12/09/2012 | Yazar: Kaos GL

Tampon bölge olduğunun göstergelerinden biri de bu. Dışarıya çıkıyorsunuz artık, orası sizin sınırınız olmadığı için milletvekili de giremiyor!

Tampon bölge olduğunun göstergelerinden biri de bu. Dışarıya çıkıyorsunuz artık, orası sizin sınırınız olmadığı için milletvekili de giremiyor!
 
İstediği bir ülkede yaşamak, bir insan hakkıdır. Üstüne kendi ülkenize girmek isteyeni vurmak bir ortaçağ yöntemidir. Bu son derece insanlık dışı tutum Avrupa Parlamentosu gözetiminde gerçekleşti. Avrupa Birliği kendi ülkesine girmek isteyenleri vurmaya başladı açıkça.
 
Savaş dediğiniz şey iki ordunun bir meydanda karşı karşıya gelip cenk etmesi değildir, savaş şu anda yaşamakta olduğumuzdur  zaten. Kendi ülkenizde çeşitli yerlerin bombalanması, dezenformasyonun çok yükselmesi, yanıltıcı enformasyonun her yerde dolaşması, her ülkenin kendi ajanlarının kendi ülkelerinin çıkarına büyük bir savaşa girişmesi, bunların tamamen gözden kaçırılması için medyanın tümden susturulması… ve insan hayatının olağanüstü değersizleşmesi. Bu savaştır. Biz savaşın içindeyiz. Mültecilerin yeni yollar aramasına da böyle bakmak lazım.
Prof. Dr. Neşe Özgen ile Evrensel Gazetesinden Sevda Karaca görüştü
 
İzmir’in Menderes İlçesi’ne bağlı Ahmetbeyli beldesinde, Avrupa’ya gitmek isteyen ve içinde çoğu çocuk ve kadın 120 mültecinin bulunduğu balıkçı teknesi kayalıklara çarparak battı. 60’ın üzerinde insan hayatını kaybetti. Bu büyük trajedide dikkat çeken noktalardan biri bu insanların çoğunun Suriye’den gelmesiydi, bir de kadın ve çocukların sayısının fazla olması. Ama sanki çok daha fazla soruyu da cevaplamamız gereken bir durum vardı ortada. Bu sorularla Prof. Dr. Neşe Özgen’in kapısını çaldım, kendisi memleketi “sınır sosyolojisi” ile tanıştıran, sınırın nelere gebe olduğunu bizzat orayı yaşayarak anlamış ve anlatmış bir sosyolog.
 
Ahmetbeyli, Afyon, Antep, Hatay, Uludere’nin  bir iple birbirine bağlandığı ve ipin ucunu çekince bütün bunların arkasından Türkiye’nin Suriye’ye müdahale çabalarının ortaya çıktığı bir sohbet oldu. Neşe hocanın ifade ettiği pek çok önemli şey arasında bugün yaşananları anlamak için cımbızlanıp alınacak cümle herhalde şu: Türkiye bilfiil savaşın içinde ve bütün bu yaşananlar da o savaşın içinde olduğumuzun birer kanıtı!
 
İzmir’de kaçakların yurt dışına kaçırılması sırasında yaşanan faciada çoğu kadın ve çocuk 60’ın üzerinde insan hayatını kaybetti. Aralarında çok sayıda Suriyeli de var. Son yıllarda bu kadar fazla sayıda kaçak göçmenin kaybına şahit olmamıştık…
 
Son derece acı bir olay bu. Ama acı olması sadece ölen sayısının yüksek olması üzerinden konuşulmamalı. Acı olan, mülteci geçirme yollarının değişme biçimi. Ahmetbeyli’den yola çıkan bu tekne, oranın coğrafyasını düşündüğümüzde, bu kaçakları Ege’nin bu kıyısı  üzerinden Yunanistan’a götürmeye çalışmıyordu. Bu vakada, insan canının doğrudan son derece değersiz biçimde hırpalanması var.
 
Yani bilerek ölüme götürüldüler mi diyorsunuz?
 
Öyle görüyorum, üstelik bunda  en az insan kaçakçıları kadar yöredeki deniz kuvvetlerinin, sahil güvenliğin, kaymakamlığın, İzmir valiliğinin çok ciddi sorumluluğu var. Avrupa Parlamentosu’na bağlı çalışan Avrupa Sınır Güvenliği birimi FRONTEX’in sorumluluğu var, BM’nin sorumluluğu var.  Bu göç ağları ülkelerin niteliksiz işgücü ihtiyacına göre belirlenir. Kıta Avrupası ülkeleri artık düşük nitelikli mülteci işgücü göçünü kabul etmemeye karar verdiklerinde, gelen mültecinin Türkiye sınırları içerisinde muhafaza edilmesi için, göçmen başına belli bir tazminat ödemeyi taahhüt ettiler. Bu ödeme 2 yıl gibi uzun bir süre pazarlığa tabi tutuldu ve nihayetinde anlaşıldı. Türkiye, mülteci kamplarını inşa etmeye, modernleştirmeye başladı. Bütün bunlar da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin bilgisi ve denetiminde oluyor. Bu arada bir başka önlem daha alındı, en çok geçişin olduğu Edirne ve Meriç sınırına Avrupa Parlamentosuna bağlı olan FRONTEX sınır koruma ekipleri yerleştirildi ve 2010 Aralık ayında FRONTEX doğrudan ateş ederek göçmen ağını kesti, bununla gurur duyduğunu açıkladı, 10 günde 13 kişi öldürüldü doğrudan ateş edilerek. Sınır güvenliğini Yunanistan tarafında sağlıyormuş gibi görünse de FRONTEX Türkiye adına da sınır güvenliğini devraldı, üstelik bunu ta orta çağdan kalma bir biçimde yaptı. İstediği bir ülkede yaşamak, bir insan hakkıdır. Üstüne kendi ülkenize girmek isteyeni vurmak bir ortaçağ yöntemidir. Bu son derece insanlık dışı tutum Avrupa Parlamentosu gözetiminde gerçekleşti. Avrupa Birliği kendi ülkesine girmek isteyenleri vurmaya başladı açıkça. Böylece gelişen olaylarla  insan kaçakçılığının yeni bir güzergaha kaymasının nedenini söyleyebiliriz: insan kaçağının eski yollardan artık yapılamaması ama onun da ötesinde, burada bu yolun değişmesine cevaz veren bir sistem de var anlaşılan. Burada sadece kıyıda verilen üç beş rüşvetten söz etmiyoruz, BM ile yapılan sözleşmeleri bilmeyen, okumayan bir yönetim grubundan söz ediyoruz.
 
Bu sadece bu olayda ölen insanların içerisinde Suriyelilerin fazla olmasıyla ilgili bir şey değil. Temmuz’da 25 kişi yakalanmış Ege tarafında, Ağustos’ta 30 kişi yakalanmış. Bunu biz genelde 5 ile çarparız gerçek rakama ulaşmak için. Rakamlar bize akışın Türkiye’nin her yerinden Kıta Avrupasına gitmek için zorladığını gösteriyor. Ürdün’de 200 binin üzerinde bir Suriyeli grubunun olduğunu söyledi BM raporu. Türkiye’de 100 binin üzerinde Suriyeli olduğu söyleniyor, devlet bunu 80 bin olarak açıklıyor. Fakat rakamlar konusunda bir belirsizlik de var. Öte yandan Almanya’ya kişisel olarak ulaşmayı başarıp 2012’nin ilk 7 ayında iltica talebinde bulunan Suriyeli sayısı 2246 olarak veriliyor. Tuhaf bir rakam karşıtlığı var. 2246 kişi ulaşabiliyor ama içerde 100 bin Suriyeli, Ürdün’de 200 bin Suriyeli… Suriye halkının çok ciddi bir şiddet sarmalına girdiği ve alelacele ülkeyi terk etmeye çalıştıkları ortada. Uluslararası demokrasi güçlerinin buna dikkat etmesi gerekiyor…
 
Bu farklılaşmayı neye yoruyorsunuz?
 
Suriye’de yaşanan sürece yoruyorum. Suriye’nin içişlerine karışmamıza yoruyorum ve Türkiye’nin şu an bilfiil içinde bulunduğu savaşa yoruyorum. Savaş dediğiniz şey iki ordunun bir meydanda karşı karşıya gelip cenk etmesi değildir, savaş şu anda yaşamakta olduğumuzdur  zaten. Kendi ülkenizde çeşitli yerlerin bombalanması, dezenformasyonun çok yükselmesi, yanıltıcı enformasyonun her yerde dolaşması, her ülkenin kendi ajanlarının kendi ülkelerinin çıkarına büyük bir savaşa girişmesi, bunların tamamen gözden kaçırılması için medyanın tümden susturulması… ve insan hayatının olağanüstü değersizleşmesi. Bu savaştır. Biz savaşın içindeyiz. Mültecilerin yeni yollar aramasına da böyle bakmak lazım.
 
Suriyeli mültecilerin kamplarına ilişkin çok ciddi iddialar var. Özellikle Apaydın kampına ilişkin, bizzat Suriye’deki muhalif ordunun içinde görev alan askerlerin o kamplarda kaldığı, eğitim aldıkları ve Suriye’ye giriş çıkış yaparak savaşı sürdürdüklerine yönelik iddialar bunlar.
 
Doğrudan bir tek kamp ve Özgür Suriye Ordusu üzerinden konuşmaya başladığımızda bu taktik ortamı neyin beslediğini ve neyin meşrulaştırdığını da gözden kaçırıyoruz. Mesele sadece Apaydın Kampı değil, meselelerden birisi de şu: Hatay Türkiye’ye katıldığında devlet,  sınıra doğru Hataylıların yerleşimini dikkatle ayarladı: Daha iç bölgelere Arap Aleviler- Nusayriler- orta bölgelere Kürtler, sınıra en yakın yerlere de Türkler yerleştirildi. Oradaki bu etnik uzaklaştırmayla Türk etnisitesinden olanların sınırı daha güvenli tutacağını,  Arap Aleviler ve Kürtlerin sınırın karşısındaki etnik bağlarını böleceğini düşündü. Devlet bunu Bulgaristan-Yunanistan sınırında da yaptı, göçmenleri önce sınır boylarına ardından ülkenin daha iç kesimlerine yerleştirdi. Devletimiz sınır boylarını her zaman Türklüğünden daha emin olduklarına emanet etmek ister. Hatay’da da bunu yapmıştır, bu (devletin işin içine etnisiteyi karıştırdığı) sınır koruma mekanizması, bizde sınırın her zaman etnik bir problem olarak görüldüğünü gösteriyor.
 
İşin geçmişine bakalım: Suriye’den kaçmaya çalışanların ilk zamanlarında Hatay civarında yapılan kamplarda çok yüksek oranda mülteci bekleniyordu. 2011’den söz ediyoruz. Hatta Suriye’den gelerek sığınma isteyen grupların sınırın hemen karşısında durduğunu, “Başbakan Erdoğan”, “Başbakan Erdoğan” diye tezahürat yaptığı söyleniyordu; sonra bu kişilerin kendilerine verilen sözlerin yeterince yerine getirilmediğini söyleyerek, Türkiye hükümetine kızarak geri döndüklerini öğrendik. Bu durum ana akım medyada çok fazla yer almadı. “Bize sözler verilmişti, ancak tutulmadı” diyerek geri döndüler. Öte yandan ana akım medya ve hükümetin o zamanki tavrı şuydu: Çok fazla mülteci gelmiş gibi göstermeye çalıştılar, bunun böyle olmadığı, büyük bir kısmının geri döndüğü ortaya çıkınca Angelina Jolie’yi getirip bir gösteriş yapmaya ve dünya kamuoyunun gözlerini buraya çevirmeye çalıştılar. Fakat bu tutmadı, sonra birden bire Özgür Suriye Ordusu’nun edindiği ağır silahlar geçmeye ve Esad’ın güçleri de açık bir çarpışmayla hesaplaşmaya başlayınca; hakikaten bu kez canından endişelenen çok büyük çapta mülteci grubu sınırı geçerek gelmeye başladı. Bunların sınırın hemen yakınındaki kamplara yerleştirilmeleri çok sakıncalı.
 
Suriyelilerin olduğu kampların asker sivil karışık yerleştirilmesi, Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Asker yerleştirilen kamplarda BM’yle imzalanan sözleşmelere göre kesin bir izolasyon, fakat BM denetimlerine açık bir izolasyon olması gerekir, yani içerde sivil olmamalıdır, kamplar giriş çıkışa tamamen kapalı olmalıdır. Oysa biz bu kamplarda asker-sivil karışık yerleşim görmekteyiz. Hatta zaman zaman Hatay halkıyla da çatışmalar yaşanabiliyor. Bunlar içerisinde bazı grupların şehir merkezine yerleştirildiği, devlet hastanelerinde tedavi edildiği  görülüyor.
 
Şunu söylememiz lazım, Türkiye bu savaştaki ilk büyük zararını böylece görüyor: Çünkü sınırın bu kadar yakınında ve içinde olan bu büyük mülteci kampları, Türkiye’nin kendi sınırını içeri çektiğini gösteriyor, bugün sözünü ettiğimiz bu tampon bölge bu kamplardır.

Tahmin ediyorum Hatay içerisinde bu tampon bölgeye yaklaştıkça hem insanların gördüğü şiddetin sınırı artmaktadır, hem de sıkıyönetim artmaktadır. Yani sıkıyönetimin kamplardan önce başladığını, kampların bir tampon bölge oluşturduğunu, Suriye sınırının iyice belirsizleştiğini düşünüyorum. Hatay’da bugün yaşanan olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilanı da bunun bir göstergesi.
 
Bu kamplarda yaşayan insanlara nasıl bir statü vermiştir Türkiye?
 
Kampların girilemezlik meselesinden ziyade, kampların hukuksal statüsünü toptan ele almak lazım. Kamplar hakkındaki meseleyi yalnızca Apaydın Kampı’nın girilemezliğine hapsetmek, kamplarda gerçekten can telaşı yaşayan binlerce insanın can güvenliğini çok ciddi bir biçimde zedeliyor. Kampların sivil gözlemcilere açılması lazım. BM açıkladığı rakamlarda aşağı yukarı 1.5 yıldır Türkiye’de olan bu gruplar hakkında hiçbir sayısal veri iletilmediğini görüyoruz. Statü bilgisinin de BM’ye verilmediğini  görüyoruz. Şu bilgiye kimse sahip değil. Bu insanların ne kadarı Türkiye’de kalmak istiyor, ne kadarı geçici sığınma talep ediyor, ne kadarı üçüncü bir ülkeye gitmek istiyor? Ne kadar insanın olduğu, hangi bölgelerden hangi şartlarda geldiği, kimlerinin orada kaldığı ve acil yardım gerekip gerekmediği, kimle bağlantıya geçtikleri… bütün bu bilgilerin bir şeffaflık politikasıyla, ama bu insanların da hakları korunarak ortaya konulması gerekir. Bunların kayıtları tutulmalı ve bunlar uluslararası sistem içerisinde de tartışılmalı. Aksi takdirde şimdiki gibi 60 insanın ölümüyle karşılaşırız. Bu ölümler, işte bu sır perdesinin sonuçlarıdır. Biz bu ölen 60 kişinin bu kamplardan mı çıktığını, yoksa sınırdan doğrudan kendilerinin mi geldiğini bilmiyoruz. Ama şu soruyu sormalıyız: Bu kamplarda işler bu kadar iyi yürütülüyorsa, bu kadar güvenliyse, neden  kamplara gitmek yerine insan kaçakçılarının eline düştüler?
 
Sizin cevabınız nedir?
 
Hükümetin şeffaflık içinde uluslararası sözleşmelere uygun davranması lazım. Bir bilebildiğimiz kampların zaten tampon bölge içinde olduğu. Demek ki, insanlar Türkiye’deki kampları yeterince güvenli bulmuyorlar. Bizim sadece Türkiye insanları olarak bu kamplara ilişkin şikâyetlerimizi dile getirmemiz değil mesele. Demek ki Suriyeliler de bu kampları güvenli bulmuyor.
 
Bu durumda milletvekillerinin içeri alınmaması da bununla mı ilgili?
 
İşte tampon bölge olduğunun göstergelerinden biri de bu. Dışarıya çıkıyorsunuz artık, orası sizin sınırınız olmadığı için milletvekili de giremiyor!
 
Bizim literatürümüzde “satın alınmış sınır” diye bir kavram vardır.  Örneğin Meksika – Amerika sınırını bir kısmı, bazı Amerikan şirketleri tarafından satın alınmıştır ve o sınırda yaratılan bölgenin de yasal sınır kadar keskin  olmayan sınırları vardır, ozmotik bir yapısı vardır. Kimi alıp kimi bırakacağını günlük politikalar belirler. Bu ara bölgede 160 bin küçük firma günlük olarak Meksika’dan Amerika’ya geçip, Amerikan işçisinin 5’te biri fiyatına çalışmaya razı gelmiş olan Meksikalı işçileri istihdam eder. Bu Amerika’nın kendi legal sınırını illegalize etmesidir aslında. Kendi legal sınırının çok büyük bir çıkar karşılığında kendi devleti tarafından illegalize edilmesidir. Türkiye’nin Suriye sınırı da şu anda kendi devleti tarafında illegalize edilmiştir. Türkiye’nin bu çatışma sırasında gördüğü en ilk zarar budur. Kendi sınırını illegalize etmiştir, kendi sınırının meşruiyetini kendisi ortadan kaldırmıştır.

Peki bunun kime yararı var? Sonuçta birileri yarar sağlayacağı için bu yapılmıyor mu?
 
Sınırı satın almak deyimi burada ortaya çıkıyor, bu sınırı kim satın alıyor? Bunu Türkiye Cumhuriyeti kendi istediği için mi gerçekleştiriyor, eğer böyle olsaydı bunun denetimini kendi elinde tutabilirdi, oysa denetimi elinde tutamıyor. Kampların Suriye tarafında olan sınırı tamamen belirsizleşmiş durumda. Asıl denetim kamplardan başlayan alana dairdir, yani içeridedir. En büyük zarar da bu, kendi denetiminin söz konusu olamaması. Bunu kim satın alıyor? Görünen o ki bu alanı pek çok ülke satın almaya çalışıyor. Bu alanda Kuzey Iraklıların bir genişleme hamlesi var, onlar da aktör olarak bu sürece dahil oldular. Bu alanda çok çeşitli ülkelerin casuslarının hareket ettiği söyleniyor.
 
Hangi ülkeler mesela?
 
Bilemiyorum, bu gazetecilerin yapması gereken bir araştırma. Ancak görünen o ki o bölge üzerinde çıkarı olan aktörler artıyor. Ancak Türkiye’nin denetimi ve varlığı zayıflıyor. Bu şiddet ülkenin içine kadar girdi. İşte yaşanan büyük patlamalar. Bu patlamaların müsebbibinin iki üç kişi olmadığı açık, bu patlamaların arkasında taşeron örgütlenmeler var, bu taşeron örgütlenmeleri besleyen uluslararası güçler var.
 
Buraların esasen bir tampon bölge haline geldiğini ve bunun da fiili bir savaşın içinde olduğumuzun en büyük göstergelerinden biri olduğunu söylüyorsunuz. Memleketteki algı ise bir savaş olmadığı yönünde. Savaşın olduğunu gösteren diğer şeyler nedir? Ne zaman başladı bu savaş?
 
İlk görüntü Türkiye’deki aktörlerin çoklulaşması ve gündemin sertleşmesidir. Beytüşşebap’taki çatışmadır, Uludere’de 34 kişinin bombalanmasıdır, açık savaş ve şiddet ortamı Uludere ile başladı. Son dönem bombalama eylemlerinin daha önceki HSBC, İngiliz Konsolosluğu ve Sinagog bombalamalarıyla çok benzer taşeron örgüt özelliği taşıdığını görüyoruz. Gerek patlama biçimi gerek yaptığı hasar dolayısıyla.
 
Diyelim ki liberaller eğer hükümete yakın durmuyorsa, liberallerin hükümete geçmişte olduğu gibi yakın durmasını sağlamak üzere korku mekanizmaları geliştirilecektir. Sol ve sosyalistlerin üzerine yeni ve büyük baskıların gelmesi kaçınılmazdır. Hukukun askıya alınması, eski adalet sisteminin lağvedilmesi ama yerine yeni bir adalet mekanizmasının konulmamış olması, bir savaş hukuku içinde yaşadığımızı da gösteriyor.
 
Bütün bu anlattıklarınızın Türkiye halkları açısından çıkaracağı sonuçlar nedir?
 
12 yıl önce sınır çalışmaya başladığımda geçmiş 50 yılın bütün birikmiş acılarını gördüm, sınırda yığılmış duruyordu, sınır insanlarında duruyordu. 80 yıl önceki kuruluşumuzun tüm acıları hâlâ insanların üzerinde duruyor, bununla baş edemedik, bunu sağaltamadık, kuruluşlar acılıdır, yıkılışlardan daha acılıdır. Çünkü yıkmanın bir cesareti ve coşkusu vardır ama kurmanın coşkusu yıkmayı başaranlarda her zaman olmayabilir. Eziyetle kurmanın, yok ederek kurmanın acılarının bize bıraktıklarıyla hâlâ baş edebilmiş değiliz. Şimdi bu yaşadıklarımızın acısının 50 yıl sonra nasıl bir katmanlaşmayla karşımıza çıkacağını hayal bile edemiyorum.
 
Kampların bir tampon bölge oluşturduğunu ifade ediyorsunuz. Bu “tampon bölge” ne için oluşturuluyor?
 
Benim sınır konusunda çalışan biri olarak söyleyebileceğim şey şu: Başlangıçta Türkiye Suriye’nin içine doğru bir tampon bölge almak ve Irak Kürt Federe Bölgesi’nden elde ettiği petrolün geçişini bu tampon bölge içerisine yerleştirilmiş bir hatla geçirerek Hatay üzerinden Akdeniz sularına çıkarmak istiyordu. Görünen o ki bu pazarlıkta Suriye kendisine biçilen role razı olmadı. Bütün bu olayların başında Türkiye’nin Irak Kürt Federe Bölgesindeki petrolü arıtma karşılığında imzaladığı bir anlaşma var. Barzani de buna razı oldu, politik durum da buna göre ayarlandı. Oradaki petrolün bir kısmının Irak Kürt Federe Bölgesi’nden uzatılan bir boru hattıyla Türkiye’nin sınırlarının dışından geçerek Yayladağ’a kadar getirilip buradan tankerlerle Mersin limanına çıkarılması planı vardı. Bu taşıma sistemi içerisinde hükümete yakınlığıyla bilinen nakliyat grupları da görev almaya hazırlardı. Hatta Türkiye’de petrol rafinerisinin yasal olarak sadece devlet tarafından yapılabiliyor olmasına rağmen, bu petrolün rafinerisi yasal olmayan bir biçimde bir özel şirkete verildi. Fakat Suriye sınırından geçirilecek olan bu boru hattına Suriye hükümeti razı olmadı, yani pazarlıkta bir problem oldu. Uluslararası güçler de Türkiye’nin enerji darboğazını aşmak için giriştiği bu son derece tehlikeli girişime ancak bir başka bir rüşvet verirse izin vereceklerini söylediler, o rüşvet de İran’a saldırmak. Sanırım Türkiye’nin dönemlik çıkarları İran’a böyle bir saldırıyı uygun görmedi, iş ondan sonra karıştı zaten hem Türkiye için hem de uluslararası sistem için. Türkiye kendi başına kendi tampon bölgesini oluşturmaya çalışıyor şimdi. Ne yazık ki hesapların aksine, şu anda sınırlarımızın içinde bir tampon bölge var.
 
İnsan kaçakçılığında “eski yol ve yeni yol” ayrımı yaptınız. Ne değişti de eski yollar değil de yeni yollar kullanılmaya başlandı?
 
90’lı yıllarda zorunlu Kürt göçü başladığında henüz ulusal şebekeler işliyordu. 2000’den itibaren ise, kaçak göçmen geçişi daha uluslararasılaştı ve uluslararası şebekeler, yerel şebekeleri göçerterek kendi sistemlerini kurdular. Böylece kimin hangi paraya geçeceği, hangi paraya öleceği de bir düzene kavuşturuldu bu uluslararası şebekeler tarafından. Geçişler de Meriç üzerine yönlendi ve düzenlenmişti. FRONTEX bu yolu kesti ama bir yandan da uluslararası şebekeler Suriyeli göçünde eski denetimlerini yitirdiler. Eskiden Çeşme ve Karaburun üzerinden çok fazla kaçak göçmen geçişi oluyordu, şimdilerde Ahmetbeyli’yi deniyorlar anlaşılan.
 
Bu ara yollardaki kaçakçılığın güzergah değiştirmesi bize şunu gösteriyor: bir kere özellikle Suriye’de bizim de dahil olduğumuz bu karışıklık ve şiddet ortamının Türkiye’nin iç dengelerini bozduğu ve kendi demokrasisine zarar verdiği ortada. İnsan hayatı değersizleşiyor, insanlığın en alt statüsünde görülen kaçak göçmenlerin hayatı daha da değersizleşiyor. Biz şunu biliyoruz, standart kaçak geçişlerinde erkek nüfus çok daha fazla olurdu. Bu şu demektir, kadın ve çocuklar göçmen- mülteci ağına girdikleri andan itibaren satılır bir meta haline gelirler. Kadın ve çocukların bu yolda son noktaya varabilmeleri erkeklere göre çok daha zordur çünkü onlar yolda satılırlar, tecavüze uğrarlar. Kadınların ve çocukların yolun sonunu görmeleri çok zordur. Burada kadınların ve çocukların çokluğu da dikkatimi çekti benim. Demek ki yeni kaçak ağı farklılaştı, Kuzey Irak sınırından bu kaçak grupları alıp Türkiye sınırından geçirip yeni kaçakçılık ağları oluşturmaya çalışan yeni bir düzen türedi. Belki de yeniden yerel şebekeler devreye girdi ve rekabet ortamı iyice arttı.

 


Etiketler: insan hakları, mülteci
İstihdam