17/07/2009 | Yazar: Kaos GL

‘Heteroseksüel homoseksüel, homoseksüel de heteroseksüel ilişkiye bakarak kendisine dair çok şey öğrenebilir. Yani nihayetinde bir hikâye kitabı bu.’  

‘Heteroseksüel homoseksüel, homoseksüel de heteroseksüel ilişkiye bakarak kendisine dair çok şey öğrenebilir. Yani nihayetinde bir hikâye kitabı bu.’  

Bu yaz teknede, kumsalda, havuz başında, klimalı odalarda tek bir kitap okunacaksa, dilerim, Ahmet Tulgar'ın yüreğimize yeni pencereler açan hikâye kitabı 'Birbirimize' olsun.

İlk öyküyü okudum. Kitabı kapadım, yanıma koydum. Koca kanepenin bir köşeciğine büzülmüş, gözlerim, ışıkları yanan ta uzaktaki evlere dikili, kalakaldım. Olur nadiren böyle. Gitgide daha ender. Başka birinin dünyasında olduğumu iliklerime kadar hissettiren bir kitap çıkar karşıma. O kitap, bu kez gökkuşağı renklerinde bir kapağın altında.

Ahmet Tulgar’ın ‘Birbirimize’ adlı kitabının ikinci öyküsünü o gece okuyamadım. Evde de duramadım. Dar geldi bana. Koca kanepe, dar. Duvarlar, üstüme üstüme. Fincanda çay, az. Dünyam, küçük. Caddeler, sokak...

Ancak ertesi gün yeniden elime alabildim öyküleri. Evde, sessiz sedasız iş yapan o kız varken. O olmasa cesaret edemezdim. Ellerimi yakıyordu ‘Birbirimize’. En çok, yüreğimi... Hem içerden, hem kıyıdan bir şey söylüyordu bana.

Çook eskiden tanıyorum Ahmet Tulgar’ı/Hiç tanımamışım Ahmet Tulgar’ı. Benim ulaşamadığım bir kırılganlık kalmış. Bir insanı sanatın öznesi yapan o meşum kırılganlık, işte bu. Sarılıp sarmalanan, gözlerden gizlenen, gullum (eğlence/li) sohbetlerde kahkahalarla boğulan.

Siyasetten, kirli oyunlardan, ekonomiden, yollarda üstüme üstüme yürüyen insanlardan bunalmışken, edebiyatın ne kadar büyük olduğunu bir kez daha duyumsattı bana ‘Birbirimize’: Pencereler açtı yüreğime, kıyısında dolaştığım bir dünyaya soktu beni. 

Birbirimize, bir eşcinsel kitabı mı?
Hem öyle hem değil. Heteroseksüel olsam, daha yoğun olarak heteroseksüel ilişkileri yazardım. Daha fazla gözlemliyorum gey ilişkileri, belki daha derinden hissediyorum, o yüzden de onları yazıyorum. Ama nihayetinde hetero ya da homo hepimiz insanız. Ve gey ilişkiler de heteroseksüel ilişkilerden farklılıklarıyla beraber farksız. Heteroseksüel homoseksüel, homoseksüel de heteroseksüel ilişkiye bakarak kendisine dair çok şey öğrenebilir. Yani nihayetinde bir hikâye kitabı bu. 

Hemen bütün öykülerde, ‘über-arzu’ olarak tanımlayabildiğim, yıkıcı, hem de trajik bir şey var.
Ulaşamamaktan kaynaklanan bir ‘über-arzu’ var. Geyler çoğunca birini arzuluyorlar, güzeli arzuluyorlar ama itilip kakılma korkusuyla kendilerini ifade edemiyorlar. Goethe’deki aşk gibi bu. Aşkı, ‘Genç Werther’in Acıları’nda olduğu haliyle yaşıyor geyler. 19. yüzyılda son örneklerini bulacağımız bir aşk bu. Cinsel devrim, heteroseksüellerin zaferi. Geyler, hâlâ 19. yüzyılda yaşıyorlar. Arzu süreci böyle bir şey. Arzu zaten hep tek taraflıdır. Tek başına cinsel arzu da değil, bir sürü şey var o arzunun içinde. Dünyayı değiştirme isteği de. 

Biraz yüceltiyor musun eşcinsel ilişkiyi sanki?
Heteroseksüel ilişkiye göre ileri tarafları da var, geri tarafları da. Eşcinsel, doğayı taklit etmiyor, yeni baştan kuruyor cinselliği. Zihinler kuruyor. Sınıf çelişkilerinin bu kadar keskin olduğu bir dünyada, eşcinsel ilişkiler, bütün sınıfların arasından dikey olarak geçiyor. Bir heteroseksüel, kendi kültüründen, kendi sınıfından biriyle ilişki ister. Eşcinsel ilişkide bu yok. Sınıfı, milliyeti reddeden bir şey eşcinsellik. Çok daha demokratik. Tabii eşcinsellik de kısmen kurumsallaşıyor. Batı’da evlenebiliyorlar mesela. Ama en azından, benim bu hikâyeleri yazdığım dönemin Türkiyesi için söylediklerim geçerli. 

Viyana’da üniversitede okudun, hâlâ sık sık gidip geliyorsun. Almanya’ya da öyle. Türkiye’de geylerin yaşamı daha mı farklı? Buraya özgü şeyler var mı?
Eşcinsellik Batı’da daha özgür yaşanıyormuş gibi geliyor insanlara ama orada kendi gettolarında yaşıyorlar; aslında toplumun dışındalar. Burada ise toplumun her katmanında eşcinsel var; kimi saklıyor, kimi sakladığını sanıyor, kimi açık yaşıyor. Batı’da olduğu gibi bir altkültür yok bizde. O alt kültürü üretecek kadar deklare eşcinsel de yok. Toplum, eşcinselliği ‘durum’ olarak algılamıyor. Ya tahammül ediyor ya da acıdığı için iyi davranarak kendini daha modern görüyor, gösteriyor. Avrupa ise, dışlamadan dışarıda tutuyor: Başka bir hukuka, estetiğe izin veriyor. Türkiye’de ise, kendisinin yedeğinde, tasarrufunda yaşadığı sürece eşcinsele müsaade ediyor. Bizde de bir hukuk tanındığı zaman daha mı iyi olur, onu da bilmiyorum doğrusu. 

Türk edebiyatında eşcinsel bir birikim oluşuyor ama örneğin müzisyenler, işi gülünçlüğe vardırma pahasına eşcinsel olduklarını inkâr ediyorlar. Okur, müzik dinleyicisinden daha liberal de ondan mı?
Edebiyat çok öznel bir süreç. Okur, bu süreçte yapayalnız, bir köşede kitabını okuyor. Ve kendisini kahramanlarla özdeşleştiriyor. Edebiyatın gücü bu. Okur insana dair hiçbir şeyin kendisine yabancı olmadığını hikâyelerde ve romanlarda hissediyor.

‘Yazarın Sevişmesi’ adlı öyküde, ‘Biliyorsun bizim için tip çok önemlidir’ diyor kahraman ve arzu nesnesi olan adamı ayrıntıyla betimliyor. Diğer öykülerde de fiziksel özellikler çok öne çıkıyor...
‘Beni tutmaz’ der geyler. Balamoz mu (yaşlıca erkek), manti mi (delikanlı) çok önemlidir. Estetik ölçütler çok belirgindir. Gey, sadece bir erkeğin değil, bir estetiğin peşindedir. Heteroseksüel ilişkilerde başka ölçütler vardır. En müptezel kadın bile kendi kültürünün dışına çıkmaz. Bir işçinin yüzünü, adaleli vücudunu, güneşin alnında çalışmaktan yanmış tenini son derece çekici bulsa da, ‘İnşaat işçisiyle yatacak halim yok’ diye düşünür. Gey ise, kafasındaki estetik ölçüt dışında hiçbir şeyin peşinde değildir. Kadın gibi, erkek artı banka hesabı, erkek artı sosyal konum peşinde değildir.

Aa kadın düşmanı mısın yoksa sen?
Yo, sadece gerçekçiyim. Bunları hiç dert etmeden yatan kadınlara da bayılırım. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam