20/05/2020 | Yazar: Sibel Yükler

İHD Eş Genel Başkanı Av. Eren Keskin: “Hak ihlalinde de bir ‘öncelik’ sıralaması var insanların kafasında. Ama insan hakları savunucusu olmak demek öncelikle o ‘önceliği’ ortadan kaldırmak demek…”

Şimdi tam da sırası: “Kim, ‘Hakkım ihlal edildi’ diyorsa, o önceliklidir” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“Şimdi tam da sırası” diye başladığımız “Haklar” dizisinin beşinci konuğu İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Eren Keskin. Eren Keskin ile LGBTİ+ hareketi ve trans kadınlarla ilk temasını, İHD’deki dönüşümü, hak savunuculuğundaki homofobik, transfobik yaklaşımları ve hak arama mücadelesinin bugün geldiği noktayı konuştuk.

Seneler önce trans kadınlar maruz kaldıkları işkenceler nedeniyle İHD’ye gittiğinde avukatlığı üstlenen ilk isimdi Eren Keskin. Ancak translarla yürüttüğü hak arama mücadelesinin ilk yıllarında, birlikte çalıştığı hak savunucusu arkadaşlarının homofobik ve transfobik söylemlerine maruz kaldığını anlatıyor. “Bana en çarpıcı gelen kendi arkadaşlarımdaki homofobi oldu. Kürt meselesinde beni takdir eden insanlar, trans kadınlarla ilgilendiğim için benimle alay ettiklerinde bunlar benim arkadaşım olamazdı” diyor.

Geçmişte İHD’de ve hak savunucuları arasında homofobi ve transfobiye karşı bir mücadele yürüttüklerini söyleyen Keskin’e göre, bugün artık İHD içinde böyle bir tutum yer alamaz ancak kendilerini solcu ve demokrat olarak nitelendirip hâlâ LGBTİ+ hareketiyle ortak metne imza atmayan “hak savunucuları” olduğunu da hatırlatmak istiyor:

“Eğer o resmi ideolojiden kopamadıysanız, ki bu resmi ideolojiye heteroeksüel iktidarını da katıyorum, sizin kendinizi tanımladığınız ideolojik kimlik ne olursa olsun bence gerçeği yansıtmıyor.”

Geçmişte ayrı örgütlenmenin LGBTİ+ hareketine kazandırdığı ivmenin önemini vurgulayan Keskin, hareketin ve mücadelenin bugün artık yargı makamını dahi eskisi gibi rahat hareket edemeyecek noktaya getirdiğine dikkat çekiyor.

Hortum Süleyman’lı yıllar…

30 yıldan fazladır insan hakları mücadelesinin içerisindesiniz. Gözaltında Cinsel Şiddete Karşı Hukuki Yardım Bürosu ve İnsan Hakları Derneği (İHD) kurucuları arasındasınız. İHD İstanbul Şube Başkanlığını yaptınız, halihazırda İHD’nin eş genel başkanlığını yürütüyorsunuz. Cinsel taciz ve tecavüze karşı yıllardır mücadele yürütüyorsunuz. Hak savunuculuğu tarihinizde LGBTİ+’lar ve LGBTİ+ hareketiyle ilk temasınız nasıl başladı?

1989 yılında üye oldum İHD’ye ve 1990 yılındaki kongrede de yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptım. Esas olarak insan hakları mücadelem 1990 yılında aktif olarak başladı. 90’ların başında trans kadınlara yönelik işkenceler çok yoğundu. O zamanlar “Hortum Süleyman” olarak bilinen işkenceci bir polis vardı, o sanırım 1991 ya da 92’de göreve geldi, uzun süre görevde kaldı. Trans kadınlar o dönem derneğe gelmeye başladı, çünkü o zaman başka hiçbir sivil toplum örgütü zaten yoktu, tek başvuracakları yeri İHD’ydi ve İHD’ye geldiler. Bizim ilk faal olarak ilgilenmemiz böyle başladı. Zaten LGBTİ hareketinde de henüz böyle bir şey yoktu. 80 darbesi sonucunda herkes savrulmuştu, 1986’da ilk kurulan sivil toplum örgütü İHD’ye herkes her sorun için gelirdi o yıllarda. O arkadaşlarımız da İHD’ye geldiklerinde ilk olarak şunu net bir biçimde gördüm: Bir, onların mağduriyetlerini, yaşadıkları işkenceyi; bir de o zamanlar İnsan Hakları Derneği içinde dahi aslında homofobi ve transfobinin ne kadar gelişkin olduğunu görmüş oldum. Çünkü birçok arkadaşımız açıkçası ilgilenmek istemedi, hatta vekaletlerini aldığımda ben de alaycı sözlerle karşılaştım; “Seni de trans kadın zannederler, sokakta onlarla yan yana yürürken hiç düşünmüyor musun?” gibi. Tabii ki sonradan bu değişti ama ilk başlarda bunları yaşadık. İlk o zamandır temasımız. Hatta bir keresinde hiç unutmuyorum, 1992 senesinde 11 kadın geldiler, hepsinin kanaması vardı, oturamıyorlardı, ne olduğunu sorduğumuzda Hortum Süleyman'ın Belgrat Ormanları'na götürüp kazıklara oturttuğunu anlattılar, çok korkunçtu halleri. “Hadi gelin, hortum Süleyman'a gidiyoruz” dedim, biz dernekten çıktık. Bazıları çekindiler, “Sonra bizimle çok uğraşırlar” dediler. Üç dört arkadaşla birlikte Hortum Süleyman'ın odasına girdik, kendisine “Sen ne biçim insansın, utanmıyor musun bu insanlara bu işkenceyi yapmaya!” dedim. Hiç unutmuyorum, geriye doğru çekilerek oturdu, “Ya avukat hanım, sen git de teröristlerinle ilgilen, bunlar insan mı ki bunlarla ilgileniyorsun” dedi. Hiç unutmuyorum o lafı, tam böyle dedi. Sonra biz ağız dalaşına girdik, ardından çıktık, baktım ki bu adamla uğraşılmaz, suç duyurusunda bulunalım dedik. Zaten karşılıklı davalar oldu, o davalar sırasında birçok faşist örgütü getirip bizim üzerimize saldırttılar. O zamanlar Demet Demir vardı, olaylı davalar, duruşmalar olurdu, her seferinde basına yansırdı. Daha sonra ilk Onur Yürüyüşü yapılacağı zaman da engellendi. O zaman da yine İHD’ye geldiler. İHD’nin öncülüğünde yapılacaktı, onu da engellediler. Biz basın açıklamaları yaptık, protestolar düzenledik, panellerde her zaman ile LGBTİ hareketine söz vermeye çalıştık ama bu arada dediğim gibi kendi içimizde de hala bir şeyler yaşıyorduk, bugünkü gibi değildi. Ama ben bugün bile kendini solcu, demokrat olarak niteleyenlerin de bu durumdan kurtulduklarına pek inanmıyorum. Şimdi her şey elbette “normalleşti” ama o dönem, “Konuşmacı olsunlar mı, olmasınlar mı?” tartışmasının dahi yapıldığını hatırlıyorum, böyle bir durumdaydık. Sonuç olarak benim ilk tanışmam böyle oldu.

Demet Demir’den bahsettiniz. Af Örgütü’nün acil eylem kampanyası başlattığı ilk LGBTİ+ aktivistlerinden biriydi Demet Demir. Sizin de bahsettiğiniz gibi ‘Hortum Süleyman’ diye bilinen Beyoğlu Ekipler Amiri Süleyman Ulusoy döneminde, translara işkence edildi. Demet, evinden gözaltına alınca İHD’den siz gitmiştiniz. O dönem ‘macera’ denen bir şey vardı; şüpheli ya da suçluyu karakol karakol gezdirip avukattan kaçırıyorlardı. Translara polislerin tecavüz ettiği de raporlara yansıdı. Hortum Süleyman’a dava da açıldı, siz Demet’in avukatıydınız.

Demet bir öncü konumundaydı. Tabii ki her insanda olduğu gibi aralarında politik olan insanlar da vardı, politik olmayanlar da. Politik olan birinin hak arama bilinci daha gelişmiş oluyor ve hangi yollara başvuracağını biliyor. Bu nedenle, Demet’in aynı zamanda politik bir insan olması, başvuru mekanizmalarını bilmesi ve kurumlarla ilişkilerinin iyi olması ona o dönem bir önder kimliği kazandırdı. Demet en baştaydı o yıllarda. Aslında bu, LGBTİ mücadelesinde de insan hakları mücadelesinde de cesaretin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir durumdu. Çünkü birçoğu şöyle yaklaşıyordu: O dönem genel olarak hep seks işçiliği yapmak zorunda kaldıklarından ve hep polisle yüz yüze geldiklerinden, polisin onları engelleyeceğini, işlerinden olacaklarını ya da iş sırasında onlara şiddet uygulanacağını söyleyerek genelde geri çekilirlerdi yaşadıkları şiddete rağmen. Ama Demet, hep mücadeleden yana kimliğiyle kendi arkadaşlarını da ikna etmeye çalışırdı. Demet’le böyle çok ortak çalışmamız oldu, onları mücadeleye başlamaları için ikna etme konusunda Demet'in gerçekten önemli bir payı vardır. O davaların açılması bile önemliydi. Siz dava açsanız da hep yargı tarafından yine suçlu konumundaydınız, biz duruşmalara gittiğimizde taşlar atılır, suratımıza tükürülürdü. Örgütlü olarak geliyorlardı, Ülkü Ocakları’nı örgütleyip getiriyorlardı, bize hakaret ediyorlardı. Haklı olduğun yerde bir de saldırıya yeniden maruz kalıyordun.

Mahkemelerde nasıl davranıyorlardı?

İHD müdahil olduğunda biraz daha dikkatli davranıyorlardı ama genel olarak Türkiye’deki yargının diğer kurumlardan farkı yok; son derece erkek egemen, homofobik ve transfobik. Ben girdiğimiz birçok davada kendime bir avukat olarak saygısızlıklarını görmedim bu davalarda, ama davalarda genel olarak daha çok trans kadınlar görünür oldukları için en fazla mağduriyeti onlar yaşıyorlar. Hakim ve savcıların çok kötü tavırlarıyla karşılaştım. İfadesini alırken, “Tamam, tamam kes” diyerek, sürekli küçük görerek davrandıklarına şahit oldum. Davacı konumunda bile olsanız size hep, “Sen farklısın, sen bizden değilsin”i hissettirmeye çalışan yargıç ve hakimler gördüm.

simdi-tam-da-sirasi-kim-hakkim-ihlal-edildi-diyorsa-o-onceliklidir-1

“Hortum Süleyman, LGBTİ hareketinin eleştirileriyle geri çekilmek zorunda kaldı”

Demet örneğinde dava açılan isim polis, üstelik emniyet amiri. Kolay geçmeyen bir süreç olsa gerek. Onun üst düzey bir isim olması yine de yargı önüne çıkmasına engel olamamış.

Hortum Süleyman şöyle bir adamdı: Yıllar yıllar sonra AKP belediye başkan aday adayı oldu ama yine bizlerin ve LGBTİ hareketinin eleştirileri sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı. Bu mücadele geliştiği için böyle oldu. O zaman olsaydı, belki ona tam tersi artı bir değer ağlardı, çünkü o zamanlar hareket bu kadar gelişmemişti. Bu büyük başarı oldu ama Hortum Süleyman devlet içinde önemli bir şahsiyetti, her zaman varlığını devam ettiren ve son derece fütursuz bir adamdı. O kadar emindi ki kendisine hiçbir şey olmayacağına, açıkça “İşkence yaparım” diyordu, zaten hortumla döverdi insanları. Lakabı buradan geliyor. Son derece özgürlük alanı olan, istediği gibi işkence yapabilen bir isimdi. Bana söylediğine bakın, onun algına göre “terörist” daha değerli, “Sen git teröristlerinle ilgilen, bunlar insan mı?” diyor. Yargı makamlarına dönecek olursam… Bursa'da şiddete maruz kalan bir trans kadın müvekkilimiz vardı, onun tanık olarak dinlettiği kişilerden de birkaç tanesi trans kadındı ve ifadelerini verirken hakim bir gün duruşmada, “Yalan söyleme, Allah zaten vurmuş vuracağı kadar sana” dedi, duruşmada bunu söyledi. Biz, “Zapta geçin bu söylediklerinizi, nefret suçu işliyorsunuz” diye itiraz ettik, zapta dahi geçmedi, duruşmada kavga çıktı. Genel olarak yaklaşımları hep böyleydi.

Bir de 2009 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine getirilen Hüseyin Çapkın, Hortum Süleyman dönemine benzer bir süre. Ama bir de dönüşüm var. Hortum Süleyman zamanını düşünürsek, Hüseyin Çapkın’a kadar arada 15-20 yıl kadar bir süre var, siz bu geçen süreyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bir dönüşüme tanıklık ettiniz?

Başlangıçtaki yıllarda sadece İHD vardı, LGBTİ hareketinin kendi kurumları henüz kurulmamıştı. Bu nedenle her zaman İHD’de komisyon kurmak istediler, zaman zaman kurdular da ama hiçbir zaman İHD’deki örgütlenmenin yetmeyeceğine ben de inanıyordum, bunu kendi aramızda da konuşuyorduk, mutlaka kendi örgütlerini kurmaları gerekiyordu. Bunun ne kadar önemli olduğunu o örgütler kurulduktan sonra gördüm, çünkü asıl mücadele alanınız oluyor, bence ayrı örgütlenmenin LGBTİ hareketine kazandırdığı çok büyük bir ivme oldu. Çünkü bu coğrafya son derece ırkçı, Sünni Müslüman ve “heteroseksüel ırkçısı.” Ben öyle tanımlıyorum, çünkü heteroseksüeller dışında kimseye yaşama hakkı tanımayan bir anlayış var. Bu son derece totaliter bir devlet yapısı olduğu için halk da genel olarak böyle zaten. Toplumsal cinsiyetçi bakış açısı o kadar çok pompalanıyor ki insanlar sadece futbol ve dizi izliyorlar ve her ikisinde de erkeklik üretiliyor. Halk da devlet gibi. O gün Ülker Sokak’ta yaşananlar sadece polisin saldırısı değildi, halk da saldırıyordu, birçok insanı örgütlemişlerdi zaten. Ama daha sonra hareketin güçlenmesiyle, haklarına sahip olma bilincinin artmasıyla birlikte polise ve halkla karşı direnmeye başladılar, o korktukları polise karşı bir zamanlar tavır alamazken, “Bu benim hakkım” demeye başladılar. Son dönemde Alperen Ocakları’na davalar açtık, davaları kazandık, küçük cezalar ama ne olursa olsun ceza aldılar, bu bile önemli. Ben bunu tamamen hak arama bilincinin gelişmesi ile birlikte değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

“Kürt meselesinde beni takdir edenler, trans kadınlarla ilgilendiğim için alay etti”

Peki LGBTİ hareketi ve translarla olan temasınız İHD’ye ve İstanbul Şubeye nasıl yansıdı? Siz bu çalışmaları genel olarak İHD desteğiyle mi yoksa kendi hak savunucusu kimliğinizle mi yürüttünüz?

Ben daha çok birey olarak var oldum, daha çok avukatlıklarını yaptım, onların kurumlarıyla iç içe oldum. İHD’de ise benim gibi düşünen çok sayıda arkadaş vardı ama düşünmeyen de çok sayıda insan vardı. Ben kurumları genel olarak halktan ayrı tutmuyorum, sonuçta hepimiz o halkın parçalarıyız ve çeşitli kurumlar kuruyoruz. Kendilerini sosyalist, komünist olarak niteleyip hala LGBTİ hareketiyle ortak metne imza atmayan ve kendini solcu olarak tanımlayanlar var, biliyorum. Yani solculuk asla bir ölçü asla değil. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra da eşcinsellik yasakmış. Bu nedenle ilericiliği asla sağcı ve solcu olmak olarak tanımlamıyorum. Çünkü her şeyin bir Türk’ü var, Türk feminist, Türk solcusu… Eğer o resmi ideolojiden kopamadıysanız, ki bu resmi ideolojiye heteroeksüel iktidarını da katıyorum, sizin kendinizi tanımladığınız ideolojik kimlik ne olursa olsun bence gerçeği yansıtmıyor. İlerici ve demokrat bir insan olamıyorsunuz maalesef. Mesela Kürdistan'da da var artık LGBTİ hareketi var ama örneğin Kürt meselesinde yan yana çalıştığım ama homofobik ve transfobik bakışı nedeniyle asla yan yana gelemeyeceğim arkadaşlar var. Biz bunun tartışmasını kendi içimizde de yapıyoruz. 20 yıl önce böyle değildi, 20 yıl sonra daha iyi olacak.

Sizi trans kadınlarla, LGBTİ hareketiyle hak mücadelesinde daha doğrudan ve daha yatay bir şekilde birleştiren temel nokta neydi? Feminist kimliğinizi, Kürt kadın kimliğinizi, bu sebeple ayrımcılığa uğramanızı düşünebilir miyiz?

Bu meselenin yakıcılığı ile ilk karşılaştığımızda, arkadaşlarımızın ne büyük sorunlar yaşadıklarını gördüğümde ben hep şu soruyla başlamanın daha doğru olduğunu düşünüyordum: “Benim çocuğum lezbiyen olsaydı, trans bir kadın olsaydı ya da gey olsaydı?” Ben hep bunu düşünmekten yanayım, ne farkı var, benim ondan ne farkım var? Bu doğuştan bir cinsiyet kimliği. Buna karşı çıkmanın ırkçılıktan hiçbir farkı olmadığını kendi içimde çözümledim. Bana en çarpıcı gelen kendi arkadaşlarımdaki homofobi oldu. Kürt meselesinde beni takdir eden insanlar, trans kadınlarla ilgilendiğim için benimle alay ettiklerinde bunlar benim arkadaşım olamazdı. Demet Demir’in hikayesi alalım. Demet, bir dönem İHD’de çalışan homofobik birçok erkek arkadaşımızdan çok daha kültürlü, çok daha rahat arkadaşlık yapabileceğim, her şeyi paylaşabileceğim bir insandı. Sen kimsin de onu eleştirme hakkını kendinde buluyorsun ya da onunla alay etme, kırma hakkını nereden alıyorsun? Kimsin sen! Ben belki çok yakın olduğum insanların tavırlarını böyle şak diye görünce etkilendim diye düşünüyorum. Devrimci olmakla, solcu olmakla olmuyor, insan olacaksın önce. Bir diğerinin cinsiyet kimliği seni hiçbir şekilde ilgilendirmez, senin hiçbir üstünlüğün yok, onun hiçbir aşağılığı yok. Biz resmi görüşle fazla biçimlenmişiz, o nedenle aşılması zor oldu belki ama bence hareket oldukça başarılı. Birçok şey artık kırıldı, her yerde LGBTİ birilerini görebiliyorsunuz. “Normal” kavramı çok saçma, bunu sadece iktidarlar belirler. Suçlu olan biziz aslında, bizim bakış açımız suçlu, bunu değiştirmek için mücadele edeceksin, başka bir şey çare yok.

simdi-tam-da-sirasi-kim-hakkim-ihlal-edildi-diyorsa-o-onceliklidir-2

“Artık İHD’de homofobik ve transfobik bir görüş yer alamaz”

1994 yılında, İHD’de lezbiyen ve gey komisyonu kurulmuş ve çok kısa bir süre sonra yönetim değişikliğinin ardından komisyon dağıtılmıştı. Bu komisyon yeni yönetim tarafından istenmemişti. Bugün o dönemin özeleştirileri veriliyor, Öztürk Türkdoğan da söyleşimizde, homofobik insanlarla ayrışmalar yaşandığını, bugün artık İHD çatısı altında ayrımcılığa taviz verilmediğini söyledi. Sizce hak savunuculuğunun transfobi ve homofobiyle imtihanı nasıldı?

O dönem bunlara sebep olanlar artık İHD’de değiller, kaldı ki zaten İHD’de açıkça homofobik ve transfobik yaklaşan artık yer alamaz. En azından bizler gibi düşünen insanlar tarafından bu engellenir.

2014’teki tüzük değişikliğinde de cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği sebebiyle kimsenin ayrımcılığa uğratılamayacağı belirtilmiş.

Evet. Ama bu, “İHD’nin içinde homofobik insan yoktur” demek değil, vardır belki ama en azından bunu açık yapamazlar. MYK toplantılarımızda da zaman zaman bu tür tartışmalar hala olur. Birçok arkadaşımızın bu nedenle derneğe başvuruları da oldu ve her zaman onlardan yana pozitif ayrımcılık yaparak çözdük bu sorunları. Farklı düşünenler var ama artık İHD’de homofobik bir görüş mümkün değil, yer alamaz. En azından İHD tamamen içindeki homofobiyi bitirdi diyemeyiz; homofobik insanlar vardır ama hiçbir zaman onlar karar mekanizması olamazlar, böyle bir noktaya geldik.

O dönemdeki tartışmaları hatırlıyor musunuz?

Biz İstanbul Şube'deydik, duyum olarak alıyorduk. Ankara Şube’de böyle bir şeyin olduğunu biliyorum ama çok içinde değildim açıkçası.

Öztürk Türkdoğan da bu süreçte yan yana gelebilmenin öneminden, LGBTİ hareketinden çok şey öğrendiklerinden bahsetmişti. İstanbul Şube’nizde de LGBTİ hareketiyle ortak çalışmalarınız oluyor mu?

Tabii ki zaman zaman yapılıyor, İHD İstanbul Şube'nin ve Genel Merkezi’nden aksi bir tutumu olamaz, her zaman birlikte hareket ediyoruz, zaten birlikte hareket ederek birbirini tanıyorsun. Birçok homofobik yaklaşım belki öyle kendini kaybettiriyor, bizim burada artık aksi bir durum tartışma konusu bile değil, her zaman birlikte iş yaparız ama yapmak istemeyen örgütler de var, bunu da biliyorum.

“Kim, ‘Benim hakkım ihlal edildi’ diyorsa, o önceliklidir”

Sizce de bu durum tuhaf değil mi? Hak mücadelesi için hak savunucusu bir örgüte başvurduğunuzda size homofobik davranılması mantığa bile ters değil mi?

O kadar ittihatçı bir devlet, o kadar ırkçı, şoven ve erkek bir millet yaratılmış ki, siz kendiniz de mağdursunuz. Her şeyden önce emeğimiz sömürülüyor, işçi sınıfı diyelim mesela, ama en büyük homofobi orada, kendisi de bir ezilen olmasına rağmen… Bizde “öncelikler” var, yani hak ihlalinde de bir öncelik sıralaması var insanların kafasında. Böyle olmamalı, zaten insan hakları savunucusu olmak demek öncelikle o “önceliği” ortadan kaldırmak demek… Kim, “Benim hakkım ihlal edildi” diyorsa, o önceliklidir, kimi bir savaş mağdurudur, kimi işkence mağdurudur, kimisi homofobik bir saldırı mağdurudur ve hepsi birinci önceliktedir. Eğer insan hakları savunucusuysanız gerçekten böyle bir öncelik sıralaması yapamazsınız. Bence İHD’de bunu başarabilen çok sayıda insan var ama başaramayan da var. Genel olarak bunu başaran bir savunuculuğa gelmiştir.

Daha ziyade trans kadınların davalarda avukatlık yapıyorsunuz. Baktığınız davalar, genel olarak LGBTİ hareketin içerisindeki trans kadınların davası mı, yoksa bireysel başvurular sonucu açılan davalar mı? Bu davalarda failler genel olarak kimler?

Genel olarak bizim ilgilendiğimiz müvekkiller hareketten yönlendirilen ya da hareketin içinde olup beni tanıyıp gelen insanlar. Ama bambaşka nedenle gelen, örneğin Ajda gibi insanlar da var. Ajda, hareketin içinde olan bir insan değil ama Baro'ya başvuruyor ve barodan bir arkadaş bana yönlendiriyor. Çoğunlukla daha çok hareketin içinden yönlendirilen ya da hareketin içinde olan trans kadınlar var, bize daha çok trans kadınların başvurusu oluyor. Baktığımız davalar içinde polis şiddeti, polis tacizi ve cinsel taciz var. Büyük bir çoğunluğu polisin cinsel tacizi. Bir de Kabahatler Kanunu’na göre kesilen para cezaları var, o para cezalarına karşı itirazlar yapıyoruz. Ayrımcılıktan dava açtığımız olaylar var. Örneğin Ebru vardı, kadınlar hamamına alınmamıştı, üstelik pembe kimliği olmasına. Kazandığımız davalar var, özellikle cinsiyet uyum süreci ameliyatlarında çok mağdur olan insan oluyor, ameliyatlar yanlış yapılıyor ya da estetik ameliyatlarında doktorlara karşı açtığımız davalar oluyor.

Bunlar büronuzun takip ettiği davalar mı, yoksa İHD olarak takip ettiğiniz davalar mı?

1997 yılından beri kadın hukuk büromuz var, devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye uğrayan kadın ve trans kadınlara ücretsiz avukatlık yapıyoruz. Burası bağımsız kadın hukuk büromuz, sığınmacı kadınlara, trans kadınlara ya da herhangi bir nedenle adli ya da siyasi bir nedenle polis, asker, korucu tarafından tacize, tecavüze maruz kalan kadınlara ücretsiz avukatlık yapıyoruz, Birleşmiş Milletler destekliyor.

Peki bu davalarda LGBTİ örgütlerin avukatları da bulunuyor mu?

Bazı davalarda evet. Ceza davalarına genellikle toplu giriyoruz ama doktora karşı açılan bir tazminat davası gibi daha özel davalar, onlarda tek oluyoruz.

“Kabahatler Kanunu cezaları kaldırılıyor ama kamu görevlileri olduğu için içtihat oluşmasına engel oluyorlar”

Doktorlara karşı açtığınız davalardan birkaç örnek verebilir misiniz?

Bir estetik ameliyattan örnek vereyim. Trans kadın arkadaşımız çok bilinçli ve parası olan bir kadındı. Doktor, arkadaşımızın parası olduğunu bildiği için sürekli ameliyat öneriyor ve kadının suratı sonunda tanınmaz hale geliyor. İl Sağlık Müdürlüğü’nden raporlar aldık. Bu ameliyatları normalde hastanede yapmaları gerekirken, genelde kendi muayenehanelerinde, son derece sağlıksız koşullarda yapanlar vardı, bahsettiğim davamız da devam ediyor, büyük ihtimalle de kazanacağız. Bir başka kadın vardı, o da ameliyattan sonra doktorun kendisine tecavüz ettiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu ama adam eski bir askerî doktor ve çevresi çok geniş. Tabii ki orada devlet hemen bir koruma altına alıyor. Bunun dışında çok fazla cinsel tacizden dolayı yaptığımız suç duyuruları var ama genel olarak polislere hiçbir zaman kadınlara yönelik cinsel işkenceleri nedeniyle dava açılmıyor, ancak bu davaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde kazanıyoruz. İç hukukta çok dava açılmıyor, savcılık genelde takipsizlik kararı veriyor. Kesinleşiyor ve biz Anayasa Mahkemesi’ne ardından da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyoruz.

Özellikle seks işçisi trans kadınlara Kabahatler Kanunu’ndan çok fazla ceza kesiliyor.

Evet, dört beş sene önce Harbiye'de oturuyordum. Arkadaşlarımla bir yerde oturuyorduk. Daha sonra yolda yürürken o sırada polislerin çevirme yaptığını gördük. Polisler iki trans kadını çevirmiş, tam ceza kesecekken bir tanesi tesadüfen beni gördü, “Eren abla” diyerek geldi, biz sarıldık birbirimize, polis bakakaldı. Polis de bizi İHD’den ötürü tanıyor. “Ne yapıyorsunuz, ceza kesemezsiniz” diyerek engelledik, sonra polis olay büyümesin diye bırakıp gitti. Orada şunu hissettim, karşılaşmamız o kadına orada büyük bir güç verdi, polis yine ceza kesecekti, belki bir şey diyemeyeceklerdi, çünkü aynı yerde çalışmak zorunda bir yandan da. Bu arada polisler birçoğunda zaten resmi para cezası kesmiyorlar, kendilerine alıyorlar o paraları.

Peki bu sebeple suç duyurusunda bulunduğunuz oldu mu?

Evet, Sulh Ceza Mahkemesi'ne ayrımcılıktan başvurup cezayı kaldırdığımız oldu. Sulh Ceza kararı kaldırıyor ama bu bir içtihat haline gelemiyor. Kaldırması iyi ama kaldırıp yine yapmaya devam ediyorlar. Kaldırmasa ve bir üst mahkemeye itiraz edip içtihat haline getirsek o zaman yapılamaz ama bunu yapmıyorlar. Bağlayıcılık olmuyor.

Bilerek yapıyorlar değil mi?

Bence bilerek yapıyorlar.

Çünkü Hande Buse Şeker davasında “kamu görevlisinin itibarı” sebebiyle gizlilik kararı gündeme geldi. Bu cezaları kesenler kamu görevlisi olduğundan, içtihat oluşturmasını engellemek için ezayı kaldırıp üst mahkemeye taşınmasını engelliyor olabilirler mi?

Büyük ihtimalle böyle. Kamu görevlileri olduğu için içtihat oluşmasına engel oluyorlar.

“Yargıda hareketin güçlenmesinin etkisi var, artık dikkatli davranmak zorunda kalıyorlar”

Hande Buse Şeker’in davası nasıldı peki?

Hande Buse, bana göre çok çarpıcı. Diğer avukatlarla olayın kamera görüntülerini de izledim, korkunç bir nefret cinayeti. Öldürdükten sonra bir de tecavüz var dosyada ve bu adam önce serbest bırakılıyor. Hande’nin demek ki içine doğdu, kendi güvenliğini kendi sağlamış, eve kamera almış birkaç gün önce ve arkadaşları o kamera görüntüleriyle tespit ediyor. Görüntüler savcılığa verildikten sonra polis tutuklandı, o görüntüler olmasaydı diyecekti ki, “Beni ilişkiye zorladı.” Hep böyle savunma yapıyorlar, muhtemelen böyle kurtulacaktı ama o görüntüler gidince mecburen tutuklamak zorunda kaldılar. Şimdi mütalaa aşamasında, muhtemelen birkaç celse sonra sonuçlanır.

Daha kolluk aşamasından savcılık ifadesine ve dava açıldıktan sonra mahkemenin tutumuna kadar; bunca yıllık mücadelenin yargıya yansımasını nasıl görüyorsunuz? Hakimin ya da savcının nefret suçu ve cinayetlerinde olması gereken kararı vermesi için illa Hande Buse gibi bir örnek mi yaşanması lazım?

Kadına yönelik şiddet konusunda da, nefret suçu konusunda da, siyasi suçlarda da böyle: Yargı taraf. Ama ben yine de birtakım değişiklikler olduğuna inanıyorum, hareketin güçlenmesi, ses getirmesinin etkisi olduğu düşünüyorum. Bunlardan bir örnek dava da hamam işleten kişinin Ebru Kırancı’ya yaptığı ayrımcılıkta cezalandırılması gibi, bu önemli bir şey. Hak arama bilinci de gelişiyor ve hakimler ya savcılar eskisi kadar kolay hakaret edemiyor, daha dikkatli davranmak zorunda kalıyorlar. Sosyal medyanın da etkisi olduğunu düşünüyorum. Artık her şeyi anında sosyal medyadan duyurabiliyorsunuz. Ajda'nın yaşadıkları gibi. Ajda kendi apartmanındaki insanlar tarafından transfobik saldırılara maruz kalıyor ama şimdi artık bütün herkes biliyor, Ajda diye biri var ve transfobik saldırıya uğruyor. Bu yüzden sosyal medya düşmekten de biraz çekiniyorlar belki. Örneğin Alperen Ocakları’ndan kişilere açılan davada ceza vermek zorunda kaldılar, çünkü bu dava sahiplenildi. Son derece açık bir fizikî saldırı var, duruşmalarda da ne kadar transfobik olduklarını anlattılar, bunun haklı bir şey olduğunu savundular ama ceza aldılar. Bu eskiden olmazdı ama zamanla değişecek.

Ebru'nun pembe kimliği vardı. Ama pembe kimliği olmasaydı neler yaşanırdı? Yine ayrımcılık sebebiyle ceza verilir miydi? Bunu şu maksatla soruyorum: Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) bir nefret tanımı var ama aslında ayrı bir nefret suçu cezası yok. Yıllardır mücadele eden bir hukukçu olarak bunun bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir nefret tanımı var ama Türkiye’nin kendi iç hukukunda olmasa bile altına imza attığı uluslararası sözleşmeler var. Örneğin İstanbul Sözleşmesi. İstanbul Sözleşmesi çok açık bir dille imzacı devletlere toplumsal cinsiyetçi bakış açısına karşı mücadele görevi yüklüyor. Sözleşmeye “sözde ahlak” yazılmış, diyor ki, “Sözde ahlak kavramını tartışmaya açacaksın.” Uluslararası sözleşmeler, Anayasa’ya göre iç hukukun üzerinde. İç hukuk düzenlemesini yapmamış olsa bile, Türkiye bu sözleşmelere imza attığı için buna uygun davranması gerekiyor ama yapmıyorlar. En son kamuoyuna da yansıdığı gibi, biz Buse'nin davasını takip ediyoruz. Buse, bir trans kadın, bir siyasi hükümlü, bir Kürt kadın. Buse, yasanın cinsiyet uyum ameliyatı için aradığı bütün şartları yerine getirdi. Dava açıldı, mahkeme hastaneden rapor aldı, ameliyatının yapılmasının hem psikolojik hem fiziksel olarak gerekli olduğu saptandı ama Bakanlık dedi ki, “Ben ameliyat ettirmem, bu ameliyat estetik amaçlıdır.” İnsanın cinsiyet kimliğini estetik ameliyat olarak gören bir bakış açısı bu. Tamamen İstanbul Sözleşmesi'ne aykırı. Senin yasan, senin mahkeme kararı “Cinsiyet uyum ameliyatını yapacaksın” diyor ama buna rağmen yapmadılar. Devlet, “Karşılamam” dedi, hala Buse'nin ameliyat olabilmesi için uğraşıyoruz.

Cezaevlerinde neler yaşanıyor?

Buse’den de söz açılmışken, son olarak cezaevindeki durumu sormak istiyorum. Translar cezaevlerinde hangi hak ihlallerine maruz kalıyor?

Cezaevinde eğer gey, lezbiyen ya da biseksüelseniz ve dışarıdan sizi anlamazlarsa uğraşmıyorlar, ama trans kadın ve trans erkekler açısından ciddi sorun çıkarıyorlar. Daha çok trans kadınların avukatlığını yapıyoruz. Eğer trans kadınsanız ve cezaevindeyseniz tamamen izolasyona tabi tutuluyorsunuz, tecrit altındasınız. Çünkü sizi kadınlar bölümüne koymuyorlar, “Kadın değilsin” diyorlar, erkekler bölümüne koymuyorlar zaten onu da trans kadının kendisi istemiyor. “Sen farklı kimliksin, seni hücrede tutacağım” diyor. Tek kalanların hepsi bir hücrede kalıyor. Mesela Buse ancak yanında bir başka trans kadın hükümlü daha gelirse yalnız kalmayacak, daha önce Diren gelmişti yanına, bir yıla yakın birlikte kaldılar. Buse o zaman ameliyat edilmemesini protesto ettiği için kendi cinsel organına zarar verdi ve eğer orada Diren olmasaydı belki de kan kaybından ölmüştü, Diren'in seslenmesiyle geliyorlar ve hastaneye götürüyorlar. Yine bir tecrittesin ama iki kişilik bir tecrit, yanında biri var hiç olmazsa, tek başına değilsin. Bir kere tecrit bir işkence yöntemidir. Eğer trans kadınsanız işkence altında cezaevinde tutuluyorsunuz, trans kadın kadınlarla kalır ancak kendisi isterse, “Ben kendim ayrı bir yerde kalmak istiyorum” derse ayrı kalabilir. Yaşamın her alanı tamamen heteroseksüellere göre düzenlenmiş, nasıl engelsiz olanlara bir yaşam biçimlendiyse heteroseksüellere göre de biçimlenmiş. O Kabahatler Kanunu’na göre kesilen ceza para cezalarının üstünde “çevreyi kirletmek” yazıyor, bu ırkçılık.

Tabii cezaevindeki kötü muamele ve ayrımcı uygulamalar yalnızca cezaevi yönetimi veya kamu görevlileri tarafından uygulanmıyor. Aynı zamanda mahpuslardan yönelik ayrımcılığa da uğrayabilirler.

Evet, sadece cezaevi yönetimi değil, aslında mahpusların tutumları da son derece homofobik ve transfobik, cezaevi her an saldırıya hazır bir ortamdır. Birçok trans kadın müvekkilimiz gardiyanların kendilerine cinsel taciz içeren sözler söylediklerini ya da sırf inatlarına erkek ismiyle hitap ettiklerini anlatıyor. Amaçları cinsiyet kimliğine hakaret etmek. Her şeyden önce bir insan kendi cinsiyet kimliğini nasıl tanımlıyorsa odur, “Ben kadınım” diyorsa doğal olarak kadınlar bölümünde kalması gerekir, bir kere böyle bir hakkı var ama mahkeme eğer sen ameliyat olduysan seni kadın kabul ediyor, yani “cinsel organa” göre cinsiyet kimliğini belirleyen bir devlet yapısı var karşımızda. Trans kadınları “erkeklikten vazgeçmiş” görüyorlar, “Sen nasıl erkeklikten vazgeçersin” diyorlar, erkeklik o kadar üstün görülüyor ki.

Devlet, “Pembe kimliğin varsa kadınlar koğuşunda kalabilirsin” diyor ama aynı devlet, cezaevindeki transın ameliyat olmasına engel oluyor.

Evet, ilginç. “Pembe kimliğin varsa kadınlar koğuşunda kalabilirsin” diyen devlet, bu kez de ameliyatı engelliyor. Bence orada, “Sen erkeksin, erkekliğin ne zararını gördün” diyor ve ameliyat olmasına izin vermiyor. Bir de açık kimlikli olmayanlar var, benim görüştüğüm bir trans erkek vardı, ailesinden korkuyordu. Çeşitli korkuları var. Bir müvekkilim bana, “Eren abla bizi önce ailelerimizi terk eder” demişti, gerçekten benim de gördüğüm o kadar böyle hikaye var ki. Bir anne, bir baba çocuğundan vazgeçiyor, bu nasıl bir anlayıştır? Benim bildiğim birçok trans kadın vardı, sağlıklarında onlara sahip çıkmayan aileler, öldükleri anda mallarına düşüyordu, çok korkunç bir şey bu. Kendi çocuğundan vazgeçirecek kadar bir ırkçılık, inanılmaz bir şey. 


Etiketler: insan hakları, kadın, nefret suçları
nefret