23/01/2011 | Yazar: KAOS GL

Kürt bugün, ‘ben artık hakkımı istiyorum’ diyen ama sadece bununla kalmayıp “bakın siz de benim önerdiğim gibi yaşarsanız, hayat ve bu topraklar hepimizin yur

Kürt bugün, ‘ben artık hakkımı istiyorum’ diyen ama sadece bununla kalmayıp “bakın siz de benim önerdiğim gibi yaşarsanız, hayat ve bu topraklar hepimizin yurdu olabilir’ diyen biri. Toplumun büyük çoğunluğu birkaç on yıl öncesine kadar Kürt diye bir şeyin olmadığını sanıyordu hakikaten. İşte Kürt olmayanların travması da budur

Barışa giden yol unutmaktan değil hatırlamaktan geçer
Türk basınında bazı kalemler hem “sosyolog” hem “psikolog” hem de istedikleri her şey olmaya o kadar çok teşneler ki, Demokratik Özerklik metnini hazırlayanların ruh halinden tutun da, yaşam biçimlerine, metnin “arkaik” söyleminden “dünyevi olmamaya” kadar didik didik ettiler.  Demokratik Özerklik taslağı metni tartışılırken, taslağın ruhuna dair o kadar çok ruh çözümlemeleri yapıldı ki, artık bu konuyu bir uzmanına sormak mecburi oldu.

Gazi Üniversitesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve BirGün yazarı Prof. Dr. Selçu
k Candansayar, taslağı ve ruhunu değerlendirdi.

Politik psikiyatri penceresinden ‘taslağın ruhu’nu genel olarak değerlendirir misiniz?
Öncelikle taslağın, “biz artık nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz?” sorusuna, savaşmaya değil konuşmaya çağıran, bir yanıt verdiğinin altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Beğenirsiniz beğenmezsiniz, temsil ettikleri kitleyi geniş ya da dar görebilirsiniz hiç önemli değil. Bir grup insan, temsil ettikleri kitleyi de aşan ve sadece bir bölgeyi değil, yurttaşı oldukları bir devletin nasıl olması gerektiğine dair, politik bir görüş beyan etmiş oldular. Bu çok önemli bir adımdır.

Yıllardır silahla gelenle konuşmam diyen ‘devlet’ dahil tüm kesimlere sözle gelmiş oldular. Bir söz söylediler ve bence sözümüze söz söyleyin diye de eklediler.

Bu gelişmenin eğer karşılığı da söz üzerinden olursa çok umutlu bir dönemin başlangıcı olabileceğini keşke en ‘anti- Kürt’ler dâhil herkes fark edebilse. En kötü ve küfürlü ağız dalaşı ve söz kavgasının bile tek bir kişinin öldüğü silahla kavgadan bin kat iyi olduğuna herkes inanabilse. Çünkü her ölüm bu toprakları kinle zehirliyor. Bu topraklarda ne çok kin zehri olduğunu da hepimiz biliyoruz. İnsan ancak çok çok örselendiğinde saldırganına kin besler. Kin duygusunu insan, var oluşuna karşı ölümcül bir tehdit ve saldırı yaşantıladığında hisseder ve çokluk korkuyla örülü bir ruh halidir.

Bu noktadan taslağın genel ruhunu anlamak daha da mümkün hale gelebilir. Taslak, genel bir Kürt tipi çiziyor. Kim o Kürt? Kaç bin yıldır yaşadığı topraklarında hep ezilmiş, binlerce kez sürülmüş, öldürülmüş dahası kandırılmış ve kökü kurutulmaya çalışılan bir kişi. Ne Osmanlı’dan önce rahat edebilmiş ne de Osmanlı’da; bir umut inandığı Cumhuriyet ve Mustafa Kemal tarafından da kandırılmış ve yarı yolda bırakılmış, ardından da yok sayılmış biri. Üstelik ne zaman başını kaldırmaya kalksa tepesine çökülmüş, sürekli hakkı yenmiş, malı mülkü talan edilmiş biri.

Şimdi bir yandan metinde birkaç kez vurgulanan tarihsel koşullar ve konjonktürün sağladığı olanaklara yaslanarak öte yandan son dönemde verilen mücadelenin yarattığı politik bilinçle ‘ben artık hakkımı istiyorum’ diyen ama sadece bununla kalmayıp “bakın siz de benim önerdiğim gibi yaşarsanız, hayat ve bu topraklar hepimizin yurdu olabilir’ diyen biri.

Bu anlamda metne sızan ve onu üreten  “kurtuluş ve kurtarış mitosu” üzerine başta metni hazırlayanlar dahil herkesin düşünmesi gerekli sanırım. Bu türden mitosların kurucu imgesi “kurtarıcı miti”dir. Bu mitos üçlemesinin, (kurtarıcı, kurtarış ve kurtuluş) olduğu her yerde bir de kurtarılan vardır ki, işte taslağı okuyanların bir bölümünün metni bir bağımsızlık bildirisi olarak hissetmelerinin nedeni de bence budur.

Bu bağlamda metnin ‘ezilenin ezenden hakkını istemesi’ eksenine oturması nedeniyle, ezilenin talebinin ezen gibi olmak mı olduğu, yoksa ezme ezilme ilişkisini aşan bir dünyayı mı tasavvur ettiği çok açık değil. Yerelden, köyden başlayan komünal örgütlenmelerden söz eden bölümlerle bütün kurumlarıyla (aile dahil) iktidarı talep eden bölümlerin iç içe geçmiş olması bu belirsizliğin bir kanıtı.

Ne olursa olsun söz söylemek ve söze, konuşmaya çağırmış olmak çok değerli. Bu kadar çok acıyla kavrulmuş bir tarihi söze dökmeye kalktığınızda ortaya çıkan konuşmaların dışardan bakan birince, herkesin kafasının karışık olduğu bir ağız dalaşı olarak görülmesi doğal. Ağız dalaşının kimsenin canına bir zararı olmaz ve can dediğimizin hakikaten can olduğunu herkesin bilmesine çok ihtiyacımız var.

Taslağın "Sosyal boyut" bölümünde Kürtlerin "fiziki-kültürel soykırım uygulanarak varlığının ortadan kaldırılmak istendiği" belirtiliyor. Bu nasıl bir ortak duygu, nasıl bir kolektif korku ve bunların temelleri neler? Bunun yarattığı toplumsal travmalar nasıl kendini gösterir ve nasıl "tedavi"edilir? Bu kolektif ruh halinin karşısında sizce Türklerin ruh hali nasıl oluşuyor ya da Türklerin Kürt algısı ne?
İlkin,  Doğan Tılıç’ ın, IRA’nın siyasi kanadı Sinn Fein’in lideri Gerry Adams’ la ilgili yazısını herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum. Hem Taslak hem de taslağa karşı verilen olumsuz tepkiler, tam da Doğan’ın altını çizdiği kelimelere takılmanın sürece verdiği zarara örneklerle dolu. Alalım şu “soykırım” sözcüğünü. Bu sözcük artık Türkiye’de ağızdan çıktığında konuşmanın kesilmesine neden olan bir tür sihire bulanmış durumda. Tıp oyununun -tıp, komutuna döndü. Biri diğerine soykırım dediğinde artık o iki kişinin bırakın uzlaşmayı konuşmaları bile mümkün olmuyor. Bu sözcüklerle bilek güreşinin barışa katkısı yok.

Bir barış olacaksa bu yeni bir dille mümkün olacak. Bu dediğim sakın acıların üzerini örtelim, unutalım, yeni bir sayfa açalım, diyorum olarak algılanmasın. Tersine barışa giden yolun unutmaktan değil hatırlamaktan geçtiğini kimse unutmamalı.

Unutmak örselenmeye (travmaya) verilen en sağlıksız ve başarısız tepkidir. Örselenmeyi ancak unuttuğumuzu sanırız ama o kendisini unutturmaz; ruhumuzun en karanlık kuytularına çöreklenerek zihnimizi, aklımızı, duygularımızı ve tepkilerimizi sakatlayarak unutturmaz. Travmadan iyileşmenin tek yolu hatırlamaktan geçer. Cinsel şiddete maruz kalan kadınlarla yürüttüğümüz grup psikoterapisi programında bir terapist arkadaşımın kullandığı metafor (benzetme) bu hatırlama sürecini çok iyi anlatır. Her örselenme ruhumuzda bir yara bırakır. Her yara kabuk bağlar. Travmanın açtığı yara sağlıklı bir şekilde kabuk bağlamaz. Travmadan iyileşmek için yaranın kabuğunun kavlatılması gerekir ki bu acı verir insana, hem de çok canını yakar, ruhunu da. Ama kabuk kavlatılıp, yara temizlendikten sonra bu kez sağlıklı ve ruhumuzu ezmeyen yeni bir kabuk oluşur. İşte bireylerde olduğu gibi kolektif travmalarda da yaranın deşilmesi, kabuğun kavlatılması gerekir. Bu topluma çok acı verecektir. Ama herkesin amacı artık örselenmekten sıyrılmaksa açılan yara ruhlarımızı sakatlamayacak şekilde kabuk bağlayabilecektir.  

Modern Kürt politik hareketinin, önceki uzun tarihsel geçmişine karşın 12 Eylül’ün Diyarbakır zindanlarında ortaya çıktığının söylenmesinin anlamı burada yatıyor. Senin soruna da yansıyan “peki Türkler bu duruma ne der?” söylemi de bu travmayla ilgilidir. Türk’e karşı Kürt paradigmasının temel yanlışlığı aslında Kürt olmayanların (sadece Türkler değil onlar) travmasını da açıklar. Türkiye toplumunun neredeyse büyük çoğunluğu birkaç on yıl öncesine kadar Kürt diye bir şeyin olmadığını sanıyordu hakikaten. İşte Kürt olmayanların travması da budur. Onlar olmayan bir şey adına askere giden oğullarını katleden bir terörist örgüt var sanıyorlardı. Devlet ve iktidar onlara Kürt yok diyordu ve asıl önemlisi insanlar da buna inanmaya hazırlardı. Nasıl hazırlardı? Eğer Kürt varsa Ermeni de olabilirdi, Süryani de, Rum da, Arap da… Eğer hepsi varsa bu insanları bunca yıl yok sayabilmenin yalanına ortak olunduğunu kabul etmek gerekecekti. Acı, çok acı ama Türkiye’de bununla yüzleşmenin kolay olmayacağını bilmeliyiz.

Şu meşhur seçim, oy dağılımı haritalarında Türk milliyetçiliği ve/ ya da dinsel tutuculuğun en baskın olduğu bölgelerin 100 yıl önce Türk ve/ ya da Müslüman nüfusun en az olduğu bölgeler olduğuna dikkat edelim. Travmanın ve hatırlamanın ne kadar zor olduğunun bir kanıtı da bu değil mi?

Taslakta, iktidarın Kürtler üzerindeki çeşitli yaptırımlarla "ahlaki çöküş" hedeflediği ve her kesime ayrı bir siyaset izlediği belirtilmektedir. Demokratik özerklik, bir ruhsal "kurtuluş" projesi mi bir ruhsal "Nation-building" projesi mi? Kadın ve aile ile ilgili bölümleri nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Kanımca taslağın en zayıf yanı sosyal boyut, kadın ve aile konularının yer aldığı bölüm. Daha önce söz ettiğim sözcüklerin büyüsü meselesi en çok bu bölümlerde kendisini gösteriyor. Somut bir örnek, gençlerle ilgili “….cinsel güdüye bağlamak, serkeşliğe çekmek gençlik enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek…” diye uzayıp giden, ahlaki eleştiri. Bir kere “serkeş” başkaldıran demektir. Başkaldırarak var olan bir politik hareketin gençleri başkaldırmaktan koruyacağını vaat etmesi, ironik elbet. Bu bölümler kapitalizm eleştirisi yapayım derken neredeyse açıkça modernite ve aydınlanma karşıtı hem de gerici bir karşıtlık dili içeriyor. Kişiliği hayatın yaşanma koşulları belirliyorsa, otuz yıldır dağlarda ‘devrimci mücadele’ yaptığını söyleyen politik bir hareketin, mücadele içinde ürettiği yeni insanın kaba ahlakçı, cinsellik karşıtı ve kadınları koruyucu bir dil üretmesinin ne büyük bir çelişki olduğunu söylemeden geçemem.

Ben bu bölümlerin açıkçası ‘tribünlere söylendiğini’ düşünüyorum. Kitleye hoş görünmenin, bakın biz halkımızı ‘yozlaşmaktan’ koruyacağız, gençler cinsel güdüleriyle yaşamayacaklar, ey kadınlar kocalarınız sizi dövemeyecek vs. bu dil AKP’nin dili ve bu dil üzerinden AKP ile kitle kapma/ kafalama mücadelesine girilirse, sonuç AKP yararına olacaktır. Henüz dünyada din konusunda aslı varken çakmasının kazandığı hiçbir kitle yoktur. Ahlaki çöküş söylemi AKP’ye bu güne kadar çok kitle kazandırmıştır ama Demokratik Toplum idealine sadece kayıp getirir.

Bir son sözü Kürdistan sözcüğü üzerine söylemek isterim. Belli bir toprak parçasını bir etnisitenin üzerinden tanımlamak Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığının aynısını yapmaktan başka bir anlam taşır mı? Hakikaten demokratik olacaksak orada yaşayan Süryaniler, Araplar, Ezidiler, Zazalar bilcümle etnisite bu isim altında yaşamayı kabul edecekler mi? Daha önemlisi kendi adlarını başkalarının adını silmek pahasına kurtarmayı Kürtler içlerine sindirebilecekler mi?

Mesele yeni bir dünya için yeni, yepyeni bir dil kurmaktan geçiyor.


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam