24/11/2010 | Yazar: Avi Haligua

“Afrikalı transgender bireyler uzun süredir susturulmuştu; sanki hiç yokmuşuz gibi görünmez olduk.

“Afrikalı transgender bireyler uzun süredir susturulmuştu; sanki hiç yokmuşuz gibi görünmez olduk. Bugün birçoğumuz konuşuyoruz, yüzlerimizi gösteriyoruz, yazıyoruz ve kendimizi açıkça ifade ediyoruz.”
 
Bu sözlerin uzantısı olarak, 2008 yılında uluslararası alanda ilk kez bir araya gelen Zimbabwe, Uganda, Kenya, Güney Afrika, Namibya, Burundi ve Botsvanalı transgender bireyler, Gabrielle Le Roux’ın küratörlüğünde kendi portreleri ve hikâyelerini bir araya getirdiler. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi de, Afrikalı ressam Gabrielle Le Roux’un sergisini, 18. İstanbul LGBTT Onur Haftası kapsamında İstanbul’a getirdi. Bugün de Nefret Suçu Mağduru Trans Bireyleri Anma Etkinlikleri kapsamında sergi Ankara'da. Sergiyi ve ressamı, Kaos GL okurları ile de buluşturmak istedik. Avi Haligua Kaos GL için sordu, Le Roux anlattı.
 
 
Kendinizden bahsederek başlayalım mı söyleşiye?
Ben bir sanatçı ve soysal adalet aktivistiyim. İstanbul’a, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nin daveti üzerine geldim. “Afrikalı, Transgender ve Gururlu” sergisini, Türkiye’de sergilememiz için destek vermelerinden dolayı teşekkür ediyorum. Sergi, 7 farklı Afrika ülkesinde yaşayan transgender bireylerin portrelerinden oluşuyor.
 
Kendimi dünya vatandaşı olarak tanımlıyorum. Londra’da doğdum, Güney Afrika’da büyüdüm. 1980ler’i Karayipler’de geçirdim. Avrupa’da da yaşadım. İşim sebebiyle çok seyahat ediyorum. Resim yapmayı kendi kendime öğrendim. 1980ler’de Karayipler’de yaşarken, garip bir şeyler hissettim. Daha önce resim çizmeyi hiç istemiş bile olmadığım için garipti. İnsanlara bakmaya ve eğer ressam olsaydım onları nasıl çizeceğimi düşünmeye başladım. Bu düşünce ve hisler, uzun bir süre devam etti. Sonunda beni de yorup, çizim yapmayı denemeye ittiler. Resim yapma sürecine âşık oldum. Her zaman canlıları çizdim; bu sebeple, çizeceğim kişinin tüm süreç boyunca karşımda olmasını isterim. Birinin resmini yapmak, yoğun bir sözsüz iletişim yöntemi. Çizdiğiniz kişiyi onurlandırmanın bir yolu. Ancak her şeyden önce ben bir aktivistim; çizmeye başlamadan yıllar önce, aktif olarak politikanın içinde yer alıyordum.
 
Politika dediğiniz şeyle hayatınız aranızdaki ilişkiyi anlatır mısınız bize?
Politikayla ilişkili olmak benim için çok geniş bir anlama sahip. Politika, daha çok saygı göstermenin ve pek çok adaletsizliğin olduğunu görmenin bir yolu… Aslında herkes, ya baskılara karşı çıkarak ya da o baskıları güçlendirerek bu işin içinde. Haliyle bu çok geniş bir cevap…
 
Örgütlü olmalı ve örgütlenmelerin parçası olmalısın. Ama kim olduğun, toplumdaki yerin ve seyahat ederken temsil ettiklerinin hepsi politiktir. Hayatla politika arasında keskin bir ayrım olduğuna inanmıyorum. Ancak aktivist olmayı politik tavır olmak olarak tanımlarsak, hatırlayabildiğim kadarıyla ilk olarak Karayipler’de tecavüzler bir kriz halini aldığı zaman kendimi bir şeyler yapmak zorunda hissetmiştim. Karayipler’deki feminist hareketin içine girdim. 1993’te Güney Afrika’ya döndüğümde, Apartheid sonrasındaki ilk seçimler vardı. Ben de bu dönüşüm sürecinin bir parçası olmaya karar verdim. Irkçılık, cinsiyetçilik, homofobi ve sınıf ayrımcılığına karşı, pek çok sivil toplum örgütünde çalıştım. Benim için her zaman önemli olan çeşitlilik oldu. Olabildiğince fazla sayıda ve çeşitte insanın bir araya gelmesini gerçekten anlamlı buluyorum çünkü Güney Afrika, Apartheid sebebiyle dünyanın çoğu yerinden daha fazla parçalara bölünmüş bir yer.
 
Dönemin Güney Afrika’sından bahseder misiniz biraz da?
O zamanlar Güney Afrika’da olmak gerçekten ilginçti. Mandela hapisten çıkmıştı, seçimler yaklaşıyordu ve anayasa yeniden yazılmıştı. Ülkede olmak için inanılmaz zamanlardı. Geçmişe baktığımda, o zamanları yaşamış ve değişimin aktif bir parçası olmuş olmanın müthiş bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Güney Afrika’da çalıştığım ilk örgüt, Ulusal Kadınlar Koalisyonu idi. Her renkten, her siyasi partiden ve şehirli ve köylü her kesimden kadınla görüşmeyi amaçlayan büyük bir araştırma gerçekleştirdik. Farklı politik partilere mensup ya da farklı görüşleri olan insanları bir çalışmada toplamak, Güney Afrika için büyük bir adımdı. Geniş anlamıyla, yeni Güney Afrika’dan ne istediklerini sorduk kadınlara. Böylece hem bu kadar çeşitlilikte kadının var olduğunu gösterdik, hem de bu çeşitli kadınların ne istediğini duyurmuş olduk. Benim için çok eğitici oldu. Ülkenin atardamarı üzerine parmağını koyup nabzını ölçmek gibi bir şeydi.
 
Daha sonraki çalışmalarınız nelerdi peki?
Bu iş, ilerideki yıllarda yaptığım her şeyi şekillendirdi. Genellikle bir örgütte gönüllü olarak çalışmaya başlayıp, ardından profesyonel olarak devam etmek üzere davet edildim. Beş yıl boyunca Güney Afrika’da Kadın Medya İzleme Projesi’ni yürüttüm. 1995’te harika bir grubu bir araya topladık. Ülkenin dört bir yanından farklı hiziplere mensup kadınlar olarak bir araya gelerek, birlikte kararlaştırdığımız işleri örgütledik. Medya izlemesi para karşılığı yaptığımız bir iş değildi. Kadınları, ne hakkında konuşmak istiyorlarsa o konuda konuşmak üzere davet etmeye başladık. O zamanlar medyanın nasıl olduğunu tahmin edebilirsiniz. Ülke Apartheid’dan çıkmış olsa da, medyada ayrımcılık hala devam ediyordu. Tecavüze dair istatistikler inanılmaz yüksek rakamları gösteriyordu. Dostane bir alan yaratarak her çeşit kadını bir araya toplamak, işin büyük kısmını oluşturuyordu. Şiddete karşı çalışan kadın aktivistler, cinsel haklar için çalışanlar, sokakta çalışan seks işçileri, evsizler, milletvekilleri, gazeteciler ve engelli kadınlar bir araya geldiler. Her Cumartesi akşamüstü bir araya gelen bu kadar çeşitli bir grup, eşit söz hakkına sahip olarak ilk kez bir araya gelmişti. Hiçbir sebeple asla tanışma ihtimali olmayan bu kadınların ortak noktası, medyayla ilgili şikâyetleriydi. Örneğin seks işçileri, medyada sadece sansasyonel haberlerin konusu edilmekten, toplumun çirkin ve kötü yüzü olarak gösterilmekten ve topluma sadece vücutlarını seks için satarak hizmet etmekten başka işlevlerinin de olduğunun yansıtılmamasından şikayetçiydiler. Engelli kadınların derdi de bambaşkaydı: sadece kadın programlarına meze edilmekten ve bir kitap yazdıklarında sadece alkışlanarak, “İnanılmaz! Nasıl böyle bir şey yapmış Bir kitap yazmış!” gibi tepkiler almaktan bıkmışlardı. Topluma çeşitli şekillerde katkıları olduğunun görünmesini istiyorlardı.
 
Birbirimizi eğittik ve engelleri aşarak yarattığımız bu ortamı işlevli hale getirdik. Örgütlü olmak o dönemde çok önemli bir hale gelmişti. Parlamento açılmıştı, yeni yasalar çıkıyordu ve bir grup olarak parlamentoya gidip öneride bulunmak ve sonuç almak mümkündü. Her şey, yumuşak bir kil gibi şekillenmeye açıktı. Cinsiyet Komisyonu kurulmuştu ve biz de bir grup olarak baskı yapıyorduk. Her grup, sorunlarıyla ilgili ne demek istiyorsa onu diyordu. Gerçekten heyecan verici zamanlardı çünkü bu elit yerlerde başka türlü birilerini görmek bir şeyleri değiştiriyor. Parlamento Cinsiyet Komisyonu’nda ya da üst düzey gazete editörleriyle yapılan bir toplantıda, bir kadın “Ben seks işçisiyim ve Woodstock Sokağı’nda çalışıyorum.” deyip, hakkında çıkan hikâyeleri beğenmediğini söylediği zaman, ortalık karışıyordu. Birileri çıkıp, tonla istatistiği ardı ardına saydığı zaman, pek anlamlı olmuyor. Ama böylesi bir sahne insanları gerçekten değiştirebiliyor. Ya da biri çıkıp “Sokaklarda yaşıyorum ve beni sokaklardaki suçun kaynağıymış gibi göstermenizden bıktım.” dediğinde, ne diyeceklerini bilmiyorlar. Bu tip durumlara karşı cevapları yok.
 
Ne gibi hisler ve deneyimler aldı geriye peki?
Tüm bunlar bugün yaptığım işi şekillendirdi. Çünkü bunca yıllık medya aktivizmi deneyimim, bana gerçek insanların gerçek deneyimlerinin değerini öğretti. Eğer gerçek insanlar sorunlarını anlatırsa, bir çözüme yaklaşma ihtimalimiz artıyor. Bu şekilde görünür olabiliyoruz. İşte bu sebeple, gerçek insanların portrelerini çizmek, çeşitli sosyal meseleleri ortaya koymak için faydalı olabilir. Ayrıca insanlara borcumu ödemenin bir yolu olarak da önemli buluyorum. Önemli işler yapan, üstelik bu işler için maaş da almayan ve hatta bir de hayatlarını tehlikeye atan insanlardan bahsediyoruz. Portre sahibi olmak, aslında elitlere ait bir durum… Bir fotoğraftan bahsetmiyoruz. Birisine “Seni çizmek istiyorum.” dediğiniz zaman, çoğu çok heyecanlanır. Bir tür onurlandırma sayılır. Portreleri, insanları onurlandırmak ve gerçek bir iş yaparak onları göstermek için kullandığımda ve kendi hikâyelerini, portreleri üstüne kendilerinin çizerek anlatmalarını istediğimde, daha önce kullanmadığım bir aygıtla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Yaptığım iş, medya izlemeye çok benziyor ancak kişiselliğimi de katabiliyorum. Medyayla uğraşırken kalp krizinden ölebilirsiniz; sizi bitirebilir. Önemli de olsa, sürekli kaybettiğiniz bir savaşın içinde gibi hissedersiniz kendinizi. Alternatif medya da çok önemli ancak ben kendime özgü özel bir yöntem kullanmanın heyecanını yaşıyorum.
 
Aklınızda Yer Eden Çalışmalarınız Neler?
Karayipler’de ilk çalışmamda, dünyanın en yaşlı kadınlarını çizdim. Kadınlardan biri 128 yaşındaydı. Dominik Adası’nda yaşıyordu. İlk çalışmamda 100 yaşını geçmiş 10 kadını çizdim. Çok güzel bir sergi olmuştu. Serginin adı “Yaşayan Atalarımız” idi. “Afrikalı, Transgender ve Gururlu”, Victor Mukasa ile birlikte düşündüğümüz bir iş oldu. Mukasa, bir insan hakları aktivisti olarak uzun yıllar boyunca Uluslararası Af Örgütü’yle çalıştı. Çok cesur ve önemli işler başaran bir insandı. Bu proje, bizim ortak hayalimizdi. İnsanların kendi portreleri üzerine hikâyelerini yazmalarını istiyorduk. Cinsiyet, Afrika’da önemli ve karışık bir konu… Bu sergi, bu iş için bir çeşit başlangıç sergisi. Bu işleri, Afrika’da çeşitli ülkelerden transgender bireyler bir araya gelerek toplandığında gerçekleştirdim. Afrikalı ve transgender olmanın anlamı üzerine düşündükleri bu atölyede, isteyen ve bu işin anlamlı olacağını düşünenlerin portrelerini çizdim. Çizdiğim her birey, portrelerinin üzerine kendi hikâyesini yazdı. Gerçekleşen bu sergiyle ilgili çok heyecanlılar. Bu, onların görünmesini ve -en önemlisi- istedikleri gibi görünmesini sağlıyor.
 
LGBT hareketinin rotasına dair söylemek istedikleriniz var mı? Ya da örgütlülerin kendilerine?
LGBTT hareketi, kendi gettosunun dışına çıkıp diğer önemli sosyal adalet hareketleriyle bağlantılı hale geldikçe daha güçlü hale geliyor. Çünkü orda bir örgütlenme, burada bir örgütlenme şeklinde kaldığımız sürece işlevsiz oluyoruz. Çünkü insanlar noktalara katılmazlar; daha büyük ve daha güçlü bir hareketin parçası olmak isterler. Politik olarak bağlantılı görünmeseler de, hareketler birbirine bağlıdır çünkü baskı tek bir noktadan gelir. Bu sebeple, ağları birbirine bağlamalı ve yerel ve küresel olarak örgütlenmeliyiz. Bu sayede gerçek insanların, kapıları koruyanlar olarak değil, gerçek anlamda kendileri için konuşmasını sağlayabiliriz.
 
 
Gabrielle Le Roux kimdir?
Sanatçı ve sosyal adalet aktivisti Gabrielle Le Roux, portreleri ve birinci ağızdan hikâyeleri, çeşitli tekniklerle sosyal adalete kültürel müdahaleler için kullanır. İşleri, yaşam tecrübeleri çeşitli önyargı ve baskı karşısında birer iyileşme ve direniş örneği olan insanlara saygı örneğidir. Sanat mekânları, üniversiteler, müzeler, gösteriler, yürüyüşler, organizasyonlar ve konferanslar da, Le Roux’nun sergi mekânlarıdır. Sanatçının son dönem sergilerinin gerçekleştiği yerler arasında, Londra Docklands Müzesi, UNESCO Paris ve Uluslararası Af Örgütü Amsterdam binaları da vardır. 


Etiketler: kültür sanat
nefret