21/01/2010 | Yazar: Murad Esin

Açılımın Dağılımından Ateşin Diline Bir Türkiye Yazısı   Cumhuriyetin 1923’te kurulmasından bu yana geçen 87 yıllık süreçte bir ş

Açılımın Dağılımından Ateşin Diline Bir Türkiye Yazısı
 
Cumhuriyetin 1923’te kurulmasından bu yana geçen 87 yıllık süreçte bir şekilde halktan kopuk olmakla birlikte, seçimlerle yenilenen meclisi ve atanmışların geldiği farklı kesimlerin devlette temsili ile halkla iç içe olan devletin varolan iktidar eliyle unutulmuş etnik kesimlerin sorunlarına yönelik açılım projesi sokakların linç kültürü ile bir açmaz içine girmekte.
 
Anadolu’nun 1000 yıllık, Türklerin Anadolu’ya gelmesi ile sınırlayacağımız, geçmişi birlikte yaşamanın önemli örneği olduğu kadar katliamların ve nefretin de tarihi bir emsali konumundadır. Kan ve gözyaşı ile sevgi ve hoşgörü birlikte yaşamıştır. 1000 yıllık zaman diliminde nefretin de hoşgörünün de yaşanması doğaldır belki de, doğal olmayan, var olan resme geçmişten örnek verirken tek bir yönden bakmaktır. Bu topraklar Yavuzları, Kuyucu Murad Paşaları, Hızır paşaları, Deli İbrahimleri, Üç Paşaları, Üç Ali Mahkemeleri ile sarsılmış ve Hacı Bayramı, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı, İbrahim Halvetilerin varlığına şahitlik etmiştir.
 
Anadolu derken bu iki zıt yanı görmezden gelerek kitlelere bakmak gerçeklikten uzaktır. Demokrasi bir kültürdür ve halk tarafından benimsenmedikçe yaşama şansı yoktur. Tepeden inme demokrasi olmaz. Dünyadaki istisnasız tüm tiranik, zorba devletlerin adları Demokratik devlettir. Ancak ne kadar demokrattırlar? Hemen hemen tüm dünya ülkelerinde parlamento vardır. Suud, Ürdün, Suriye, Libya gibi krallar, diktatörlerin olduğu ülkelerde bile parlamentolar mevcuttur. Ancak ya demokrasi? Ya hoşgörü? Sevgi? Kötü emsal olmaz diye bir kural var. Ancak yönünü kötü emsallere dönmüş bir Türkiye için bu emsaller yerinde olsa gerekir.
 
Demokrasi halk arasında nasıl benimsenir ve yaşanır? Bu soruya ilk verilecek yanıt sivil toplum örgütleri, devletten bağımsız organizasyonlar ve siyasi partilerin özgürce varlıklarını sürdürmeleri ve birlikte yaşamanın gerekliliğini anlamaları ile bir anlamda mümkün olabilir. Kitlelerin örgütlenmesi ve kendi örgütleri içinde bireylerin ifade alanları bulması ile uzun vadede kolektif yaşamın hayata geçirilmesi ile mümkündür.
Birlikte yaşamak emek ister. Karşılıklı yaşama arzusunu gerektirir. Taraflar bu arzu içinde olsalar da, uzun yıllar beraber yaşasalar da 1915 Ermeni – Türk Katliamlarında ya da Hindu- Müslüman katliamlarında yaşandığı gibi birbirlerini yok etmekten geri kalmazlar.
Ve bu alanlarda açılım yapmak için tarihten ders almak en önemli başlangıç noktasıdır. Anadolu’yu tanımayan, ancak üniversite yıllarında Kürtlerle tanışmış ya da son iki yıla kadar Kürt kelimesini bile ağzına almaktan çekinen kişilere, gruplara ne oldu da birden Kürt açılımı ile ortaya çıktılar. Sonra Alevi açılımı, sonra Roman açılımı ve gerisi. Asıl amaç nedir? Üzüm mü yemek? Yoksa bağcıyı mı dövmek? Demokratik düzeni mi kurmak yoksa denedik olmadı mı demek? Kitlelere demokratik haklarını mı vermek yoksa kendi diktatörlüklerini mi kurmak? Kürtleri bahane ederek ya da kullanarak istedikleri sonuçlara mı ulaşmak? Ya da geçmişin öcünü mü almak? Bir rövanş mıdır? Hangi ülkede en büyük ilin savcısı, patronu-işvereni konumunda olan Adalet Bakanlığı hakkında dinlenildiği için suç duyurusunda bulunabilir? Apoletlerin hâkimiyetinden bir başka üniforma hâkimiyetine geçmek ne kadar doğru bir açılımdır? Açılırken dağılmak sonra ne yapalım görmedik üzgünüz demek ne kadar kabul edilebilir bir mazerettir?
 
Yeni bir anayasa hazırlamak için öteki siyasi partiler ve sivil toplum örgütleriyle Ankara’da ya da Türkiye’nin herhangi bir ilinde toplanacak bir kongre ile yola çıkmak yerine Burhan Kuzu gibi demokrasi anlayışları, toplumun şiddet ve reddedilmişlik kıskacında olan eşcinsellerin talepleri karşısında, açıkça ortaya çıkmış hukukçuların kılavuzlukları doğrultusunda Kürt açılımı ile yola çıkmak ne kadar akılcıydı? Ve bu akılcı(!) açılımla ortaya çıkılan, linç ve nefretin sokaklarında yaşadığı bir ülke.
 
Ve dünyanın bir ucundan ötekine Mohammad Reza Shajarian’ın ülkesi için okuduğu son şarkıyı dinlerken İran’ın yanındaki anayurdumu düşünmek!
 
“Silahını yere bırak, çünkü bu anlamsız, sapkın kan dökülmesinden nefret ediyorum. Elindeki silah ateşin ve demirin dilini konuşuyor. Fakat ben, bu şeytani aletten önce, hiçbir şeyi, kalbimin dili ki bu kalp ağzına kadar aşk ile dolu ve düşmanını seven ben. Ateşin ve demirin dili kin ve kan dökmenin oyunudur. Bu Cengiz Kağan’ın dilidir. Gel, otur ve dinle...”
 
Düşmanına seslenirken bile sevgi ve aşk diyen çağımızın önemli “âşıklarından” birinin yüzlerce yıl öncesinde yaşayan seleflerinin yolundan giderek kendisini öldürmek için gelenlere sevgi dolu kalbini açması ile taçlanan bir direnişin yaşandığı İran’ı düşünmek. “İncinsen de incitme” düsturunu bir daha yaşamak ve sokaklarında kin ve nefretin dolaştığı, gün aşırı küçük tartışmaların büyük etnik kavgalara dönüştüğü Türkiye’ye bakmak. Keşke Türkiye’de yaşayanlar da birbirlerine “Zabane Atash - Ateşin Dili” den uzak dur deyiverseler. Keşke insanlar gönüllerindeki kin ve nefreti aşk ile yok edebilseler.
Oysa orada, her gün bir nefret ayaklanması yaşanıyor ve Anadolu topraklarında -ki hoşgörü ve sevgi kadar nefretin ve katliamların yaşandığı yerde- bir katliam öncesi provaları yapılıyor.
 
“Belki de insanlık ışığı senin de kalbine girecek. Kardeşim eğer beni istiyorsan, kardeşçe bir sohbet için otur. Silahını yere bırak. Böylece insan öldürme isteği vücudunu terk eder. Sen insan ahlakı hakkında ne biliyorsun? Eğer Tanrı insana o canı vermişse neden onu alıyorsun? Niçin bu karanlık vurdumduymazlık?”


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam