10/09/2023 | Yazar: Kaos GL

“Feshane soruşturmasına karşı sivil toplumun ve muhalefetin ortak ve güçlü bir itiraz sesi yükselmesi, sindirilmiş bir toplumla demokrasi mücadelesi veren, direnen bir toplum arasında yapılacak bir tercihtir.”

Rıza Türmen: İktidarın kötüye kullanılması karşısında direnme hakkı doğar Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Türkiye’nin önde gelen insan hakları hukukçularından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) eski yargıcı Rıza Türmen, İslamcıların “LGBTİ+ propagandası yapılıyor” diyerek saldırdığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Feshane’deki sergisine soruşturma açılmasını eleştirdi.

T24’teki yazısında “Savcının, Feshane’deki sergiye açtığı soruşturma Türkiye’deki rejimin gerçek yüzünü ortaya koymuyor mu?” diye soran Türmen’in yazısından satırbaşları şöyle:

Savcılığın sergi ile ilgili soruşturma açması vahim bir ifade özgürlüğü ihlali. Soruşturma sonunda dava açılmayıp takipsizlik kararı verilse bile, soruşturma açılmış olmasının sanatçılar ve sergiyi düzenleyenler üzerinde yaratacağı baskı ve caydırıcı etki ifade özgürlüğünün ihlali için yeterli.

Sergiyi beğenmeyebilirsiniz. Sergilenen eserleri eleştirebilirsiniz. Ancak AİHM’in her ifade özgürlüğü davasında yinelediği “devleti ya da halkın bir bölümünü incitici, şok edici, rahatsız edici olması” cümlesi sanat eserleri için büsbütün geçerli. Sanat ancak özgür bir ortamda gelişir. Sanatçının yaratıcılığı, özgürlüğü ile sıkı sıkıya bağlıdır. Avrupa Konseyi çerçevesinde düzenlenen bir serginin sloganı şuydu: “Yaratmak için özgür olmak, özgür olmak için yaratmak.”

Demokrasilerde, sanatçılar toplumun ilerisinde, toplumun her zaman benimsemediği yeni, değişik yaklaşımlarla ortaya çıkarlar. Devletin yükümlülüğü, sanatçıların rahatça, özgürce çalışabileceği bir ortam yaratmak, sanatçının ifade özgürlüğünü korumaktır. AİHM, Alinak/Türkiye kararında şöyle der:

“Sanat eserlerini yaratanlar, icra edenler, yayanlar ya da sergileyenler, demokratik bir toplum için esas olan fikir ve düşüncelerin alışverişine katkıda bulunurlar. O nedenle Devlet’in sanatçının ifade özgürlüğüne müdahale etmeme yükümlülüğü vardır.”

Otoriter-totaliter yönetimlerde ise sanatın rolü farklıdır. Bu tür rejimlerde ifade özgürlüğü, sanatçının özgürce kendini ifade etmesi, rejime bir tehdit oluşturur. Otoriter bir rejim buna izin vermez. Otoriter rejimlerde böyle tehlikeli sanat eserleri yasaklanır. Rejim, sanat üzerinde sıkı bir kontrol kurar. İfade özgürlüğü sadece rejimin amaçlarına hizmet eden sanat eserleri için vardır. Tarihte bunun örneklerini çok gördük.

Nazi rejiminde makbul sanat, Aryan ırkını öven, Almanya’nın doğal güzelliklerini ortaya koyan sanattı. Modern, soyut eserler, Yahudi sanatçıların yaptıkları eserler “dejenere” sanattı. Hitler bunlar için “kalem ya da fırça tutan hastalıklı beyinler” derdi. 1930’larda Stalin, sanatçıların üslup ve içerik bakımından uymaları gereken kriterleri saptadı. Ancak rejim çizgisinde olan ve rejime hizmet eden sanat eserlerine izin vardı. Pinochet iktidara gelince duvara resim yapan grafitti sanatçılarını öldürttü.

***
Savcının açtığı bu soruşturmaya, ifade özgürlüğüne yapılan bu yersiz müdahaleye toplumun büyük bir tepki göstermesi beklenirdi. Pek öyle olmadı. Sivil toplumdan gelen birkaç itiraz sesi dışında fazla bir ses çıkmadı. Oysa Türkiye’de bir demokrasi mücadelesi yürütülüyorsa, insan hakları ve demokrasiye indirilen bu ağır darbe karşısında gösterilecek toplumsal tepki demokrasi mücadelesinin de bir göstergesi olmalı.

Bu noktada siyasal partilerin sessizliğinin üzerinde ayrıca durmak gerekir. Bu sessizliği nasıl yorumlamalı? Muhalefet partileri ya bu soruşturmanın Türkiye’de demokrasi bakımından ne anlama geldiğini anlamadılar, ya da sergiyi protesto eden grupları karşılarına almak istemiyorlar. Muhafazakar kitleleri karşısına almamak kaygısının Türkiye’yi getirdiği nokta son seçimlerde açık bir biçimde görüldü. Bu kaygı muhalefeti felce uğratıyor, inandırıcılığını yitirmesine yol açıyor, halka güven vermekten uzaklaştırıyor, yeni bir Türkiye vizyonu yaratılmasını engelliyor. Oysa muhalif siyasal partilerin, ancak otoriter totaliter rejimlerde olabilecek bir soruşturmaya karşı demokratik güçlerle birlikte  güçlü bir itiraz sesi çıkarmaları, demokrasi adına protesto mitingleri düzenlemeleri beklenirdi.

Unutmamak gerekir ki, otoriter totaliter rejimler sessiz kitlelerin omuzları üstünde yükselir. Devletin sanata yargı yoluyla müdahalesi bir uç otoriterlik ifadesi. Buna karşı sessiz kalmak, otoriter rejimi kabul etmek, böyle bir rejimin temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmasına seyirci kalmak anlamına gelir. Siyasal partiler bakımından ise demokratik sorumluluktan kaçmak sonucunu doğurur. Böyle bir soruşturma karşısında sessiz kalmak otoriter rejime teslim olmak, o rejime koşulsuz bir biçimde itaat etmektir. Gelecekteki insan hakkı ihlallerine açık bir çek vermektir. Bu gönüllü kölelikten başka bir şey değildir.

Açılan soruşturma, hukuki pozitivizmin “yasa yasadır” söylemine sığınılarak haklı gösterilemez. Burada önemli olan yasanın hangi amaçla kullanıldığı ve soruşturmanın kime, neye hizmet ettiğidir. Elbette bir hukuk devletinde temel hak ve özgürlüklerin koruyucusu hukuktur. Ancak Türkiye gibi hukuk devleti ilkelerinin geçerli olmadığı, yargı bağımsızlığının çok tartışmalı olduğu, insanların yargıya güvenmediği bir ülkede temel hak ve özgürlüklerin uygulanması egemenin kararlarına terk edilmiştir.

İktidarın kötüye kullanılması karşısında direnme hakkı doğar. Yurttaş itaatsizliği demokrasilerde temel haklar arasındadır. BM. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde belirtildiği gibi, insan haklarının hukukun üstünlüğü ile korunmadığı durumlarda tahakküm ve baskıya karşı başkaldırmak meşru bir haktır.

Feshane soruşturmasına karşı sivil toplumun ve muhalefetin ortak ve güçlü bir itiraz sesi yükselmesi, sindirilmiş bir toplumla demokrasi mücadelesi veren, direnen bir toplum arasında yapılacak bir tercihtir.

Yazının tamamına ulaşmak için tıklayın.


Etiketler: insan hakları, kültür sanat, nefret suçları, siyaset
İstihdam