17/01/2012 | Yazar: Kaos GL

Doç. Dr. Ayten Alkan, ‘muhalif kesimlere yönelik bu kadar sistematik bir bastırma, kapatma, hareketsizleştirme operasyonu süregidiyorken, ben de özgür değilim’ dedi.

‘Bu Operasyonlar Hepimize!’ Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Doç. Dr. Ayten Alkan, “muhalif kesimlere yönelik bu kadar sistematik bir bastırma, kapatma, hareketsizleştirme operasyonu süregidiyorken, ben de özgür değilim” dedi.
 
BDP Batman Siyaset Akademisi’nde ders veren Doç. Dr. Ayten Alkan, Kürtlere yönelik artan saldırılar ve anayasa tartışmaları konusundaki görüşlerini açıkladı:
 
“AKP, ’her şeyi ben yaparım ve istediğim gibi yaparım’cı bir noktaya geldi. Kadın politikasından şehircilik ve çevre politikasına, yerel yönetimler politikasından bilim politikasına kadar bu böyle.”

’KCK operasyonları’ kapsamındaki son gözaltılardan
 başlayalım. Siyasetçiler, belediye başkanları, çocuklar derken; sıra Kürt basınına da geldi. AKP’nin bu saldırılarına yorumunuz nedir?
17-18 Aralık’ta BDP Siyaset Akademisi için Batman’daydım. Orada liseli Kürt gençleriyle tanıştım. Gerçi bir tanesi taş atmaktan yargılandığı için okulunu bırakmak zorunda. Bu gençler, savaş koşullarında doğup büyümüş çocuklar. AKP, kendinden önceki hükümetler gibi, kendi siyasetinin sonuçlarıyla boğuşmaya çalışıyor aslında aynı zamanda. Şu açık ki, bölgeye yönelik siyaset yaklaşımı radikal bir biçimde değişmediği sürece bu boğuşma da farklı biçimler, nitelikler, yoğunluklar kazansa da bitmeyecek… Bir halkın seçilmişiyle, siyasetçisiyle, çoluğuyla çocuğuyla, basınıyla tabir-i caizse uğraşıp durmanın o halkı sindirmediğini, tam tersine daha da kararlı kıldığını göremeyecek kadar basiretsiz olamazlar herhalde. Ben açıkçası bunun çok ahlaksızca bir oyun olduğunu düşünüyorum. Gelinen noktada, yapılan türlü ’görüşmeler’de el güçlendirmek için insanların hayatlarıyla oynandığını düşünüyorum. AKP Kürtlerin mücadelesinin yükselen gücünden çekiniyor. Çok hırçın, aynı zamanda da uzun vadede kendi kuyusunu kazan bir siyaset izliyor.

Tam da konuştuğumuz bu gelişmelere tepki olarak başlatılan kampanyaya siz de katıldınız. Yani, BDP’nin siyaset akademisinde gönüllü olarak ders verenlerdensiniz. İlk dersteki gözlemleriniz nasıldı?

Benim BDP ve seleflerinin mensuplarıyla birlikte ilk çalışmam, ilk bir aradalığım değil bu. Bu kez, benim için farklı olan, 2006’daki 3. Kızıltepe Kültür ve Sanat Festivali’nde katıldığım bir paneli bir yana koyacak olursak, kadın-erkek karma bir grupta bulunmamdı. Başlıca çalışma alanım toplumsal cinsiyet, cinsler-arası eşitlik ve yerel siyaset olduğundan, şimdiye kadar hep parti mensubu kadın siyasetçilerle birlikte çalışmıştık. Her biri benim için çok kıymetli deneyimler. 
Bu sefer de eğitim başlığım, ’toplumsal cinsiyet ve yerel siyaset’ti ve erkek ağırlıklı bir toplulukla programı yürüttük Batman’da. İki gün öncesinde belediyeye operasyon düzenlenmiş olmasına, bir ya da iki gün sonra kendini ihbar eylemi gerçekleştirilecek olmasına, aynı gün birkaç başka parti toplantısı olmasına rağmen benim için kalabalık bir katılımla ve yüksek bir ilgiyle eğitimi yürüttük. Şunu söylemeliyim: Ben her seferinde bölgeden büyük bir umutla dönüyorum ülkenin batısına… Zira ’buralar’da kolay kolay rastlayamadığımız bir heyecan, inanç, siyasetle ve mücadeleyle bunca hemhal olmaya, üstüne üstlük çok büyük acılar yaşanmasına rağmen bir acılaşmamışlık var tanıştığım insanlarda.         

Kampanyaya dahil olma süreciniz nasıl gelişti? Hangi sebepler doğrultusunda dahil olmak istediniz? 

Bu dayanışma ve protesto eyleminde varolmamak benim için düşünülemezdi. Bunu, hem vicdanımın gereği, hem sevgili Büşra Hocama bir borç, fakat hem de mesleki ahlakımın gereği olarak görüyorum. Büşra Hoca, geride bıraktığımız dönem zarfında gözaltına alınıp tutuklanan ve benim şahsen tanıdığım dördüncü; arkadaşım, yoldaşım dediğim ikinci insan. Şu, hem çok insani hem de gayrı-insani: Şahsen tanıdığım biri, kuşkusuz daha çok canımı yakıyor ve aynı zamanda utanıyorum tam da aynı hissiyattan dolayı. Çünkü herkes birilerinin arkadaşı, birilerinin yoldaşı, birilerinin sevgilisi, babası, annesi… Bunu kolayca unutabiliyoruz. Fakat belki unutmadan da aklı oynatmamak mümkün değil.
Vicdanımın gereği, çünkü seyirci kalamayacağım, sessiz kalamayacağım, sessiz kalırsam kendimi bağışlayamayacağım bir despotik süreçten geçiyoruz. Muhalif kesimlere yönelik bu kadar sistematik bir bastırma, kapatma, hareketsizleştirme operasyonu süregidiyorken ben de özgür değilim aslında. Büşra Hoca suçluysa ben de suçluyum. Büşra Hoca içerideyse ben de kafesteyim - yalnızca kafesim biraz daha geniş… 500 civarında öğrenci tutukluysa, ben birşey yokmuş gibi derslerime girmeye devam etmekle yetinemem… Neredeyse her arkadaşımın en az birkaç arkadaşı, Devrimci Karargah’tan, KCK’den vs. içerideyse, ben gündelik hayatıma her şey olağanmışçasına devam edemem. Ülke içinden, üstünden, ortasından parmaklıklar geçen kocaman bir hapishaneye döndü. Hepimiz hapisteyiz, bunun farkında olsak da olmasak da… Dolayısıyla, bu aslında kendimle de girdiğim bir dayanışma! 

Mesleki açıdan yaklaşırsak da, bilim çevrelerinin iktidarlar tarafından mağdur edilenlerle dayanışmalarının, galiba ayrı bir önemi var...

Mutlaka öyle. Bu kampanyada olmak mesleki sorumluluğumuzun da bir gereği. Çünkü bilgi, bir kenarda dursun diye üretildiğinde o da hapistedir! Bilgiyi özgürleştirmek gerek, bilgiyi parmaklıklarından kurtarmak gerek! Siyaseten angaje, topluma angaje bir bilim dünyası yaratmaya uğraşmak gerek. Bu, Türkiye’de ne yazık ki, çok sınırlı alanlarda ve çok sınırlı bir ölçekte gerçekleşiyor. Ben feminist olduğum, feminist bilgi-kuramının önümde açtığı kanallardan gittiğim için şanslıydım. Çünkü akademik feminizm, doğası gereği toplumsal-eşitsizliklere angajedir. Çıkışı ve ilerleyişi itibariyle bir ayağı hep dışarıdadır, hep siyasetin içindedir ve oradan beslenir. Fakat sosyal bilimlerde baskın yaklaşım böylesi bir yaklaşım değil mevcut haliyle; pozitivizmin yükünü çok büyük ölçüde taşıyor üzerinde. İmkansız olan, bir yalandan, kandırmacadan ibaret bir yük bu: tarafsızlık, nesnellik, vs. vs. iddiaları. Bu iddialara saplanıp kaldığınızda, aslında tam da istemediğiniz, inkâr ettiğiniz şey oluyorsunuz: Taraf! Statükonun tarafı!

Peki, bilim çevrelerinin, üniversitelerin yeterince bu önemin farkında olduklarını düşünüyor musunuz?

Doğrusu Türkiye’de, belki dünyada da Akademi en muhafazakâr kurumlardandır. Aynı zamanda elitizmle maluldür. Türkiye’deyse, özel olarak, insanların sindirildiği, korkutulduğu ve korkuyla hareket ettikleri ya da etmekten imtina ettikleri bir yerdir üniversite. Ne yazık ki bu böyle ve özellikle 1980 sonrası için geçerli. Bu anlamda, az önce tarif etmeye çalıştığım gibi, söz konusu kampanya hem sevindirici hem de acıtıcı. En yakınımıza gelmediği sürece kolay kolay sesimiz çıkmıyor çünkü. Yine de 700 kadar akademisyenin ’Ben de BDP Siyaset Akademisi’nde Ders Vermek İstiyorum’ Kampanyası’na imzalarıyla da olsa katılmış olmaları, hem Türkiye üniversite alanı, hem barış ve özgürlük mücadelesi, hem de insani dayanışma adına önemli ve kıymetli. Buradan yükselen muhalif ve korkusuz kolektif sesin burada kalmayacağını, güçleneceğini, hiç değilse güç kaybetmeyeceğini umut ediyorum. Ayrıca üniversitenin özgürlük siyasetlerini değil, tam tersine özgürlük siyasetlerinin üniversiteyi ittireceğini düşünüyorum. Bu kampanyayı da böyle okumak olanaklı aslında.   

Bir yandan da yeni anayasa tartışmaları gündemde. Koşullar böyleyken, AKP’nin ’yeni anayasa’daki samimiyetine güven duyuyor musunuz?
Kimsenin iradesine, aklına, mantığına söz söylemek benim haddim değil. Fakat 12 Eylül referandumu sonrasında yaşananlar ve yaşanmakta olanlar, ’evet’in yanıtını zaten vermiştir bence.     
Yasal düzenlemeler, hem birer ürün hem de birer araçtır. O aracı kullanma değil de o aracın etrafından dolanma, gediklerini arayıp bulma gibi bir pratik geliştirildiğinde dünyanın en demokratik anayasası da olsa anti-demokratik koşulları ve pratikleri devam ettirebilirsiniz. Tam tersi de geçerli: Evrensel insan hakları normlarına uygun hareket etme iradesini siyaseten gösterdiğinizde, hiçbir yasal düzenleme önünüzde engel olamaz.
Bunun da ötesinde AKP, ’her şeyi ben yaparım ve istediğim gibi yaparım’cı bir noktaya geldi. Kadın politikasından şehircilik ve çevre politikasına, yerel yönetimler politikasından bilim politikasına kadar bu böyle. Bu doğrultuda önünde engel olan her şeyi ve herkesi de hiç değilse bütün kilit noktaları öngördüğü biçimde yeniden yoğurana kadar etkisizleştirme yoluna gidiyor. Hangi ’yeni konsensüs’ü, hangi yeni ’toplum sözleşmesi’ni konuşacağız ki bu koşullarda?.. Yeni toplumsal sözleşmenin ancak AKP’ye rağmen ya da AKP’ye karşı geliştirilebileceği bir konjonktürdeyiz; AKP’yle birlikte değil. (Yeni Özgür Politika/Ali Barış Kurt)
 

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam