15/03/2016 | Yazar: Haziran Düzkan

Üç günlük feminist forum maceramızı bu bombayla hatırlayacak oluşumuz karşısında hissettiklerimi, sadece melankoli kelimesiyle açıklayabiliyorum.

11 Mart Cuma günü, Türkiye’nin pek çok şehrinden kadın ve trans eylemcilerle birlikte, 5. Feminist Forum’u izlemek için İstanbul’dan Ankara’ya doğru yola çıktım. İstanbul’dan katılan ekibin, birkaç gün önceki 8 Mart feminist gece yürüyüşündeki geniş katılım vesilesiyle ayrıca coşkulu olduğunu söyleyebilirim. Uzun zamandır sahip olmadığımız bir özgüvenle yoldaydık; siyasetle ilgilenmenin, örgütlenmenin hâlâ gündelik hayatımıza etki eden, onu genişleten, özgürleştiren, derinleştiren bir faaliyet olduğuna dair bir hissin tohumu, belki kasımdan beri ilk kez içimizde filizlenmişti. Dönüş biletlerimiz, pazar akşam saatlerine alınmıştı.

Herkesin bildiği gibi, pazar akşamı Ankara son 5 aydır üçüncü kez bombalı bir saldırıya sahne oldu. Ankaralıların önemli bir bölümü, son 5 ayda yakınlarını ya da tanıdıkları birini kaybetti. Ölüm sonrası yas hissiyle karşı karşıya kalmayanlar ise, güvenliklerine dair ciddi bir endişe içerisinde yaşıyorlar. Burada, doğudaki gibi süregelen bir çatışma yok ama ölümün ne zaman, nerede karşınıza çıkacağı tamamen belirsiz. Feminist Forum’un bu seneki temasının “Politik bir eylem alanı olarak beden” olması tesadüf değil zira Ankara ölümden de öte, bombalı saldırıların bütünlüğünü bozduğu bedenleri görmenin travmasını yaşıyor. Nitekim, forumun açılış konuşmasını yapan Prof. Dr. Alev Özkazanç, bu konuya geniş bir biçimde değindi:

Ölü bedenler, yaşayan bedenler

“Otoriter, faşizan bir rejimle karşı karşıyayız. Böyle bir durumda, beden üzerine ne konuşabileceğimizi çok düşündüm. Beden dediğimizde konuşmayı sınırlamak mümkün değil. Acıyan, üşüyen, yaralanan, güzel, çirkin, müdahale edilen, sürüklenen, emek sarf eden, çalışan, çalıştırılan, temsil edilen ya da bunun karşıtı olan gösterilmeyen, saklanan bedenler bütün varlığımızı şekillendiren şeyler (...) Haziran’dan itibaren ölü bedenler, yaşayan bedenler veya ikisi arasında kalan yaralı bedenler üzerine daha fazla düşünmek durumunda kaldık (...) Bedenleri sadece var kalmaya, yaşamını sürdürmeye çalışan yapılar olmaya zorlayan bir durumda yaşamı savunmalıyız. Bu tarz dönemler henüz ölmeyenlerde üzüntü ve utanç yaratıyor. Başkalarının ölümünü izlemek ve bir şey yapamıyor olmak siyasi, kültürel ve duygusal olarak ‘ölmeden mezara girmek’ denebilecek bir ruh hali yaratıyor. En başta bu hisse direnmeliyiz. Sadece yaşamda kalma arzusu değil başka bir yaşamın mümkün olduğu arzusunu da kaybetmemek önemli.”

                         Foto: Çiğdem Üçüncü, Nar Photos, 8 Mart 2016, İstanbul

Hayatta kalmanın utancı

Özkazanç konuşmasında “iyi ki bana ya da tanıdıklarıma bir şey olmadı” hissinin verdiği utanca değindi ki, Ankara’dan İstanbul’a dönerken bu durum hepimize daha da tanıdık geldi. Biz, fazlasıyla tedbirli bir arkadaşımızın ısrarı sonucu havalimanına giden araca erken binerek, 18.20’de bombanın patladığı otobüs durağından ayrıldık. Bizden sonraki ekip ise bizim tam tersimize yol öncesi son biralarını içip sohbetlerini uzatarak, 18.40 otobüsünü kaçırdı. Ankaralı arkadaşlarımız ise alevleri görüp içeri kaçmadan önce Kaos GL’nin Kızılay’daki ofisinde balkonda forumu başarıyla bitirmenin rahatlığını yaşıyordu. İzmir’e dönen arkadaşlarımız, bombanın patladığını uçaktan görüp, bizlere ulaşamayarak son derece endişeli bir yolculuk yaptı. Çok sevilen “iyi değilim, iyi olmayacağım” lafını tekrar etmenin bir anlamı yok, hepimiz iyi olduğumuza şükrediyoruz ve bundan son derece utanıyoruz.

Coşku Ankara’yı terk etmiş

Ankara’da geçirdiğimiz üç gün boyunca, şehrin tedirginliğin pençesine düşmediğini, sosyal yaşamın, kültürel faaliyetlerin, yakın arkadaşlıkların ve politik tartışmaların devam ettiği ancak her şeyin biraz “tadının kaçtığını”, heves ve coşkunun şehri terk ettiği gözlemlenebiliyor. Ankaralılar, belki daha önce bahsettiğim utanç hissi nedeniyle son dönemde yaşananlar üzerine konuşmaktan hoşlanmıyorlar. “O an”dan bahsediyorlar; o sırada nerede olduklarından, ne düşündüklerinden, ne hissettiklerinden ama laf şimdiki yaşama geldiğinde konudan uzaklaşıyorlar. Konuşmanın, çaresizlik hissini körükleyen bir etkisi de olabilir. Havalimanına yaklaşırken bomba haberleri gelmeye başladı. İndiğimizde, koşturan polisler, yakınlarına ulaşmaya çalışan endişeli insanlar, stresle baş etmek için bağıra çağıra kavga eden erkeklerle birlikte, belki 5-6 kişiden bomba dedikodularından zaten haberdar olduklarına dair sözler işittik. Herkes, her şeyin farkındaydı. Demek ki bu olay yaşanmayabilirdi. Ancak bizim şu anda kendi hayatımız ve bedenimiz üzerinde hiçbir kontrolümüz yok. İşe gidiyor, eve dönüyor, sosyal ve siyasi yaşamımızı sürdürüyor ve sırf bir beden değil, bir akıl da olduğumuzu unutmamak için, düşünüyoruz. Ancak yaşamımızla ilgili tercih hakkına sahip değiliz. Pınar Büyüktaş’ın “Feminist tartışmalara bedensel müdahaleler” oturumunda zombiler üzerine söyledikleri gibi:

Yaşayan ölüler

“Bilinç sahibi olmayan, ölü de olmayan, yaşayan da olmayan, tanımlanamayan ama aslında insan da olan bir şey, ‘yaşayan ölü’ ya da popüler kültürdeki ifadesiyle zombiler bize ne anlatır? İnsanın bedenselliği politik tartışmalarda ya unutuluyor ya da ölüm gibi durumlarda fazla hatırlatılıyor. Bize kendi bedenselliğimizi, etten ve kemikten olduğumuzu, ölebilir olduğumuzu hatırlatıyor. Peki bizi neden korkutuyor?”

Bu oturum, güncel feminist konuların derinlikli bir biçimde tartışılmasına vesile oldu. Yaşamaya zorladığımız bedenlerimizin aynı zamanda direnen, arzulayan ve haz alan varlığımızın öznesi olduğunu unutmamak üzerine konuşuldu. Forumun ilk etkinliği, cuma günü Lezbifem’in düzenlediği cinsellik atölyesiydi ve burada, mahrem gördüğümüz alanı kamusallaştırmanın, yeni tanıştığımız Ankaralı arkadaşlarımızla nasıl da hızlı bir yakınlık kurabilmemize vesile olduğunu gördük.

Haz talep etmek

8 Mart’ta yapılan eylemlerde, cinayetlere ve savaşa karşı isyanla birlikte en çok öne çıkan sloganlar, haz talep etmeye yönelikti. Burada hazdan kastedilen, sadece cinsellik değil (ancak bu da çok öne çıkan bir konu), aynı zamanda piyasaya hizmet etmeyen üretimler yapmaktan, spordan, sanattan, yoldaşlıktan ve kendimizi gerçekleştirmekten duyduğumuz hazzı, halen talep edilebilir kılmaya yönelik ısrar… Bunun yanında, son yılların öne çıkan feminist direniş biçimlerinden birinin soyunmak olduğuna da değinildi. Çıplak bir kadın bedeni, pek çok açıdan kırılganlıkla özdeşleşiyor; sadece kadın bedeninin güçsüz kabul edilmesi değil, çıplaklığın konu kadınlar olduğunda saldırgan bir nesneleştirmeye maruz kalması nedeniyle de. Bu açıdan, sıcak çatışmalara giren FEMEN eylemcileri, pornografinin feminist yorumları, feminist bir pornografinin mümkün olup olmadığı gibi konularla birlikte, salt beden ve doğaya hapsedilen kadın bedeninin, kültür ve akılla var olma çabası, aynı zamanda “bedenim benimdir” demesi üzerine tartışmalar yapıldı.

Direnişin simgesi kadınlar

İkinci oturum, “Neoliberalizmin beden kurgusu” başlığıyla gerçekleşti. Prof.Dr. Gamze Yücesan Özdemir, AKP’nin muhafazakâr ve neoliberal yeni emek rejiminin, kadın bedeni ve duygusunu sermaye için tamamen seferber ettiğine değindi. Servet ve tüketimi yücelterek İslam’a dair değerlerden tamamen uzaklaşan AKP hükümetinin, muhafazakârlığı yaşatabildiği yegane alan, kadın bedeni. Sosyal politikalar, sadece aileye yönelik yoksulluk yardımları örgütleyerek, kadın emeğini sosyal devleti ikame etmek için kullanıyor. Sermaye için ise, kadın bedeni itaatkâr; tüm duygusu ve varlığıyla çağrı merkezlerinde, AVM’lerde, okullarda ve hastanelerde hizmet etmeye hazır. Bununla birlikte, direniş de her geçen gün kadınlaşıyor. Gezi’den Karadeniz’e, Kürt hareketinden Tekel işçilerine, direnişin simgesi kadınlar.

Forumun ilk gününü, güzel bir partiyle sonlandırdık. Ankara’da basık bir barda toplanmış kadınlar olarak, mekânın fiziksel tüm imkânsızlıklarına rağmen özgürleştik; dans ettik, flörtleştik, bağırarak şarkı söyledik (sadece 90’lar, 2000’ler yasak!). Bundan 24 saat sonra ise nefes bile alamadığımızı hissettik.

Cinsiyetçiliği topa tutanlar

İkinci güne sanat üzerine konuşarak başladık. Gizem Aksu ve Necla Rüzgar, biri performans diğeri ise heykel ve resim yapan ve beden üzerine çok şey üreten bu iki sanatçı, kendi işlerinden yola çıkarak düşünme patikalarını keşfetmemize fırsat verdi. Bu oturumun bize kattığını, sadece teorik bir bilinçlenme olarak tanımlamak doğru olmaz. Aynı zamanda, kadınların yaptığı feminist sanat üretiminin siyasete katkısının büyüklüğü ve beden üzerine çalışmanın, hem bu konjonktürde, hem de erkek egemenliğin sınırlandırdığı gündelik yaşantımızda ne denli iyileştirici bir etki yapabildiğine de tanıklık ettik.

Son oturum, hem en güldüğümüz, hem de duygulandığımız sohbet oldu. “Cinsiyetçiliği topa tutanlar”da, Atletik Dildoa ve Sportif Lezbon takımlarından kadınlar ve Amedspor’un kadın taraftar grubu Mor Barikat’tan Dilek Demir konuştu. Atletik Dildoa’dan Fulden Arisan, bütün çocukluğu boyunca futbol oynadığını ve regl olduğu ilk gün annesinin artık futbol oynayamayacağını söylediğini anlattı. Sportif Lezbon’un sürecini anlatan Hande Altıntaş ise, fazla sert oynayan takım arkadaşlarının adlarını kürsüden söyleyip herkesi güldürdü. Dilek Demir, 88 yılından beri futbol oynadığını, 11 yaşında erkeklerle futbol oynarken bir gün gol attığını, “bir kızdan gol yediği için” dalga geçilip ağlatılan kaleciden gidip attığı gol için özür dilediğini anlattığında, hepimiz yutkunduk. Demir Amedspor taraftarı olarak yedikleri cezaları, duydukları ırkçı hakaretleri, ters kelepçeyle gözaltına alınmalarını anlatırken, sesindeki kibar, içten, naif ton ve gördükleri muamelenin tiksindirici saldırganlığı arasındaki tezadı unutmak kolay olmayacak. 

Seks işçileri grevde

Orada kalan arkadaşlarım için duyduğum endişeyi yatıştıramadığım bir gecenin sabahında ofiste, Ankaralı seks işçisi bir arkadaşımın yazdığı posta rastladım: “Biz kadınlar iki gün işimizi bırakma kararı aldık. Seks işçisi kadınlar dün bugün hayatı durdurma kararı aldı. Bir alt sokağımdaki gece kulüpleri toplamında yaklaşık 300 kadının çalıştığı mekanlar da kapatılmıştır. Şunu söyleyenler de var: ‘hayat devam ediyor evimizin kirasını çocuğumun ihtiyaçları ne olacak?’ Evet anlıyorum fakat en çok ihtiyacımız olan önce huzur, ben kendi adıma ve arkadaşlarım adına 2 gün erkek egemen topluma hizmet etmeyeceğiz.”

Üç günlük feminist forum maceramızı zihnimizin açıldığı tartışmalarla ve aynı zamanda; otelde kim bilir kaç kişi oturup kırdığımız yatakla, Gizem’in bir yerlerden bulduğu hediye çekiyle aldığı şarapları partiye giderken sokakta içişimizle, onu otelde unutup yemeğe gittiğimiz için Elif’in gönlünü alma çabamızla, ertesi gün yine Elif’in yatağına kola dökmemizle, bir grup vejeteryanın sarhoş olup sucuk ekmeğe direnemeyişiyle, Erdem’in partide bir mayonez şişesini mikrofon yapıp şarkı söylemesiyle, ayrı şehirlerde yaşayan ve forumda buluşan bir lezbiyen çiftin her ikisinin de regl oluşunun talihsizliğiyle, cinsellik atölyesinde oynadığımız skeçlerle değil de, bu bombayla hatırlayacak oluşumuz karşısında hissettiklerimi, sadece melankoli kelimesiyle açıklayabiliyorum. Bu noktada, Gamze Yücesan Özdemir’in konuşmasının sonunda söylediklerini hatırlıyorum: “Melankolik tavır dediğimiz zaman bu karanlık tablolara karşı kentli kadınlarla görüştüğümüzde ya kendilerini meseleden uzak tutmaya çalıştıklarını ya da ‘teflonlaşma’ dediğimiz bir taktikle ‘zaten bana değmiyor’ gibi bir kendini koruma mekanizması oluşturduklarını görüyoruz. Ama kentli dediğimiz kadın dışındaki sesleri dinlemeye ihtiyacımız var. Çünkü melankoli örgütlenirse, isyan olur!”

*Bu yazı ilk olarak Kültür Servisi’nde yayınlanmıştır.


Etiketler: kadın
İstihdam