23/03/2011 | Yazar: Kürşad Kahramanoğlu

18 Haziran 2011’in bana mahsus bir özelliği var. Bu tarihte hayatımın yarısını Türkiye’de, diğer yarısını da İngiltere’de yaşamış olacağım.

18 Haziran 2011’in bana mahsus bir özelliği var. Bu tarihte hayatımın yarısını Türkiye’de, diğer yarısını da İngiltere’de yaşamış olacağım. Farklı kültürler, bir kültürü anlamak, özümleyebilmek demek ki 30 sene gerektiriyormuş. “Burası Türkiye”, bana “sen hâlâ bu memleketi anlayamadın” diyen arkadaşlarıma, gittikçe artan bir şekilde hak veriyorum.

Yıllarca Batı üniversitelerinde “etik” okuttum, dünyayı gezdim; başka birçok ülke gördüm, ama bu kavramının Türkiye’deki kadar çarpıtıldığı başka bir ülke ne duydum, ne de gördüm. Bu yazıyı 20 Mart Pazar günü yazıyorum ve geçtiğimiz hafta, bunun en açık kanıtlarıyla doluydu.

13 Mart 2011 ve 20 Mart 2011’de insanlık tarihinin belki de en acımasız, en dramatik, en korkutucu üç büyük felaketinin sonuçları altında şoke olmuş bir milleti, Japonlar’ı her gün televizyonlarımızda izledik. Bu büyük drama ülkemizde gösterilen ve gösterilmeyen ilgi ve tepkiler, bu topraklarda yaşayan insanların etik değerlerinin olmadığını, varsa da bu değerlerin dünyanın başka milletlerinden çok farklı olduğunu gösteriyor.

Aynı hafta içinde Türkiye hükümetinden Başbakan başkanlığında bir heyet, Rusya’ya resmi bir ziyaret yaptı. Ziyaretin ana gündem konusu; baharda limon ve portakal çiçekleri kokan cennet Mersin’i hiç şüphesiz bütün çevresini de zehirleme potansiyeli olan bir teknoloji ile bir cehenneme çevirmek. Nedenmiş efendim? Biz de tüketim toplumu olacakmışız. Enerjisiz tüketim toplumu olunamıyormuş! Dünyada 400 küsur nükleer santral varmış, bizim neyimiz eksikmiş? Birçoğu nükleer kara cahili olan delegasyonumuz, Çernobil’i unutmamızı, Japonya’daki felaketi görmemezlikten gelmemizi, hatta Rus teknolojisinin, Japon teknolojisinden daha üstün ve güvenilir olduğuna inanmamızı istiyor! Karadeniz Bölgemiz’de neredeyse her evden kanser sonucu çıkan cenazeleri de unutmalıyız herhalde. Ne de olsa Putin’in gölgesi Rus Başbakanı Medvedev güvence verdi. Ah Kâzım, nefesin yetse de öbür dünyadan bir Türkü çığarsan bize...İşte görüyorsunuz, memleketimi biraz biraz anlıyorum artık: Demek ki “Mücahitler, müteahhit oldu” bu demek. Müteahhitin para için, kâr için yapamayacağı yoktur. Gözünüzün içine baka baka her yatırımın bir riski olur “Yani evinize Aygaz tüpü de koymamak gerekiyor” diyebiliyor; tam da nükleer patlama nedeni ile onbinlerce insan evlerinden uzaklaştırılmış, neredeyse Türkiye nüfusunun yarısı kadar Japon korku içinde “nükleer bulutlar bize doğru da gelir mi” diye çaresiz bekleşirken.

Bilmem, onlar da nükleer cahili olduklarından mıdır? Muhalefet partilerinin başkanları; mecliste grubu olan 3 muhalefet partisinin başkanları da beni hayal kırıklığına uğrattı. Beklentim, lafı eğip bükmeden şunu söylemeleriydi: “Biz iktidara gelirsek veyahut bir koalisyonla iktidarın parçası bile olursak, nükleer enerji kırmızı çizgimizdir. Rusya ile yapılan bu sözleşmeyi fesh edeceğiz. Alternatif enerji kaynaklarına yatırımlar yapıp, dünyada bu içinde bulunduğumuz konjonktürü de göz önünde bulundurarak, gezegenimizin nükleer enerjiden arındırılması için liderliğe soyunacağız. Hiçbirşey bu topraklar üzerinde yaşayacak gelecek nesillerin güven ve sağlığından ve gezegenimizin geleceğinden önemli değildir.” Ne gezer, mırın kırın! Bakın öğrenmeye devam ediyorum; İngiltere’de boşuna “Seçimi iktidarlar kaybetmez, muhalefetler kazanamaz” diyorlar...

Gelelim medyamıza. Tam elli senedir gerekli önemi vermedikleri insan hakları ve demokrasi konularında, en aşağısından hiç olmazsa “basın hürriyeti” konusunda, seslerini yükseltiyorlar, “susmayacağız” diyorlar diye seviniyordum ki, Fukuşima nükleer santralindaki patlamalar sonrasında sınıfta kaldılar! Patlamalardan sonra nerdeyse ilk bir hafta, on gün sürecinde, bütün dünya ajansları haberler geçer, korkuyla izlenimlerini haber ederlerken, basınımızın bir numaralı manşet konusu İbrahim Tatlıses’in vurulmasıydı. Yanlış anlaşılmasın, tabii ki ülkede bu kadar sevilen, popüler bir sanatçının İstanbul’un  göbeğinde mafya usulü vurulup ağır yaralanması haberdir. Ama el insaf, gezegenimizi ve bütün insanlığı tehdit eden bir nükleer tehdit söz konusu iken, haber vermede biraz denge olmaz mı? Hele hele TV kanallarımızın, başta haber kanallarımız olmak üzere olayları veriş eksiklikleri, bilirkişi diye çıkardıkları abuk sabuk insanlar Türkiye’deki habercilik konusunda utanç vericiydi. Galiba TRT’de, Okan Üniversitesi diye adını daha önce hiç duymadığım bir üniversiteden Dr. Vural Altan diye bir uzman çıkardılar! Programın başını kaçırdığım için önce bir AKP milletvekili konuşuyor zannettim. Sonra da ayıp olmasın diye herhalde, Ömer Madra’ya kısacık bağlandılar. Programı yapan TRT bile olsa, bu nasıl bir dengesizliktir? Türkiye’de TRT dahil, haber kanalları dünya televizyonlarına hiç mi şöyle bir göz atmıyorsunuz? Japonya’daki nükleer tehdidin nasıl haber yapıldığını, programlarda nasıl bir ağırlık verilip hangi oranlarda haber yapıldığını, nasıl ve hangi bilirkişilerin bilgilerine başvurulduğunu görmüyor musunuz?

Medyamız kulak arkası ettiği için, ben size bu son Japon trajedisinin en dramatik ve kahramanca bir sahnesini anlatayım. Deprem ve tsunaminin arkasından gelen bu korkunç nükleer tehdidin adlarını bilmediğimiz hakiki kahramanı olan bir grup var. Fukuşima nükleer santralinin onlarca emekçisi. Santral çevresindeki halk korkuyla kaçışırken, ülkedeki yabancılar Japonya’yı terk ederlerken, bu bir avuç emekçi her gün hâlâ işlerine gidiyorlar. Gerek patlamalar, gerekse de her gün yükselen radyoaktivite düzeyleri nedeni ile birçoğunun fazla ömürleri kalmadığını bile bile. Kurtulanları olsa bile, bundan böyle sağlıklı evlat yapabilme şansları da yok dencek kadar az. Galiba CNN’de gördüm, suratlarında korkulu fakat sorumluluklarına sahip insanların üzgün ama kararlı bir ifadesi var. Evet, bu emekçiler Japonya ve dünyamızı kurtarabilmek için kendilerini feda ettiklerinin bilincindeler. Ama asıl onlar, tüketim toplumunun kurbanları. Bizim medyamız sizlere, vurulan türkücünün hayatına girmiş bütün kadınları en ince detaylarına kadar araştırır, verir. Şu anda dünyanın yaşlı gözlerle izlediği günümüzün en acıklı insanlık dramını görmek istiyorsanız; yabancı TV seyredip, internetten yabancı gazetelere bakmalızınız. Çünkü onlar emekçi, Japon ve nükleer enerji tehlikesiz, Türkiye enerjide Rusya’ya daha da bağımlı bir hale gelse bile biz de nükleer santral istiyoruz!

Gelelim din adamlarımıza: Biliyorsunuz, yaşadığımız bugünün Türkiye’sinde din adamlarını kanaat önderleri yapabilmek için ciddi bir çaba var. Bu çabanın bir kısmı tarikat ve değişik cemaatler tarafından yürütülürken, bir kısmı da devlet eliyli iktidar tarafından destekleniyor. Bütçemizin çok büyük bir diliminin, artan bir şekilde diyanet işlerine gittiğini bilyoruz. Yeşil sermayenin Türkiye’deki gücü de malumunuz. Türkiye’den bir tane bile nükleer enerji “fıtrata” aykırıdır diyen, diyebilen bir din insanı, alimi çıktı mı? Çıkabildi mi? “Fıtrat” yaradılış demek değil mi? Japonya’daki nükleer enerji felaketi, teknoloji ne kadar ileri olursa olsun, insanın, doğanın dengesini bozacak müdahalelerinin korkunç bir sonucunu bizlere göstermiyor mu? Mücahitten, müteahhite dönen politikacılara karşı sesleri  neden çıkmıyor acaba? İnsan eliyle, daha fazla tüketebilmek için tehlikeli teknoloji kullanarak, doğanın dengesini bozan bu tüketim canavarına karşı söylem üretmeyen din adamları, bütün camilerde sabaha kadar, devlet yönlendirmesiyle Japon halkı için hutbe okusa kaç yazar? Türkiye’de en aşağı 35 senedir var olan Milli Görüş (ki bunun yaklaşık 12 senesi iktidar) Batı medeniyetini bilmiyor ki, onu özümlememiş ki, onun ötesine geçebilecek düşünce üretebilsin. Şu anda da iktidarda olan bu ideoloji, topluma yeni fikirler enjekte edebilecek entellektüel birikime sahip değil. Bunun da nedenlerini tartışmak zaten uzuyan bu yazıya sığmaz. Ama sonuçta, din insanlarımız da taklidin ötesine gidemiyor, topluma kanaat önderliği yapamıyor. Nükleer enerjiye hayır diyemiyor.

Dünyadaki trendleri iyi takip etmek lazım. Son Japonya faciasından sonra, bilim nükleer enerjiyi tamamen risksiz bir hale getirene kadar, zaman içerisinde bütün dünya, nükleer enerjiden vazgeçip, alternatif enerji kaynaklarına yönelecek, çünkü insanlığın ve gezegenimizin bekası bunu gerektiriyor. Bunun anlamı nükleer enerji konusunda araştırma yapmamak değil, ama bütün dünya ciddi bir şekilde elindeki nükleer santrallerden kurtulma trendine girerken, teknolojisi düşük Rus yapımı santral ısmarlamak ne bu ülkeye, ne de insanlığa hizmettir. Herşey bir yana, gelecek nesiller için nükleer enerjiye karşı koymalıyız. Umarım Ankara 15. Asliye Mahkemesi’nde davaları devam eden nükleer karşıtı 58 kişi en kısa zamanda mahkeme tarafından beraat ettirilirler. Nükleer enerjiyi reddetmek hem insanlık, hem vatandaşlık görevimiz. Yaradılışa uygun ve etik. Aksi, ahlak fukaralığı.

Etiketler: yaşam
İstihdam