadı yüreği, fotoğraflarına bakıp saatlerce ağladı, dokunamamanın verdiği acıyla kıvrandı sabaha kadar ve uyumak üzereyken cesaretini toplayıp her zaman gittikleri yerde görüşmek istediğini belirten bir sms yolladı ona, haykırmak istedi içine kemiren hasretini ama bir şeyler yine durdurdu onu, kahrolası gururu olsa gerekti bu.

Ve işte 59 no’lu kapının ardında onu bekliyordu aklında onlarca hatıra ve düşüncelerle. Tüm kızgınlıklarını, pişmanlıklarını, heyecanlarını yazdığı o minik pembe deftere bir şeyler yazıyordu yine. Bir ara kendini kaptırıp 10 dakikalık rutin kontrolünü unutup önündeki kağıda yumulmuş bir şeyler yazarken omzuna hafifçe dokunan bir el, daldığı yoğun anı ve düşünceler sarmalından çekip çıkardı onu. Tıpkı onu ilk defa öpmeden önceki sihirli dokunuşunda olduğu gibi bu kez de onu sıkan, geren düşüncelerinden vücudundan buharlaşıp uçtu . Birbirlerine bakakaldılar bir süre, yüzlerindeki her noktayı bir değişiklik var mı diye tek tek incelemek istermiş gibi konuşmadan sadece gözlerini gezdirdiler hemen karşılarındaki yüz üzerinde. Her şey bir anda o kadar tanıdık ve sıcacık geldi ki, araya giren iki ay, kızgınlıklar, kırgınlıklar… Hiçbir şey düşünülemedi. Karşılıklı, dolan gözlerden süzülen yaşlar silindi ateş basan yanaklardan. Sadece gözleri ve elleri kıpırdayabildi uzun bir süre, hiçbir şey konuşmadılar. Muzip meleğimizin yukarılardan gönderdiği kutsal ışıktan yapılmış iki görünmez yüzük ilişti parmaklarına.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam