09/08/2014 | Yazar: Kaos GL

Erkek; cesur, atak, korkusuz, heteroseksüel yönelimli cinselliğine düşkün ve güçlü; kadın ise; teslimiyetçi, narin, kamusal alan ve iş gücündeki artan görünürlüğüne karşın domestik olmalıdır.

Öteki ve/veya madun olmanın toplumsal temelleri Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Cihan Ertan, Kaos GL Dergisi’nin “Ötekiler/Madunlar/Dışarıda Bırakılanlar” başlıklı Mart-Nisan 2013 tarihli 129. Sayısına yazdı.
 
Eser: Özgür Korkmazgil
 
Her şeyden önce ifade etmek isterim ki burada tartışacaklarım ya da paylaşacaklarım, yeni bir fikir ortaya koyma amacı taşımamakta; buna ek olarak, belki de bilinen ancak çoğu zaman hararetli tartışmalar arasında sesleri ve önemi kaybolup giden bazı gerçekleri hatırlatmayı hedeflemektedir. Bazı ezberler, bozulmaktan ziyade tekrarlanmayı gerektirir çünkü onların bozulması, yok sayılması ya da ihmâl edilmesi, ilintili oldukları sorunun özünü kavrama ve çözüme giden yolları önünde büyük bir engel teşkil edebilmektedir.
 
Öteki ve/veya madun olma durumu, oldukça geniş bir kapsama sahiptir. Bu bağlamda benim bu kısa yazıda paylaşmak istediğim, dilimin döndüğünce, bir toplumsal cinsiyet rejimi içindeki ötekilik ve madunluk durumu ve bunun sosyo-kültürel temelleridir. Buna geçmeden önce, kavramsal bir karışıklığı önlemek amacıyla, bir sadeleştirmeye gitmek istiyorum. Madun kavramının, farklı yazarlar tarafından değişik kullanımları söz konusudur. Ancak genel bir tanımlama yapmak gerekirse madun, ilk olarak Gramsci tarafından, kurulmuş olan politik temsil yapısının dışında kalan gruplara işaret etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu bu kullanım içinde madun,  ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, etnisite ya da din açısından aşağıda konumlandırılan her hangi bir kişi ya da gruba işaret etmektedir. Dolayısyla, madun olan kişi ya da grubun, aynı zamanda, politik temsil, toplumsal sınıf (sınıf kavramını sadece ekonomik bağlamda kullanmıyorum) ve konumlandırılış açısından “öteki” olduğu ifade edilebilir. İzin verirseniz ben, bu satırların geri kalan kısmında “madun” kavramını değil; “öteki” kavramını kullanmayı tercih ederek, toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında ötekileştirilen iki önemli grubu, kadınları ve cinsel yönelimi heteroseksüel olmayan bireyleri tartışmanın merkezine yerleştireceğim.
 
Bütün diğer ötekileştirmeler gibi, toplumsal cinsiyet temelinde işleyen ötekileştirme mekanizması da politik bir anlama sahiptir. Zira, hiyerarşik bir biçimde yapılandırılmış, toplumsal cinsiyet rejimi olarak kavramsallaştırılan, farklı cinsiyet ve toplumsal cinsiyetler arasındaki ilişkileri tanımlayan ve belirleyen yapı, söz konusu hiyerarşinin üst basamaklarına konumlanmış olanların, diğerlerinin konumunu belirlediği, onları yönettiği ve ötekileştirdiği bir özellik göstermektedir. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet temelinde gerçekleşen ötekileştirmenin doğasında, güçlülük esasına dayanan politik bir ilişki vardır. Söz konusu bu güç ilişkisi içinde, belirli grupların (örn. kadınlar, geyler, lezbiyenler, biseksüel kadın ve erkekler, trans kadın ve erkekler gibi…) tâbi olma durumları ve bunun süreklilik arz ediyor olmasının temel nedeni, bu grupların toplumca kabul edilmiş politik yapılarda temsil edilmeyişleridir. İşleyen bu politik mekanizmanın arkasında yatan ideoloji ataerkilliktir ve her ne kadar ataerkil eleştirel tartışmalar ‘modası geçmiş’ olarak değerlendirilse de hâlâ merkezi öneme sahip bir konudur. Zira, bugün LGBT bireylerin ve kadınların tâbi kılınmış pozisyonlarının altında, ataerkil toplumsal yapı ve ideoloji yatmaktadır çünkü ataerkil toplumsal düzen, erkeğin kadın üzerindeki çok yönlü egemenliğine dayanmaktadır. Buna ek olarak; bu düzen içindeki meşru tek cinsel yönelim heteroseksüelliktir ve bunun dışındaki bütün pratikler ötekileştirilmekte, dışarıda bırakılmakta ve bazen cezalandırılmaktadır. Aynı zamanda, ‘erkek’ cinsini ‘erkek’ yapanın ne olduğuna, yani erkekliğe dair katı bir kurallar silsilesi de söz konusudur. Dolayısıyla, erkek olmak ve heteroseksüel olmak arasında kesin bir ilişki tanımlanmıştır. Buradan hareketle eşcinsel erkekler, ataerkil ideolojin tâbi kıldığı ve ötekileştirdiği en önemli “diğerleri”ni oluşturmaktadırlar.
 
Peki söz konusu bu ataerkil değerlerin egemen olduğu toplumsal düzen, kendi varlığını sağlamlaştırarak kendini nasıl devamlı kılmaktadır? Aslında bu, süre giden ve zaman zaman zemininde bazı aşınmalar gerçekleşebilse de değişmeyen bütün toplumsal koşullar için sorulabilir. Bu noktada önemli olan, toplumsal gerçekliğin, bireylerin bilinç düzeylerinin büyük bir bölümünü oluşturan ve önemli derecede bir çoğunluk tarafından paylaşılan, toplumsal konulara yönelik bilginin, nasıl nesnel bilgi olarak inşa edildiğidir. Konumuz bağlamında tekrar formüle edecek olursak, kadınların ve heteroseksüel olmayan kadınların ve erkeklerin ya da erkekliğin hegemonik örüntülerine uymayan diğer erkekliklerin, toplumsal cinsiyet rejiminin hiyerarşik yapısı içinde egemen olan ataerkil değerlere tâbi olması, kendini nasıl sürekli yeniden üretmekte ya da büyük bir toplumsal çoğunluk tarafından, nesnel bir bilgi olarak nasıl benimsenmektedir?
 
Sosyolojik bir perspektiften hareketle, bunun en temel kaynağının, toplumsallaşmada yattığı ileri sürülebilir. Berger ve Luckmann (1966), The Social Construction of Reality (Gerçekliğin Toplumsal İnşası) isimli çalışmalarında bireylerin, hali hazırda var olan, yapılandırılmış bir dünyaya doğduklarını ve hayatlarındaki önemli diğerlerinin (ailesi ve yakın akrabaları gibi) bireylere, söz konusu bu dünyaya ilişkin ‘nesnel’ bilgileri  aktardıklarını ileri sürmektedirler. Bireyin, kendi benliği üzerindeki özerkliği tamamen yadsınmasa da bunun, çoğu zaman önemli diğerlerinden edinilen toplumsal nesnel bilgiyle uyum içinde gerçekleştiği tartışılmaktadır.
 
Toplumsallaşma aracılığıyla kendini sürekli olarak yeniden üreten nesnel bilgi ve gerçeklik üzerinden bireyler, çeşitli içerikleri içselleştirirler ve bunların önemli bir kısmını da  toplumsal cinsiyete, cinsiyet rollerine ve erkeklik/kadınlığa ilişkin içerikler oluşturmaktadır. Dolayısıyla bireylerin, bir erkeğin ya da kadının, hangi davranış örüntülerini sergilemesi gerektiğine, neyin “normal”, neyin “normal dışı” yani; öteki olduğuna ilişkin bilgisi bitmek bilmez toplumsallaşma süreci içinde gerçekleşmektedir. Erkek; cesur, atak, korkusuz, heteroseksüel yönelimli cinselliğine düşkün ve güçlü; kadın ise; teslimiyetçi, narin, kamusal alan ve iş gücündeki artan görünürlüğüne karşın domestik olmalıdır. Bu iki uçlu katı sınıflandırmalar, ötekileştirmenin temelini oluşturmaktadır. Tanımlanan özelliklere sahip olmayan, dışarıda bırakılmaktadır. Burada önemli olan ve gözden kaçırılmaması gereken nokta, sınıflandırmaların ve onlara atfedilen niteliklerin, hâkim heteroseksist ve seksist ataerki tarafından tanımlanıyor olması ve aynı zamanda bu hegemonyanın, kendisini yine bu sınıflandırmalar üzerinden üretiyor olmasıdır. Başka bir ifadeyle ataerkil ideoloji, ötekileştirdiği diğerlerini yok etme eğilimi sergilemez çünkü iktidarını, onlar üzerinden sürekli yeniden üretir. Bu sürecin, bazen açık bir şekilde kendini gösteren; bazen de kültürel dokunun en küçük parçalarına kadar sızmış ve hissedilmeyen bir özelliği vardır.
 
Buradan hareketle erkekliğin hegemonik örüntüleri karşısında ötekileştirilen kadınlar, lezbiyenler, diğer erkeklikler ve daha da özelleştirmek gerekirse eşcinsel erkeklerin söz konusu bu “öteki” konumlarının genel olarak süreklilik arz etmesinin nedeninin, ailede başlayıp daha geniş toplumsal yapı içerisindeki kurumlar ve gündelik yaşamın dinamiklerinin içine işlemiş söylemsel ve pratik gerçeklikler aracılığıyla süre giden toplumsallaşma olduğu ifade edilebilir. Dolayısıyla toplumsallaşma olarak adlandırılan süreç, tahmin edilenden çok daha geniş bir kapsama sahiptir. Bununla birlikte söz konusu süreç, hiçbir zaman bitmeyen bir nitelik taşımakta ve iktidar ilişkisi temelinde, örneğin toplumsal cinsiyet bağlamında ele alacak olursak, kadınların ve eşcinsel bireylerin ötekileştirilmelerinin sürekli olarak yeniden üretilmesine katkı sağlamaktadır.
 
Ötekileştirme, buna aracılık eden sosyo-kültürel mekanizmalar, sonuçları ve ötekileştirmenin nasıl sürekli kılındığı gibi konular, elbette tek bir nedene bağlı kalarak açıklanamayacak kadar kapsamlıdır. Ancak karmaşıklık derecesi yüksek evrensel kültürel ilişkileri göz önünde bulundurarak yapılacak kapsamlı bir analiz de bu yazının amacını aşmaktadır. Bu bağlamda, iktidar ilişkileri çerçevesinde gerçekleşen, ataerkilliğin ötekileştirme sürecinin nasıl işlediğini ve ayakta durduğunu, eksiklikleriyle de olsa aktarmaya çalıştım. Bunu yaparken, toplumsallaşma üzerine yoğunlaşmamın temel nedeni, daha önce de ifade ettiğim gibi, sosyal yaşamın tüm yönlerine ilişkin gerçekliğin inşası ve bunun bireylere aktarımı aracılığıyla, yapının yeniden üretimi üzerindeki etkileyici rolünün göz önünde bulundurulması gerektiğidir. 

Etiketler: yaşam
İstihdam