14/03/2014 | Yazar: Kaos GL
Kaos GL Derneği Danışma Kurulu Üyesi Simten Coşar ile barışın toplumsallaşmasına feminist katkıyı konuştuk.

Kaos GL Derneği Danışma Kurulu Üyesi Simten Coşar ile barışın toplumsallaşmasına feminist katkıyı konuştuk.
Devletin Kürtlerle çatışmasında hâlihazırda devam eden savaşmama kararı ile bir “çözüm sürecine” girildi. Sürmekte olan savaşmama kararının nasıl bir “barış” sürecine evrileceği konusu, yaklaşımlar farklı olsa da herkesin ortak tartışması olmaya devam ediyor. Barışın kurulabilmesi için Kürtler “hak”, “adalet” ve “eşitlik” istiyor; barış sürecinde geriye dönülmemesi için Kürtleri özgürleştirecek “eşit katılım” nasıl inşa edilebilir?
AKP hükümeti ve PKK arasında, PKK’nin silahları bırakmasıyla başlayan “çözüm süreci”, Türkiye tarihinde ve özellikle son otuz yıl içerisinde siyasetin giderek daha fazla şiddet üzerinden işletildiği, dolayısıyla, aslında hiç de siyasal olmayan, hükümet etmenin ve devlet işlerinin sadece idari-teknik bir mantıkla yürütüldüğü bir ortamın çözülmesi açısından olumlu olarak nitelendirilebilir. Ancak, bu sürecin başlamış olması, siyasetin kategorik bir şiddetsizlik ilkesi üzerinden işleyeceği anlamına gelmiyor. Hâlihazırda, hükümetin Kürt halkıyla başlattığı barış sürecinin sembolik bir aşamada olduğunu düşünüyorum. Zira şu ana kadar işleyen süreçte, bilebildiğimiz, PKK’nin Türkiye topraklarında silahlı eylemi durdurmuş ve aşamalı olarak sınır dışına çıkıyor olması. Hemen burada, sürecin bu aşamasını “sembolik” olarak nitelendirmemin olumsuz bir yargı barındırmadığının altını çizmem gerekir. Tam tersine, yıllardır akan kanın durabildiğini, yıllardır çocuklarının, kardeşlerinin, arkadaşlarının, sevgililerinin çatışmada ölüm haberi gelecek endişesiyle yaşayan insanların en azından huzurlu uyuyabilmeleri; çatışmaya müdahil olagelen askerlerin ve gerillaların savaşmayacaklarını bilerek yaşamaları kesinlikle göz ardı edilemeyecek düzeyde olumlu bir duruma işaret ediyor. Ancak, aynı “sembolik” nitelendirmesi, sürecin işlediği sosyo-politik bağlam içerisinden okunduğunda bir dizi soruyu beraberinde getiriyor: 1. Kaos GL’nin 17-19 Mayıs 2013 tarihinde düzenlediği Homofobi Karşıtı Buluşma kapsamında gerçekleştirilen “Barış Oturumu”nda Prof. Dr. Nilgün Toker’in de belirttiği gibi, henüz “komutanların barıştığı” bir aşamanın, toplumsal ve hükümet-dışı ve devlet-dışı aktörlerin yapısal barış önceliği üzerinden sürece katılabilecekleri bir yapılanma kurulabilir mi; kurulmasının önündeki engeller; kurulma ihtimalleri ve yolları nelerdir? 2. Çözüm sürecinin kelimenin tam anlamıyla barış sürecine dönüştürülmesinin aktörleri kimlerdir; kimler olabilir; olmalıdır? Bu süreç sadece Kürt halkını temsilen hareket eden siyasal parti örgütlenmeleriyle Türkiye hükümeti/devleti arasına sıkıştırılabilir mi? Sürecin barışa işaret etmesi için PKK ile TSK arasındaki silahlı çatışmanın kesilmesinin ötesinde değil -zira yukarıda da vurguladığım gibi, bu başlı başına değerli bir gelişme- ama sadece söz konusu aktörlerle tanımlanmayı reddeden bir yurttaş katılımını öncelleyen bir toplumsal-siyasal süreç nasıl işletilebilir? 3. Türkiye’de özellikle son otuz yıldaki neo-liberal yapısal dönüşümün temel özelliklerinden olan “yamalı bohça” siyasetinin, diğer bir ifadeyle toplumsal/siyasal meseleleri ve itirazları parçalara ayıran, ancak bizatihi bu parçalara ayırma üzerinden bütünsel işleyişini muhafaza eden siyasal karar alma biçimlerine karşı nasıl bir örgütlenme gerekir? 4. Ve nihayetinde, Kürtlerin özgürlük temelli hak talepleri, bir önceki soruda dile getirdiğim neo-liberalleştirme sürecine içkin toplumsal hakların özel alana doğru ikamesini gerektiren bir yapı içerisinde ne ölçüde tamamına erdirilebilir?
Pek tabii ki, benim bu sorulara hazır yanıtlarım yok. Ancak, çözüm süreci öncesinde ve sırasında hak temelli sosyo-politik örgütlenmeler üzerinden bir yandan umuda yönelik, diğer yandan, ulus-devletin varoluşuna neredeyse içkin olan şiddet sarmalına referansla kötümserliği içeren okumalarda bulunabilirim. Yanı sıra, “Kürtleri özgürleştirecek” olanlardan ziyade, Kürtlerin özgürleşim sürecindeki aşamaların, toplumsal bütünlük açısından işaret ettiği “dersler”e değinebilirim.
Her şeyden önce, bu sürecin barışı öncelleyen bir özgürleşim süreci niteliğine bürünebilmesi için Kürtlerin hak taleplerinin olabildiğince kapsayıcı bir şekilde sürece dâhil edilmesi gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, meselenin TSK-PKK arasındaki çatışmaya son veren bir hükümet ve/ya da parlamento düzeyine kısıtlanmaması gerekiyor. Bunun içinse, Kürt halkının hak temelli taleplerinin olabildiğince çeşitlilik içerisinde dillendirilmesini sağlamak ilk adım olabilir. Bu dillendirme çabalarına örnek olarak Barış İçin Kadın Girişimi’nin ve LGBT hareketi genelinde ve Kaos GL özelinde, gerek Uluslararası Feminist Buluşma gerekse Homofobi Karşıtı Buluşma kapsamındaki faaliyetler verilebilir. Ancak, bu faaliyetler ve çeşitliliğin dillendirilmesi kadar bunların çözüm sürecindeki hâkim aktörler tarafından da görülmesi gerekir ki, yukarıda değindiğim, umut-kötümserlik ikiliğinde bu açıdan kötümserlik tarafı ağır basıyor. Burada görünürlüğün yerine neo-liberal siyasal işleyişin “yamalı bohça” siyaseti daha etkin bir biçimde karşımıza çıkıyor. Diğer bir ifadeyle, “komutanlar barışır”ken, bu barışma sonrasına halkın farklı katmanlarından dillendirilen katılım taleplerinin yansıtılıp yansıtılmayacağı meselesi es geçiliyor.
Bununla bağlantılı olarak, çözüm sürecinin tam anlamıyla barış sürecine dönüşebilmesi için artık sadece temsil diline sıkıştırılmış bir siyaset klişesinden vazgeçmek, böyle bir klişeyi öteleyebilmek gerekir. İşte hak temelli siyaset dili tam da bu açıdan önemlidir. Hemen burada, hak temelli siyaset dilinden kastımın neo-liberal siyasal akıl tarafından bireysel haklar diline tercüme edilme vasıtasıyla massedilme riskine dikkat çekmek ve bahsettiğimin kolektif haklar olarak -ve grup hakları, kimlik hakları, topluluk haklarını reddeden değil, ama bu tanımlara sıkışmayı reddeden- bir biçimde örgütlendiği bir yapılanma olduğunun altını çizmek isterim. Kanımca böyle bir yapılanma, sürecin Kürt kimliği üzerinden tanımlanmaya kısıtlanarak, hak temelli taleplerin bütünselliğinin görülmesini ve kayda alınmasını engelleyen bir rotada ilerlemesinin önünü almak açısından ziyadesiyle olumlu katkılar sunar. Tekrar etme riskine rağmen, yine, hakların kimliklere ayrıştırılmasının ve sıkıştırılmasının ve farklı sosyo-politik hak talepleri arasındaki bağlantıların es geçilmesinin önünü almak açısından da anlamlı.
Kürtlerin tanınması ve eşit katılımı ile inşa edilecek toplumsal barış sürecinde diğer inkâr edilenlerin de sosyal ve siyasi özneler olarak geri dönebilmesine olanak sağlayacak “hak”, “adalet” ve “eşitlik” nasıl kurulabilir?
Kürt hareketi, Türkiye toplumunun dikkate alması ve değerini teslim etmesi gereken bir tecrübeye sahip. Doğrudan silahlı çatışma—ki barış açısından olumsuzlar listesinin başında yer alır—bu tecrübenin sadece deneyim kesitini oluşturuyor. Kürt kadın hareketinden, Kürt feministlerden Kürtleri temsilen kurulan ve kapatılan ve yeniden kurulan siyasal partilerden öğrendiğimiz ise neredeyse bütün toplumsal-siyasal alanların şiddete kestiği zamanlarda bile barış ihtimalinin, sadece silahların susması anlamında değil, yapısal eşitliğin sağlanması anlamında barış ortamının aslında çok mümkün olduğu. Yeter ki, barış -yapısal eşitlik, diğer bir ifadeyle, toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsiyet kimliği eşitliği, toplumsal hakların yurttaşlığa içkin eşitlik temelli haklar olarak tanınması- öncelikli amaç olarak kabul edilsin. Nitekim Kürt hareketinin deneyimlerinden alınması gereken en önemli ders de bu olsa gerek: Şiddete ve kriminalizasyona kesen siyasal dilin içerisinden, bu dilin birincil dereceden etkiledikleri aktörleri kapsayarak, barışı konuşabilmek başlı başına bir değer.
Kanımca içerisinden geçmekte olduğumuz ve İstanbul, Taksim Gezi Parkı’ndan tüm Türkiye’ye yayılan direniş dalgası bu açıdan örnekleyici. Aslında, ne hükümetin ne güvenliğin ne de parti muhalefetinin beklemediği bir direniş kararlılığını örnekleyen bu dalga, işleyişindeki müphemliği -anaakım siyaset biçimi içerisinden tanımlanamazlık, öngörülemezlik ve dolayısıyla kontrol edilemezliği- itibariyle yurttaş katılımı ekseninde kendiliğinden seyreden ve böylelikle, insani yaratıcılığın ana alanı olarak siyasetin özgürleştirici etkisini açığa çıkaran bir uğrak olarak, “çözüm süreci”nin bir sonraki aşaması açısından da umut barındırıyor. Gezi Parkı özelinde, birbirinden farklı ve kimi zaman kutupsal ikilikler içerisinde olan siyasal duruşlara sahip ve/ya da siyasetsiz aktivistlerin birarada, öngörülemez eylemliliği ve bu eylemlilik sürecinde tecrübe ettikleri siyasal dönüşüm süreçlerinin yanı sıra, Türkiye genelinde Gezi Parkı direnişçilerine yönelik polis şiddetine reddiye olarak çıkan ve hâlâ ortak bir politik söze dökülme sürecinden geçen aktivizm de, yine mevcut, neo-liberal kurumsal siyaset çerçevesinde adlandırılamayan, belirlenemeyen ve kontrol edilemeyen bir eylemliliğe tekabül ettiği ölçüde polis şiddetiyle yüzleşirken, aynı zamanda bu çerçevenin zeminini de sarsmaktadır. İşte tam da bu eylemlilik hâlinin işleyişinde Kürt hareketinin barışı ön plâna çıkartan dilinin rolü önemlidir. Zira, gerek Gezi Parkı direnişçilerinin gerekse Türkiye genelindeki direnişin heterojenliğindeki bir ortak nokta, yukarıda değindiğim “kriminalizasyon”un kurumsal iktidarın sınırlarının zorlandığı her anda ve yerde muhalefetin bir güvenlik tehdidi olarak kodlanabilme ihtimalinin yüksek olduğudur. Diğer bir ifadeyle, Kürt hareketinin onca çıplak şiddet deneyiminden Türkiye halklarına aktardığı tecrübe farklı kimliklerin, farklı siyasal duruşların, farklı taleplerin bizatihi bu iktidarın mevcudiyetini tehdit eden eylemlilikler karşısında kurumsal iktidarın zora dayalı gücüyle başetmede barışın diline sarılabilmektedir. Yanı sıra, yine bir zamanlar şiddete uğrayanların, tam da o zaman “kriminilizasyonları”nı sorgusuz kabul edenlerin yanında barışa dönük durabilmeleridir.
Tam da bu sayede ve ancak belirli bir kimliğe kısıtlanmadan, belirli bir kimliğin kendi içindeki kimlik farklılıklarını görebilen bir siyasal anlayış ve pratikle siyasetin eşitlik ve dolayısıyla, adalet üzerinden işlemesi mümkün olabilir. Diğer bir ifadeyle, mevcudun içinde kısıtlı kalmadan, mevcudu dönüştürmeye yönelik ve ancak bu sayede eşitlik umuduyla hareket etmek ancak bu şekilde mümkün görünüyor.
Barışın toplumsallaşmasına feminist katkı ne olabilir?
Feminist politika, yirminci yüzyılda izlediği seyir itibariyle, hâlihazırda (yapısal) barışa dayalıdır. Aksinin mümkün olmadığını; mümkün olduğunda eril siyaset diline teslimiyeti ve buna paralel neo-liberal siyasal yapılanmanın soyutladığı “kadın hakları aktivizmi” karşısında -ve/ya da yanı sıra- “feminist aktivizm” ayrımına saplanmayı beraberinde getireceğini, bunun ise açık bir şekilde kadın hareketini parçalara ayırarak, dayanışmayı zorlaştıracağını söylemek mümkün. Eğer, “feminizm herkes için”se, bu, feminizmin, Aksu Bora’nın ifadesiyle “kuku kardeşliği”ne indirgenmeden, bir politik duruş olmasıyla ve pek tabii ki, barışa öncelik veren, ulus-devlet-serbest piyasa üçgeninin dışarısında bırakılanları ve/ya da duranları ve/ya da marjinlere itilenleri kapsayıcı bir izleğe sahip olmasıyla mümkündür. Bu, bir yandan “kadın ne”liğine kısıtlı kalmamayı diğer yandan farklı öteki “ne”liklerin politik aktivizm vasıtasıyla dönüştürülmesini öneren bir feminizm için böyledir. Somut olarak ise, son yirmi yılın örgütlü feminist aktivizminin Kürt hareketi içerisindeki feminist duyarlılıklar ve/ya da Kürt kadın hareketinin özgünlüğüyle birleşme potansiyelini göstermesi çözüm sürecinin yapısal barışa işaret etmesi açısından umut vaat edicidir.
Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin "Barış, direnişe devam" başlıklı 131. sayısında yayınlanmıştır.
Etiketler: kadın