26/05/2025 | Yazar: Yıldız Tar
İlaç için dahi olsa okuyacak bir kelimenin bile olmadığı 4 gün Vatan Emniyeti, 3 gün Metris’in ardından Silivri’ye gelir gelmez koğuş içindeki kütüphaneye koştum. Ne okusam diye düşünürken ilk gözüme çarpan eski dostum John Steinbeck oldu…

Cezaevleri, dışarıda koşturmacadan okunmayan kitapları okumak, daha önce okunan kitaplara geri dönmek için fırsatlar sunuyor. Fırsat kelimesini kullanırken elbette ironi yapıyorum. Ama ben şanslıyım ki çok sayıda mahpusun kitaplarının olduğu bir koğuşa düştüm ve geniş bir yelpazede kitaplar okuyabildim. Bu kitapların bazılarından ve aldığım notlardan bahsetmek istiyorum. Normalde, alıntılardan ve sürekli isimlere referans verilmesinden pek hazzetmem. Ama cezaevi koşullarında bir meselede yazarken şipşak bir sürü kaynağı tarama imkânı yok. Öyle olunca da aklındaki bir mevzuya denk düşen bir cümleyle karşılaşınca o cümleyi evirip çevirmeye başlıyorsun. Ben de zihnimde evirip çevirdiğim cümleleri not aldım ilk günden beri. Bu pasajlarla birlikte neler okuduğumun listesini siz değerli okurlarla paylaşmaktan onör duyarım efen’im.
İlaç için dahi olsa okuyacak bir kelimenin bile olmadığı 4 gün Vatan Emniyeti, 3 gün Metris’in ardından Silivri’ye gelir gelmez koğuş içindeki kütüphaneye koştum. Ne okusam diye düşünürken ilk gözüme çarpan eski dostum John Steinbeck oldu. Çocukluğumda Gazap Üzümleri’ni okumuş ve kelimenin gerçek anlamıyla sarsılmıştım. Kişiliğimi oluşturan temel eserlerden biri oldu Gazap Üzümleri. Bugün bir sosyalistsem, ne kuram kitapları ne de klasik Sovyet Edebiyatı sayesindedir. Sosyalist olmamı sağlayan Steinbeck ve Gazap Üzümleri olmuştu. Cezaevinde de önce Steinbeck’in Cennetin Doğusu romanını ilk kez, sonra Gazap Üzümleri’ni ikinci kez okudum. Cennetin Doğusu, muazzam bir yol, tutunma çabası, insanın iyilik ve kötülük potansiyellerinin çarpıştığı bir hikâyeler bütünü. Din ve mitolojiyi, 1800’lerin sonu Amerika’sında yeniden dirilterek çok gerçekçi bir akış yaratmış Steinbeck. Kitaptan aldığım notlardan biri hâlâ daha zihnimde yankılanıyor: “Histerisinin içinde sadist bir şeytan gizleniyordu. Kan istiyordu. Ceza talep edişinde bir tür haz vardı.” Günümüzün sosyal medya mahkemelerini hatırlattı bana. Bu alıntıyı Gazap Üzümleri’nden bir cümle takip etsin: “Sen Tanrının canını sıkacak kadar büyük de değilsin, önemli de değilsin.”
Susan Sontag’ın portrelerden oluşan kitabı Satürn Yıldızı Altında’da tabii ki büyük aşkım Walter Benjamin portresinden etkilendim en çok. Benjamin, benim bir önceki yüzyılda kalmış erkek arkadaşım bence :) Alıntımız ise manidar: “İroni, melankolik kişinin kendi mütevaziliğine, kendi asosyal tercihlerine verdiği olumlu isimdir.”
Beni yakından tanıyanlar Spotify çalma listemde bir şarkının diğerini tutmadığını, daldan dala atlayan bir karmaşanın hâkim sürdüğünü bilir. Silivri okuma listem de aynı. Steinbeck ve Sontag’tan sonra Ksenophon’un Anabassis’ini okumuşum. O ordu yürüdükçe içim kıyılsa, iyi ki cezaevindeyim diye halime şükretmeme yol açsa da fena kitap değil. Yazarın üstü kapalı olduğunu sandığı kendini övme bölümlerine katlanabilirseniz, okunur. Ümit Hassan’ın Osmanlı kitabını okumuşum hemen ardından. Kabile, kabile federasyonu ya da kabile konfederasyonundan devlete geçişi anlamak için önemli bir esermiş. Yazarın özellikle “devlet kuşu” deyiminin nereden gelmiş olabileceğine dair tezleri çok dikkatimi çekti. Töreden devlete geçişi bir tür “yeniden canlandırma” olarak adlandırması da dikkate değer.
Eğer benim okuma sıramla gidecekseniz Tolkien’in Büyük Wootton Demircisi masalı, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanı ve Patti Smith’in deneysel novellası Adanmışlık ile devam etmeniz gerekiyor. Adanmışlık, çok etkileyici bir fotoğraf karesi gibi bir eser. Ve alıntımız da o kareye uygun: “Aklımdan gençlerin uyurken güzel ve benim gibi yaşlıların ölü göründüğü geçiyor.”
Adanmışlık ve Patti Smith’ten atladığım isim Fernand Braudel oldu. Okumadığım için kendimi ayıpladığım Maddi Uygarlık’ın ancak birinci cildini okuyabildim. Ve bu kadar geç okuduğum için kendimi bir kez daha ayıpladım. Tamamını anlayabildiğimi iddia edemeyeceğim. Çevirmen sağ olsun, internete ya da başka kaynaklara erişimi olmayan okurları hiç düşünmemiş. Bazı kavramları olduğu gibi bırakıp açıklama koymaya da gerek duymamış. Ama Braudel’in kapitalizmin tarihine yaklaşımı, denildiği kadar etkileyici ve isabetliymiş. Aldığım notlarda özellikle “fakirlere karşı yasalar“ meselesi ve nüfus artışındaki eş zamanlılıklar: buğday, pirinç ve mısırın üretim ve dağıtım hikâyeleri öne çıkıyor.
Braudel’den sonra peş peşe 4 roman okumam gerekti. Başka bir kuram kitabına ancak romanlara sığınarak geçebildim. Sırasıyla; Paul Auster’dan Kırmızı Defter, Matt Haig’ten Geceyarısı Kütüphanesi, Ursula Le Guin’den Rüyaların Öte Yakası ve Jules Verne’den Karpatlar Şatosu’nu okumuşum. Bu dörtlüden Rüyaların Öte Yakası, özel bir ilgiyi hak ediyor.
Listemize üç kitapla Alevilik de giriyor. Rıza Yıldırım’ın Aleviliğin Doğuşu ve Geleneksel Alevilik eserleri ile Ayten Karakaya Stump’ın Vefailik, Bektaşilik, Kızılbaşlık kitapları peş peşe okunduğunda Alevilik şemsiyesi altında birleşen dini geleneklerin ortaya çıkışındaki maddi koşullar ve seneler içerisindeki değişimi çok daha berrak bir şekilde anlaşılabiliyor. Yıldırım’ın Kızılbaş Aleviliği “Mehdici Cereyanlar” arasında gayri-müteşerri bir dinî gelenek olarak gören yorumu ve Alevilikle ilgili yaygın Köprülü paradigmasına birçok açıdan meydan okuması çok ilgi çekici diyebilirim. Ümit Hassan gibi Yıldırım da Osmanlı tarihini töre temelli aşiret konfederasyonundan şeriat temelli bürokratik imparatorluk düzenine geçiş olarak okuyor ve Aleviliği tam da bu dönüşüm sürecine oturtuyor. Yıldırım’ın Kızılbaşlar’ın köylüleşmesi ile siyasi ve askerî potansiyellerini yitirdiklerine ilişkin tezi, üzerinde düşünmeye değer.
Alevilik okumalarından faşizm üzerine eserlere geçiyoruz. İletişim Yayınları’nın faşizm serisini okumak cezaevine kısmetmiş. Federico Finchelstein’in Faşist Yalanların Kısa Tarihi kitabı, kolay okunan ve güncel tartışmalara da değen bir kitap. Post-truth çağı diye kavramsallaştırılan dönemi anlamak isteyenlere iyi bir başlangıç olabilir. Yazar, faşist siyasi gücün büyük oranda hakikate el konulması ve yalanların geniş kitlelere yayılmasından türediğini öne sürerek bence kaba bir indirgeme yapsa da, şu tespiti ön açıcı: “Otoriter popülistlere yöneltilen eleştiriler neden çoğu zaman basit sıfatların ve hatta aşağılamaların ötesine geçmiyor? Trump’ı anormalleştirince, geri kalan Amerika manzarası normalleşmiş oluyor; sanki Trump, tarihsel hakikate saygı duyan, çoğulculuk ve eşitlikte kusursuz bir geçmişe sahip bir Amerika’nın tek oyunbozanıymış gibi…”
Herhangi bir faşizm okuması Ernst Fraenkel’in İkili Devlet eseri olmadan eksik kalır. Tekrar okuduğum bu kitaptan seçtiğim cümle şu: “ ‘Barış’ adasında ebedî sıkıyönetim hüküm sürmektedir.”
Faşizm serisinden son okuduğum kitap Robert O. Paxton’ın Faşizmin Anatomisi eseri oldu. Hitler ve Mussolini’nin yöntemlerini analiz eden Paxton, faşizmi beş aşamalı bir döngü içinde inceliyor: 1) Hareketlerin yaratılması 2) Politik sistem içinde kök salması 3) İktidarı ele geçirmesi 4) İktidarı kullanması 5) Faşist rejimin radikalleşme ya da entropiden birini seçtiği uzun zaman dilimi. Paxton, doğum oranlarının düşüşünün temel bir faşist kaygı olduğunu da belirtiyor. Aile Yılı ilan edilmesi ile benzerliğini okura bırakarak alıntımıza geçelim: “Faşist rejimler, bir tutkal gibi işledi: Birbirinden çok farklı olmalarına rağmen liberalizm ve sola karşı düşmanlıklarıyla birbirine bağlanan ve ortak düşmanlarını yok etmek için her şeyi yapmaya hazır iki öznenin, faşist dinamizm ve muhafazakâr düzenin, bir amalgamı oldular.”
Bu kadar faşizm okuduktan sonra peş peşe edebiyata geçmişim yine. Cezaevinde tekrara dayalı günleri ve fasit daire hissini kırmanın yolu benim için bu tarz küçük hileler oldu. Sırasıyla; Oğuz Atay’dan Korkuyu Beklerken, Ahmet Ümit’ten Yırtıcı Kuşlar Zamanı, Hernan Diaz’dan Güven ve Ivo Andrić'in Drina Köprüsü. Güven, inanılmaz başarılı bir roman. Steinbeck’in anlattığı Büyük Buhran yıllarını yaratan finans spekülatörlerinin mahrem dünyasına girmek isteyenler için birebir. Her iki yazarı da peş peşe okuyabilmek açıkçası çok iyi bir rastlantı oldu. Güven’den alıntımız: “Çoğumuz zaferlerimizin başaktörü, yenilgilerimizin ise mağduru olduğumuza inanma eğilimindeyiz. Galibiyeti kendimize mal ederiz ama hüsranda payımız yoktur, esasen kontrolümüz dışındaki güçlerce bozguna uğratılmışızdır.” Drina Köprüsü’nden bahsetmesem olmaz. Bu kadar geç okuduğum için hayıflandığım bir şaheser. Balkanlardaki bir kasaba ve köprünün çağlar içindeki hikâyesi hem çok tanıdık hem de çok sıradışı. Tıpkı hayat gibi bir roman Drina Köprüsü. Yazar da köprüden şöyle bahsediyor: “Farkında olmadan küçük kasabının felsefesini de orada öğrenmiş oluyorlardı. Hayat anlaşılmaz bir mucizedir; boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider. Tıpkı Drina’nın üstündeki köprü gibi.”
Cezaevinde tekrar okumak istediğim ve binbir zahmet sonu ulaşabildiğim iki kitap, Ocean Vuong’un Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz ve Édouard Louis’in Eddy’nin Sonu romanları oldu. Daha önce haklarında yazılar da yazdığım bu iki roman bana kalırsa sadece “eşcinsel edebiyatı“ denilen kanonu değil, romancılık anlayışını da yeniden tarifleyen eserler. Cezaevinde okumanın tadı da ayrıydı açıkçası. Eddy’nin Sonu’ndan alıntımız: “Eşcinsel taklidi yapmak, onlar için eşcinsel olmadıklarını göstermenin bir yoluydu. Bütün bir akşam tek bir hakarete uğramadan eşcinselmiş gibi davranabilmek için eşcinsel olmamak gerekiyordu.” Aynı kitaptan ikinci alıntı ise başka bir sayfada geçse de tamamlıyor bu cümleleri: “Yapmak suç değildi demek, olmak suçtu. En çok da öyle görünmek.” Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’den alıntımız: “Çünkü teslimiyet de, çok geçmeden öğreneceğim üzere, bir iktidar biçimiydi. Hazzın içinde olmak için Trevor’un bana ihtiyacı vardı. Benim bir seçim hakkım, bir becerim vardı; onun yükselmesi ya da düşmesi benim ona yer açmayı isteyip istememe bağlıydı, çünkü üzerine çıkacak bir şeyin yoksa yükselemezsin. Teslimiyetin hükmetmek için yükseltilmeye ihtiyacı yoktur. Ben kendimi alçaltırım.” Ve bir diğer alıntı: “Pembe bisiklet süren bir erkek çocuğunun her şeyden evvel yerçekimi kanununu öğrenmesi gerekiyor.”
Nurdan Gülbilek’in Sessizin Payı derlemesi, Ahmet Ümit’in Çıplak Ayaklıydı Gece isimli öykü kitabı da cezaevi yoldaşlarım oldu. Sessizin Payı, denemeciliği derinlikle birleştiren bir eser. Çıplak Ayaklıydı Gece ise açıkçası hayal kırıklığı oldu. Öykülerin çatıları akıyor, kolonları ise sallanıyor. Beni bu hayal kırıklığından kurtaran; Sabahattin Ali oldu. Kuyucaklı Yusuf ve Kürk Mantolu Madonna’yı yeniden okudum. Ve iki kitapta da Sabahattin Ali’nin eşcinsellik ve translık diyebileceğimiz oluşlarla ilgili ufak değinmeleri de dikkatimi çekti. 1900’lerin başında o dönem “homoseksüellik” diye tariflenen LGBTİ+ kimliklerin bu romanlardan bize göz kırpması takdire şayan. Ve Sabahattin Ali çok da yargılayıcı olmayan bir bakışla ele almış meseleyi. Daha doğrusu arada geçirmiş. Kuyucaklı Yusuf’ta mesela “oğlanlar”, kasabanın yozlaşmış gençlerinin alemlerinde geçiyor. Bir yerde Sabahattin Ali, “Babasının kazandığı parayı Rum orospular veya İzmirli oğlanlarla yiyor, etmediği rezalet bırakmıyordu” diyor. Buradaki “oğlanların” salt içki arkadaşları olmadığını anlayalım diye hemen arka sayfada bizi şu cümle karşılıyor: “…Etem’in bunlara hem dalkavukluk ettiği hem de eğlencelerine her iki cinsten mahluklar tedarik edip getirerek bazı ufak hizmetler gördüğü söylenirdi. “Burada Sabahattin Ali’nin yaklaşımından daha önemlisi, onun gibi kısa ve öz yazan tasarruflu bir yazarın birkaç cümle de olsa bu meseleyi geçirme gereği duyması. Buradan ben kendimce, ileriki yıllarda silinecek bir lubunya tarihinin bize göz kırptığı sonucunu çıkardım. Kürk Mantolu Madonna’da ise iki ayrı bağlamda geçiyor lubunyalık. İlki baş karakterimiz Raif’in Berlin’de yürürken denk geldiği “kaldırımlarda ayaklarına kırmızı çizmeler giyip kadınlar gibi yüzlerini boyayarak dolaşan birtakım delikanlılar” ifadeleriyle; ikincisi ise romanın isim karakteri Maria Puder’in “Kendimde hiçbir gayritabii temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim” cümlesiyle başlayan tiradında. Ali, Kuyucaklı Yusuf’un aksine burada daha nötr bir dili tercih etmiş, kendisi bir sıfat atamayıp; karakterinin konuşmasında “gayri tabii” demeyi tercih etmiş. Ki Kürk Mantolu Madonna’daki o derin aşk hikâyesinde Maria Puder’in feminist çıkışları ve serdeki “erkeklik” ve Mehmet Raif Bey’deki “genç kızlara mahsus hali” bana kalırsa queer edebiyat çalışanlar için başlı başına bir hazine.
Tekrar okumalar demişken, Silvia Federici’nin Caliban ve Cadısı’nı da tekrar okudum ve ilk sefer okuduğumda kapıldığım o heyecana tekrar kapıldım. Uzun söze gerek yok, Caliban ve Cadı’yı herkes okumalı. Not defterimin yarısını onun üzerine aldığım notlar doldurmuş. Ama ben şu kısmı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Homoseksüellere uygulanan zulüm öyle bir vahşet içeriyordu ki yaşananların izleri bugün bile hâlâ dilimizdedir. “Faggot” (hem çalı çırpı hem de homoseksüel anlamın gelir) sözcüğü bize zamanında cadıların yakıldığı kazıkları tutuşturmak için homoseksüellerin çıra gibi kullanıldığını, İtalyanca “finicchio” (hem rezene hem de homoseksüel anlamında) sözcüğü ise, yanan etlerin kokusunu örtmek için kazıkların üzerine aromatik otlar serpiştirilmesini hatırlatır.”
Yıldız Tar
Marmara 5 Nolu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
Silivri / İstanbul
*KaosGL.org’ta yayınlanan köşe yazıları, KaosGL.org’un editoryal çizgisini yansıtmak zorunda değildir. Yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, medya, kültür sanat, yaşam