21/07/2020 | Yazar: Ezgi Epifani
Eğer sizi nefret söylemi değil de “ifşa kültürü” endişelendiriyorsa ya iki yüzlü olduğunuzu ya bağnaz olduğunuzu ya da ikisi birden olduğunuzu düşünürüm.
Foto: Nermina Filipovic
Julia Serano’nun 23 Ağustos 2017 tarihli ve https://medium.com/@juliaserano/refusing-to-tolerate-intolerance-f24c1bff513f linkli yazısını iki parça halinde Ezgi Epifani KaosGL.org için çevirdi. İlk bölümüne şuradan ulaşabileceğiniz yazının ikinci bölümü şöyle:
“İfade özgürlüğü” çağrıları politik anlamda asla tarafsız değildir
Zemini hazırlamışken şimdi Milo Yiannopoulos bozgununu tekrar ele almak istiyorum.
Daha önce söz ettiğim gibi, Yiannopoulos’un ırkçılık, yabancı düşmanlığı, kadın düşmanlığı ve transfobik ifadelerde bulunduğu ve bunları teşvik etmekle kalmayıp, takipçilerini de ötekileştirilmiş grup üyelerinin bilgilerini yaymaya, onları taciz ve tehdit etmeye (böylece sessizleştirmeye) teşvik ettiği bir geçmişi var. Bu sebeplerle, bu senenin başlarında öğrenciler ve aktivistler Yiannopoulos’un üniversitelerde yapacağı konuşmaların iptal edilmesi için (no-platforming[1]) çabaladılar. Bunu üniversite yönetimlerine verilmek üzere imza toplayarak ve söyleşileri protesto ederek (yani kendi “ifade özgürlüğü” haklarını kullanarak) yaptılar. Çoğu ana akım medya uzmanı bu eylemleri ya Yiannopoulos’un “ifade özgürlüğü” ya da daha genel anlamda “ifade özgürlüğü” üzerinde bir saldırı olarak görüp kınadılar.
Daha sonra Yiannopoulos’un reşit olmayanla cinsel ilişkiyi tasvip ettiği ses/video kayıtları ortaya çıkınca CPAC Yiannopoulos’la yapılacak söyleşiyi, Simon & Schuster da kitap anlaşmalarını iptal etti ve Yiannopoulos Breitbart News’tan zorla istifa etti. Diğer bir deyişle, Yiannopoulos’un platformunu elinden alanlar bu kurumlar oldu. Irkçılık/cinsiyetçilik vb. karşıtı aktivistleri “ifade özgürlüğüne” bir tehdit olarak resmeden tüm medya organları ve uzmanları birdenbire dikkat çekici bir şekilde sessizleştiler. Bense Breitbart News’ün, CPAC’nin ve Simon & Schuster’ın bu eylemlerinin “ifade özgürlüğüne” tehdit teşkil ettiği şikayetinde bulunan tek bir yazı bile görmedim.
Bundan alınacak birden fazla ders var olduğunu düşünmekteyim.
İlk olarak, daha önce bahsettiğim gibi, bu durum kurucu tahammülsüzlüğün varlığını göstermektedir: “Yiannopoulos’un söylediklerine katılmıyorum ancak fikirlerini söyleme hakkını savunuyorum” diyen medya uzmanları gerçekte iki yüzlüdür çünkü “ifade özgürlüğü” hakkının reşit olmayanla cinsel ilişkiyi hoş gören kişileri kapsamasına ya da bu hakkın bu koşulda savunulmasına inanmadıkları açıkça ortadadır. Yiannopoulos’un bu hususta yorumlarını hoş görmeyi ya da bu sebeple ona platform sunmayı reddedenlere karşı kesinlikle kötü bir şey hissetmiyorum. Ancak şuna işaret etmeliyim ki, bu uzmanlar ve kurumlar çizgiyi burada çekerek, Yiannopoulos’un şimdiye kadar söylediklerinde ve yaptıklarında, hem internet ortamında hem söyleşilerinde ötekileştirilmiş bireylerin özel bilgilerini yaymasında, bu kişileri taciz ve tehdit etmesinde sorun olmadığını hatta tamamen hoş görülebilir olduğunu örtük olarak ortaya koymaktadırlar. Onların gözlerinde bunlar normal söylemin sınırları içerisindedir (bu arada sözüm sana Kurt Eichenwald).
İkinci olarak, eğer kurucu tahammülsüzlük varsa (ki var!) ve hepimizin belli bazı şeylerin ifade edilme hakkını savunmayı bırakacağımız bir kritik eşiğimiz varsa, o zaman bunun anlamı “ifade özgürlüğü” çağrılarının asla tarafsız olmadığıdır. Aksine bu, söylenen şey için destek sunmaktır. Açık olmak gerekirse birinin “ifade özgürlüğünü” savunmak, söylediklerine canı gönülden katılmakla eşdeğer değildir (ancak araştırmalar ikisi arasında genellikle iyi bir korelasyon olduğunu göstermektedir). Ancak benim söylediğim şudur: Birinin “ifade özgürlüğü” hakkını seslendirmek için zahmete girerseniz bu, söylenenin bir sorun teşkil etmeyip tamamen hoş görülebilir olduğuna ve normal söylemin sınırları içinde olduğuna inandığınıza işaret etmektedir (ve de Milo’nun hem geçmiş hem müstakbel ifade özgürlüğü savunucularının bunlarla bir sorunu olmadığı anlamına gelmektedir).
Bunun bariz bir sonucu vardır: Eğer (her iki taraftan) aktivistler, mesela internet ortamında şikayet ederek, editöre mektup yazarak, imza toplayarak, protestolara katılarak veya boykot düzenleyerek kendi “ifade özgürlüklerini” diğer kişinin “ifade özgürlüğüne” karşı hoşnutsuzluk veya görüş ayrılığı ifade etmek için kullanırlarsa ve siz de bu aktivistleri “ifade özgürlüğünün” basit ilkelerine saldırmakla ya da altını kazımakla suçlarsanız, o zaman bu sizin onların gerekçelerine katılmadığınızı ya da hiçbir şekilde tahammül edemediğinizi ve ayrıca sadece bazılarının “ifade özgürlüğü” hakkı olduğuna inanan ikiyüzlü bir “ifade özgürlükçüsü” olduğunuzu gösterir.
Üçüncü olarak, Yiannopoulos’un reşit olmayanla cinsel ilişkiye girmediğini belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Kendisi, bazı durumlarda reşit olmayanla cinsel ilişkinin herkesin sandığı kadar korkunç olmayabileceğini iddia etmiştir. Bu yüzden, Yiannopoulos’un yorumunun kabul edilemez olduğuna ve kendisine bu sebeple platform sunulmaması gerektiğine inanan herkes (en azından bu durumda), kelimelerin sadece soyut ve gizemli varlıklar olmadığını, aksine “ifadelerin” sonuçları olduğunu (ifade bir “eylemdir”) ve böylece gerçekten zarar verebileceğini anlıyor gibi gözükmektedirler.
Yiannopoulos dinleyicilerini reşit olmayanla cinsel ilişkiye girmeleri için teşvik de etmiş değildir; sadece reşit olmayanla cinsel ilişkinin bazen kötü bir şey olmayabileceğini iddia etmiştir. Bu yüzden bu iddiayla (haklı olarak) dehşete kapılan herkes, (reşit olmayanla cinsel ilişki gibi) sadece zararlı davranışların değil, zararlı davranışları damgadan kurtarma ve normalleştirme çabalarının da damgalanması ve cezalandırılması gerektiğini (yani, bunların hoş görülmemesi gerektiğini) açıkça kabul etmektedir.
Eğer reşit olmayanla cinsel ilişki konusunda tüm bunların doğru olduğuna inanıyorsanız o zaman size soruyorum: Aynı bakış açısı neden düpedüz ırkçılık için geçerli olmasın? Ya da Yahudi düşmanlığı için? Ya da kadın düşmanlığı için? Ya da transfobi için? Tüm bu ötekileştirme biçimleri (diğerleriyle beraber), hali hazırda haklarından mahrum edilmiş sesleri bastırma ya da kısma çabalarıdır (ve sıklıkla oldukça başarılıdır). Bu bireylerin otonomilerini, haklarını ve insanlıklarını reddetme kastıyla nefret söyleminde bulunulur. O yüzden eğer gerçekten, samimiyetle “ifade özgürlüğü” yanlısıysanız, başkalarını sessizleştirme çabalarını hoş görmeyi reddetmeniz gerekmez mi?
Zemin her iki tarafta da kaygan
Buraya kadar umarım çoğunuzu bu önemli tartışmaların, sınırları belirsiz ve hiç kimsenin kapsamlı olarak inanmadığı klişe “ifade özgürlüğü” kavramı çevresinde döndürülmemesi gerektiğine ikna edebilmişimdir. Bunun yerine, hoşgörünün daha pragmatik meselesine odaklanmalıyız: Bireyler, kurumlar ve bir toplum olarak hangi eylemleri (söylemleri ya da başka bir şeyi) hoş görmeye (ya da görmemeye) razı olmalıyız? Bu konuda düşüncelerimi bu makalenin ikinci kısmında (“Hate Speech versus Call-Out Culture”) paylaşacağım ancak burada, mutlak ifade özgürlüğü savunusunun son kalesi olan “kaygan zemin argümanına” değinmek (ve artık bu konuyu son yolculuğuna uğurlamak) istiyorum.
Kaygan zemin argümanları genellikle mantık hataları olarak görülür ve detayını bu akademik makalede bulabilirsiniz[2]. Özetle, kaygan zemin argümanları farklı şeyleri birbirinden ayırma kabiliyetimiz olmadığını varsayar. Mesela, hemcins evliliği karşıtları sıklıkla bu taktiği kullanır: Hemcins evliliğini yasallaştırmanın nihayetinde çok eşli evlilikleri veya ensest evliliklerini ya da insan ile hayvan evliliğini yasallaştırmaya yol açacağını iddia ederler. Ancak, bunların hepsi hem birbirinden hem de hemcins evliliğinden farklı olan şeylerdir ve her biri ayrı ayrı kendi olan (veya olmayan) dayanakları üzerinden değerlendirilebilir (ve de değerlendirilmelidir). Kaygan zemin argümanları mantık hatalarıdır çünkü tartışmayı bir yerden (hemcins ilişkileri yasallaştırmak), daha tatsız ve korkutucu başka bir yere çevirme (hayvanlarla cinsel ilişki) çabalarıdır.
Mutlak ifade özgürlüğü savunucularının kaygan zemin argümanı tipik olarak şöyledir: “Transfobik bir ifadeyi (veya başka nefret söylemlerini) sansürlersek, o zaman sıra neye gelecek Julia? Peki ya insanlar senin söylemek istediklerini yasaklamaya başlarsa?”
Öncelikle, kim “yasaklamaktan” veya “sansürlemekten” bahsetti ki? Ben hiçbir şekilde böyle bir durumu savunmadığım halde, mutlak ifade özgürlüğü savunucuları Orwell’in kitaplarından fırlamış devasa distopik bir hükümeti çağrıştırdığı için terimleri oradan oraya savurmayı severler. Benim önerim hiçbir şekilde “yasaklama” veya “sansürleme” ya da hükümet müdahalesi içermemektedir. Ben bariz ve kasıtlı transfobik (ve diğer nefret söylemi içeren) ifadeleri hoş görmeyi reddetmeyi tercih eden kendimden (ve muhtemelen diğerlerinden) bahsediyorum. Durumun ciddiyetine veya ağırlığına göre, hoşgörüsüzlüğümü ifade etmek için sayısız yol seçebilirim: Bu yorumlarda bulunan kişilerle tartışabilir ve inandıkları şeylere karşı çıkabilir, onlarla ilişkilenmeyi reddedebilir, onları kamusal olarak eleştirebilir ve kınayabilirim, davranışları hakkında başkalarını uyarabilirim, başkalarını onları hoş görmemeleri için ikna etmeye çabalayabilirim ve bana karşı hoşgörüsüzlük ifade edenlere tahammül etmeyi seçenlere hoşgörü göstermeyi reddedebilirim. Tüm bu eylemler gayet hakkımdır ve “ifade özgürlüğünün” dışavurumlarıdır.
İkinci olarak bu kaygan zemin argümanı tartışmayı, “(bireyler olarak) transfobiye (ve diğer nefret söylemlerine) tahammül etmeyi reddetmeli miyiz”den, “düşünce polisinin” görece zararsız şeyler söyleyen insanların peşine düşeceği hayali bir senaryoya kaydırmaya çalışmaktadır. Mutlak ifade özgürlüğü savunucularının tartışmayı hep bu şekilde kaydırmak istiyor gibi görünmesi, “nefret söylemini hoş görmemeliyiz” görüşlerinin kendi içinde tutarlı olmadığının örtük bir kabulüdür.
Yine de argümanın hatrına soruya cevap vereceğim: Ne zaman “Peki, senin söylemek istediklerinin peşine düşmeye başlarlarsa ne olacak?” diye sorulsam, standart cevabım: “Lanet olası dünyama hoş geldin!” olmaktadır. Çocukluğumdan beri, (trans kimliğim, deneyimlerim ve bakış açılarımla ilgili) konuşmalarım şiddetle ve keskin bir şekilde denetlenmiştir. Bugün bile, translık temalı yazılarım ne zaman aktivist ve yenilikçi çevreler dışında dalga yaratsa (bu iki yazımda olduğu gibi), nefret söylemleriyle, hakaret dolu suçlamalarla ve bazen de tehditlerle topa tutulmaktayım (bu arada bu yazılara bakarsanız en iğrenç yorumları görmeyeceksiniz çünkü okurlar bu yorumları işaretliyor ve akabinde Medium bu yorumları siliyor; bu da tahammülsüzlüğü hoş görmeyi reddetmenin nasıl olduğunu gösteren bir örnektir). Açık olmak gerekirse, bu yorumlar benimle “yanlış düşünen” veya “kötü bir yazar” olduğum için alay ediyor değildir (ki bazıları bunları da söylüyor), bundan ziyade bana trans kadın olduğum için nefret kusulmaktadır. Salt var oluşum ve def olup gitmeyi reddetmem dışında söylediğim ya da yaptığım herhangi bir şey nedeniyle değil, neysem o olduğum (neysek o olduğumuz) için beni (ve diğer tüm transları) sindirmeyi ve sessizleştirmeyi amaçlamaktadırlar.
İki yıl önce Cardiff Üniversitesi’nde, ağır transfobik görüşleri olan ve iş arkadaşlarından birini trans olduğu için kovdurmaya çalışan Germaine Greer’e platform sunulmasının reddedilmesi için teşebbüslerde bulunan öğrenciler hakkında yazdığımda birkaç kişi bana “Öğrenciler sana platform sunulmaması için çabalasaydı nasıl hissederdin?” diye sordu. Cevabım (sürpriz!) bunun zaten başıma gelmiş olduğuydu. 2000’lerin ortasında trans kimliğim ve deneyimlerim hakkında konuşmak için davet edilmiştim ancak muhafazakâr öğrenciler, katılmama izin verilirse etkinliği boykot etmekle tehdit ettiler. Bu baskıyla etkinliği düzenleyenler de davetlerini geri çektiler.
Çoğu mutlak ifade özgürlüğü savunucusunun kabul etmeyi inatla reddettiği kocaman bir kör nokta vardır: Bu kişiler genellikle düşündükleri veya söyledikleri neredeyse her şeyin hoş görülen söylem kapsamında olduğu hayatlar yaşamışlardır. Belki fikir veya sözlerinin birkaçı bazılarınca “tatsız” veya “keskin” bulunmuş olabilir ancak hiçbiri sırf bu sebeple nefret edildikleri veya dışlandıkları bir konuma mahkûm edilmemiştir. O yüzden kurucu tahammülsüzlüğü yani bazı insanların ve fikirlerin (birkaç on yıl önce trans kimliklere ve bakış açılarına yapıldığı gibi) sorgulanmaksızın hoş görülen söylemden dışlandığı gerçeğini görememektedirler. İşte o zaman, statüko nihayet değiştiğinde ve önceden özgürce söylenebilen şeyler (transfobik yorumlar gibi) birden protestoyla karşılanınca, bu onlar için “ifade özgürlüğüne” saldırı gibi gelmektedir. Bu yüzden kendilerini “kötülere” (yani kendi “ifade özgürlüklerini” transfobik söylemleri protesto etmek için kullananlara) karşı “ifade özgürlüğünü” savunan “iyiler” olarak görmektedirler. Halbuki, hepimiz aynı şeyi yapıyoruz: Dünyayı nispeten kendi istediğimiz yöne itme çabasıyla, neyi hoş görüp görmemeye razı olduğumuzla ilgili öznel seçimlerde ve beyanlarda bulunuyoruz.
Bu kör noktalı kişilerin tek görebildiği, “ifade özgürlüğü” yancısı ve karşıtının olduğu iki taraflı bir tartışmadır. Gördükleri, sözde tüm ifadelerin serbest olduğu ideal bir ütopyadan, ifadelerimizin aşırı derecede denetlendiği distopik bir kabusa tek yönde kayan bir zemindir. Ancak dünya bana bundan daha farklı gözüküyor. İfadeler bana hiçbir zaman “özgür” gelmedi çünkü açıkça hep toplumsal âdetlerle hem de güç dinamikleriyle sınırlandırılmışlardı. İvedilikle “AMA İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ!” yazıları yazanların da dahil olduğu çoğu yazar ve tanınan kişiler gibi ben de bazen yazdığım veya söylediğim bir şeyin bağlamından koparılmasından ya da ifşalara veya protestolara konu edilmesinden endişeleniyorum (ki birden çok kez oldu). Ancak ben bu gibi protestoların benim “ifade özgürlüğüme” saldırı teşkil edeceğini düşünecek kadar bencil değilim çünkü bu protestolar haklı da haksız da olsa, başkalarının “ifade özgürlüğünün” dışavurumlarıdır.
Diğer yazarların ve tanınan kişilerin öncelikli endişesi söyledikleri şeyler yüzünden protesto edilmek veya platform sunulmamak gibi dururken, benim (ve diğer ötekileştirilenlerin) daha büyük endişesi kimliklerimiz, bedenlerimiz, cinselliklerimiz ve kişiliğimizin seçmediğimiz/değiştiremeyeceğimiz ve (en önemlisi!) başkalarının otonomilerini ve haklarını ihlal etmeyen diğer yönleri nedeniyle yani kimsek o olduğumuz için protesto edilmek ve platform sunulmamaktır.
Son birkaç yıldır, bu kör noktayla övünen ana akım medya kuruluşları ve uzmanları “politik doğruculuğun” ve “öfke makinası internetin”, “ifade özgürlüğü” üzerindeki korkutucu etkisi hakkında yakınıp durmaktadırlar çünkü her yerden komedyenler, profesörler, köşe yazarları ve saygın kişiler bir şaka bile yapamayacak, kitap öneremeyecek, makale yayınlayamayacak veya sosyal medyada ifşa ve protesto bombardımanına tutulmadan fikrini paylaşamayacak gibi hissetmektedirler. Eğer ifşa ve protestoların “ifade özgürlüğü” üzerinde korkutucu bir etkisi olduğuna ve bu konuda bir şey yapmak zorunda olduğumuza gerçekten inanıyorsanız, o zaman insanları sindirerek susturmaya hizmet eden nefret söylemini nasıl olur da göz ardı edebilirsiniz?
Eğer sizi nefret söylemi değil de “ifşa kültürü” endişelendiriyorsa ya iki yüzlü olduğunuzu ya bağnaz olduğunuzu ya da ikisi birden olduğunuzu düşünürüm ve sizi hatalı olduğunuza ikna etmek için çabalayarak daha fazla vaktimi harcamam. Bu makaleyi şimdi terk etmekte özgürsünüz. Hatta hiç durmayın bile.
Hem “ifşa kültürünün” hem de nefret söyleminin bir sorun olabileceğini kabul eden ve şimdi kafası karışmış ve/veya bu rakip güçleri nasıl dengeleyebileceğimiz konusunda meraklı olan geri kalanınızı ise ikinci kısmı okumaya devam etmeniz için teşvik ediyorum: “Hate Speech versus Call-Out Culture” (Nefret Söylemi vs. İfşa Kültürü).
[1] No-platforming: Birine, tehlikeli veya kabul edilemez görülen fikirlerini ve inançlarını kamusal alanda dışa vurma fırsatı vermeyi reddetme yöntemi anlamına gelmektedir. (Kaynak: https://dictionary.cambridge.org/tr/s%C3%B6zl%C3%BCk/ingilizce/no-platforming)
Etiketler: insan hakları, yaşam, nefret suçları, dünyadan