07/08/2024 | Yazar: Yusuf Çelik
Kimseye kimliğimden bahsetmiyordum ama gizlemiyordum da. Sorulduğunda evet diyordum. Böylece öğretmenlerimin neredeyse tamamı öğrendi. “İmam hatipte bir lubunya” kulağa çok komik geliyor, değil mi?

Fotoğraf: Şehlem Kaçar / csgorselarsiv.org
Yaşadığım disforinin aslında ne olduğunu veya ne olmadığını keşfetmem çok uzun bir keşif süreciydi benim için. Bedenimde ağırlık yapan ve ruhumu esir alan bazı uzuvlar, zaman zaman başka şekillerde tahayyül ediyordu. En sonunda dayanamayıp seçilmiş anneme, "Bir satır verseler, mutfak kan içinde kalana kadar kesip doğrayacağım bu uzuvları" dediğimi hatırlıyorum. Acıyarak baktığını ve gerçekten elinden hiçbir şey gelmediğini. Bu noktaya beni getiren çok fazla şey vardı. Belki hareketten o dönemler uzak olmasaydım ve disforimi alandan birileri ile paylaşma fırsatım olsaydı, kendime bu kadar kötü davranmazdım.
Erzurum gibi bir şehirde doğup büyüdüm. Liseye kadar burada okudum ve Erzurum’da her çocuğun o dönemler yapması gereken şeyleri yaptım. Aslında bir çocuk gibi de yaşamadık hiçbirimiz. Medreseye gittim, imam hatip lisesinde okudum. Yetinmedi hiç kimse, hocalık yapmaya mecbur bırakıldım. İmam hatipte bir öğretmenime açıldığım bir dönem oldu. Klasikleşmiş bir soru sordu öğretmenim: "Daha önce hiç tecavüze uğradın mı?" Ardından "Seni koruruz, korkma"lar, "Biz buradayız"lar... O dönem her ne kadar söyleyemesem de bu soru sorulduğunda çok korkmuştum.
Bu süreçte üçüncü sınıftaydım. Afallamış, köşeye sıkışmış hissediyordum. Ne tarafa döneceğimi dahi bilmiyor, dönmem, güvenmem gereken kişiler beni yalnızlığa mahkum ediyordu. Tam olarak bu benim hayatımda bir dönüm noktası oldu ve bundan sonra açık kimlikli bir şekilde yaşadım. Kimseye kimliğimden bahsetmiyordum ama gizlemiyordum da. Sorulduğunda evet diyordum. Böylece öğretmenlerimin neredeyse tamamı öğrendi. “İmam hatipte bir lubunya” kulağa çok komik geliyor, değil mi? Artık öğretmenlerim öğrendiği için ekstra çalışmam ve sorumluluk almam gerekiyordu bu süreçte. Derslerime çok fazla çalışıyordum. Çabamı gören öğretmenlerim kütüphaneyi de bana verdiler. Okul yetmezmiş gibi bir de ders aralarında kütüphaneyi açmakla teneffüsümü heba ediyordum. Neyse ki tüm derslerimi rahatlıkla verdim.
Bedenimi de daha fazla tanımaya başlayınca Erzurum’da barınamayacağımı anladım ve İstanbul’a kaçtım. O ışıl ışıl şehirde bir yıla yakın yaşadım, abim ve akrabalarımla birlikte. Taksim’de yaşıyor olmam benim için çok büyük bir artıydı. Yediğim dayakları saymazsak tabii ki... Çok güzel bir iş buldum, o dönem asgari ücretin 3-4 katını kazanıyordum. T’leri ve diğerlerini gördükçe içim açılıyor, sokağın ortasına oturup gülüyordum istemsizce. Ancak o şehrin ışıltılı hali bir anda gözlerimde son buldu ve şehir koca bir karanlığa büründü. Eve kapanmış, sadece işe gidiyordum. Geri kalan süre zarfında yaptığım tek şey bira içmek için Artistler Kahvesi’ne gitmekti. Manevi anneme olup bitenleri anlattım. Dinledi ve tek başına başa çıkamayacağını anlayınca bir başka yakınımıza konuyu açtı. Bir sürü sıkıntı, İstanbul en nihayetinde bana gerçek yüzünü göstermişti: gözaltı, dayak, tecavüz, ölüm riskleri...
Burada da barınamadım ve anneme bende ağırlık yapan bedeni anlattım. Korkudan yemek dahi yiyemediğimi, 37 kiloya nasıl düştüğümü... Dinledi ve o dinledikçe ben marul gibi açıldım. Açıldıkça daha da büyüdüm. Büyüdükçe kendim oldum, cesaret buldum. Öfke krizlerinde tahriş olan penisim biraz olsun kendine gelme fırsatı buldu ve bu süre zarfında yaklaşık 7 kilo aldım. Sonra biraz daha. En sonunda olmadı yeni baştan yine kilo ver.
Bedenimizin biricikliği ne yazık ki yalnızca aktivistler ve bu konuda hassasiyeti olanlar tarafından kabul ediliyor. Ancak bunun dışında kalan ezici çoğunluk biricikliği tanımıyor ve söz söyleme hakkını kendinde bulabiliyor. Her defasında bunu farklı şekillerde deneyimledim. Hatta çoğunlukla disforilerim bir sohbet malzemesi haline geldi ve bende olmasını istemediğim uzuvlar övüldü, yüceltildi. Bazen bunu aktivistler ve lubunyalar da yaptı. Her zaman bu benim için bir disfori deme cesaretimiz olmalı mı? Bu soruyu zaman zaman kendime soruyorum. Her defasında bir cevaba varamıyorum. Her defasında yeniden başlıyorum.
Anlamadığım bazı şeyler de var tabii ki, bunlardan ilki penis. Toplumun penise yüklediği anlam ve “ideal erkek” olmak için olmazsa olmaz uzuv. Reddi halinde küçük devletten başlayarak dışlanıyoruz. Ve evet, ben reddediyorum. Ya da Emre Caner’in söylemiyle:
“Toplumsal iktidar, erkek doğan bir çocuktu. Bu gerçeğin sonucunda iktidar olgusu, en az penis kadar eril bir özelliğe büründü. Hatta birbirleriyle o kadar özdeşleşeceklerdi ki; erkeklik vasfını yerine getiremeyen biri, modern dönemde bile iktidarsız olarak tanımlanacaktı.”
Ben ne bir erkek çocuğuyum ne de bir iktidarım. Tümüyle erkekliği reddediyorum ve ayaklar altına alıyorum. İçimde öldürdüğüm erkeği dışımda da öldürüyorum. Artık uzun bir yolda koşan, yeni yürümeyi öğrenmiş bir çocuk kadar özgürüm.
*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam, aile, din/inanç, cinsellik, yorum