11/07/2023 | Yazar: Sa Bahattin

Aileye ilişkin düşüncelerim bana ‘dış güçler’ tarafından zorla söyletilmiyor. Bu cümlelerin arkasında dünya nüfusunu azaltmak isteyen özel kuruluşların ya da altı büyük ailenin parmağı falan yok.

Aile düşmanlığı argümanı ve özgür düşünce Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

İllüstrasyon: Rocco Fazzari, abc.net.au

Uzun süredir iktidarın LGBTİ+’lara karşı kullandığı bir söylem var:“BUNLAR VAR YA BUNLAR! BUNLAAR, AİLEYİ YIKACAKLAR!”.

İnsanların zihinlerini yanlış bilgilerle bulandırmanın, onların davranışlarını, tutumlarını ve hatta hislerini manipüle etmenin yöneticilik zannedildiğinin acıklı bir zuhuru olan bu söylemler, artık günlük hayatımızın bir parçası ne yazık ki. LGBTİ+’ların kişisel ve sosyal haklarının kabul edilmesinin, aile kurumunun güvenliği ile direkt bir ilişkisi olmadığını anlatmak zorunda kalmamız, üfleme yoluyla bir kadının hamile kalamayacağını ortaya koymaya benziyor bir yandan. 

Ancak şu da bir gerçek ki, her ne kadar, bize göre, bu kötücül ifadeler gerçeklikten uzak, akıl dışı bir itkiyi yansıtıyorlarsa da, zaten korkmaya/düşman yaratmaya hazır topluluklarda kolaylıkla karşılık bulabiliyor. Daha tehlikeli olan ise; bu tarz düşmanlaştırıcı söylemlerin, bizler, yani LGBTİ+ bireyler üzerinde de yer yer yıkıcı sayılabilecek, beklenmedik etkileri olabilmesi.

Her şeyden önce, eğer LGBTİ+ haklarının tanınmasının ‘aile kurumu’ üzerinde yaratacağı etkiden bahsedeceksek, bu etkinin en zayıf ihtimalle onarıcı olacağından neredeyse emin olduğumu ifade etmek isterim. Nitekim, büyük çoğunluğumuz, kendimizi fark ettiğimiz günden itibaren ilk şiddeti ailemizden görüyoruz. İlk hakareti, ilk dışlanmayı, iğrenmenin yüzdeki ifadesini, utancı ilk burada deneyimliyoruz. Bizim halimiz-tavrımızdaki farklılıkları, istedikleri gibi olmadığımızı ilk fark edenler kardeşlerimiz, ebeveynlerimiz ya da akrabalarımız olduğundan, gizlenmeye başladığımız ve kendimizi uzak hissettiğimiz ilk sosyal grup da ailemiz oluyor. Dolayısıyla, LGBTİ+ gerçekliğini tanıyan, bu gerçekliğe sahip çıkan, insan varoluşundaki tüm çeşitlilikleri kendi sosyal yapısına entegre edebilen bir toplumun bu yersiz ayrımcılıktan uzaklaşması; LGBTİ+ çocukların aileleriyle daha yakın ilişki kurmasının yolunu açacak, ‘aman beni kimse anlamasın’ diye, aslında istemediği biriyle evlenen gey ve lezbiyenlerin oluşturduğu mutsuz ailelerin sayısını azaltacak ve LGBTİ+ bireylerin (evlat edinme yoluyla) oluşturacağı alternatif aileler sayesinde yardıma muhtaç durumda olan bazı çocukların bir ev ortamında yetişmesini mümkün kılabilecektir.

Bu olumlu etkiler üzerine daha fazla konuşmak ve hepsi hakkında yeterli düzeyde kanıt sunmak mümkün. Ancak ben, bu yazının geri kalanında LGBTİ+ haklarının tanınmasının toplumda yaratacağı olumlu etkiler üzerine değil, LGBTİ+ düşmanlığının bireyler üzerindeki yıkıcı bir etkisine odaklanacağım. Bunun için, üstümüze püskürtülen ‘aile bozucu’luk gibi olumsuz söylemlerin ‘özgür düşünce’ (ifade bile değil, salt düşünce) kabiliyetimize nasıl zarar verebildiğini, şahsi deneyimlerimi merkeze alarak ortaya koymaya çalışacağım.

Kendim ve ailem hakkında kısa bir özet vermem gerekirse; ben Adana’da yaşayan çok çocuklu bir ailenin en son üyesiyim. Eşine ve çocuklarına fiziksel şiddet uygulamayı günlük rutini haline getirmiş bir baba, sürekli yemek yahut temizlik yapan, hem çocuklara hem de babaya durmaksızın hizmet eden bir anne, kaba-saba, düşüncesiz, günümüzün popüler söylemiyle ‘toksik’ abiler ve kendi hayatlarını evin dışında arayan, sözleri hiç dinlenmeyen, bu nedenle de biricik savunu araçları dedikodu olan ablalarla dolu bir evde büyüdüm. O karman-çorman evde doğmuş ve büyüyor olduğum için memnuniyet hissettiğim tek bir dakikayı hatırlamıyorum. Yani, belki akranlarımla oyun oynarken, aile denilen o kalabalığın bir parçası olmanın yarattığı buhrandan kurtuluyorumdur, o kadar… Aile üyelerinin arasında kendimi daima ezik, huzursuz ve saklanmış hissetmişimdir, ki bu hâlâ büyük oranda geçerlidir.

Özellikle ergenlik çağımda, ailenin gereksiz bir şey olduğunu, bana para ve barınacak bir yer verseler onları hiç aramayacağımı düşünür dururdum. Büyük oranda öfkeyle yoğrulmuş bu düşüncede hem haklı hem de haksız olduğum noktalar vardı. Haklı olduğum noktanın baskıcı bir ailede yetişen herkes tarafından kolayca görülebileceğini düşünüyorum. Haksız olduğum kısım ise, yıllar sonra yaşadığımız acılarda, içinden geçtiğimiz zorluklarda, deprem gibi can alıcı felaketlerde ailemizin yardımlaşma ve birbirine destek olma gücünde ortaya çıktı diyebilirim. En azından öyle görünüyordu. Annemin ameliyatı ve sonrasında, abilerimin beklenmedik ölümlerinde, yeğenim ve ailesinin enkaz altında kalmasında ailemiz hep bir aradaydı. Ancak ben, o anların şoku geçip kendime geldiğimde, bu acı, üzüntü ya da çaresizlik duygularının, aslında aile içerisinde olmamın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu görebiliyordum. Dahası, aile üyeleri ile oluşturduğum ortak tarih yahut paylaşılan genler dolayısıyla onları iyi ve mutlu görme arzusunda olduğumu, karşılaşılan en ufak terslikte bu arzunun kolayca silinip yerini öfkeye bıraktığını fark edebiliyordum. Üstelik yaşadığım hüzün, umutsuzluk, ya da telaşın bu kalabalığa dahil olmaktan kaynaklandığını, salt bireysel perspektiften değerlendirdiğimde yaşanan şeyler üzerine çok da güçlü şeyler hissetmediğimi de itiraf edebiliyordum. (Kulağa acımasız gelse de, aile içinde tanık olduğumuz kayıpların hiçbiri beni henüz derinden sarsmamıştı.)

Ebeveynlerime, kardeşlerime, akrabalarıma karşı hislerim, yıllar içerisinde böyle ‘bazen iyi, bazen kötü’ şeklinde salınıp durdu. Bu belirsiz duygulara rağmen, içimde gittikçe sağlamlaşan, yıllar içerisinde daha da netleşen ve son üç-dört yıldır her düşünmemde özümle rezonansı yakaladığını hissettiğim bir fikir de geliştirmiştim: ‘Var olmak acılı bir şey’di ve bu acının önemli sorumlularından biri, var olmama neden olan ebeveynlerimdi. Beni bu dünyaya getirenler onlardı. Ebeveynlerim ve ben bir aile oluşturuyorduk. O halde, aile yalnızca gereksiz değil bariz biçimde zararlı bir şeydi. Biraz daha teknik bir üslupla ifade edersem; dünyaya yeni bir birey, yani acı çekme yetisine sahip bir canlı getirmek, yeryüzündeki toplam acı çekişin miktarını arttırmaktan başka bir işe yaramıyorsa ve aileler toplumdaki yeni birey sayısına en önemli katkıyı yapan sistemlerse, ailenin iyi bir şey olduğunu savunmak, acının artışının gerekli olduğunu savunmakla eşdeğerdir.

Yukarıda özetlediğim yargıdan, aileye karşı olduğumu açıkça görebilirsiniz. Ancak, bunun düşünsel bir yargı olduğunu hatırlatmama lütfen izin verin. Yani bu karşı oluş, var olan aileleri bozma, onları yok etme gibi bir dürtü içermemektedir. Zaten, düşüncenin temeli ‘acıdan kaçınma’ya dayandığından; var olan ailelerin bozulması, o aileyi oluşturan bireylerin acısını arttırabileceği için, ben ailelerin en başta oluşturulmaması tarafında saf tuttuğumu, ancak var olmuş ailelere karşı bir yıkıcılık göstermediğimi ifade ediyorum.

Buna ek olarak, vakit kaybetmeden ve güçlü bir şekilde vurgulamak isterim ki; aile, varoluş, doğum ve acı üzerine geliştirdiğim bu düşünce, tüm LGBTİ+’ların ortak düşüncesi falan değildir. Öyle ki, benim aksi yönümde düşünen LGBTİ+’ların sayısının hiç az olmadığını rahatça söyleyebilirim. Dahası, var olmanın acıya eşdeğer olduğunu düşünmek LGBTİ+’lara özgü bir şey de değildir. Nitekim, kadınlara ilgili duyduğu bilinen erkek Alman filozof Arthur Schopenhauer da yaşamı bir ıstıraplar silsilesi olarak değerlendirmektedir. Ayrıca, filozof David Benatar ‘Keşke Hiç Olmasaydık’ isimli kitabında, salt mantık ve felsefi düşünme metotlarını kullanarak, dünyaya gelmiş olmanın ‘zararlı’ olduğunu ve hiç dünyaya gelmemiş olmanın daha ‘avantajlı’ olduğunu savunmaktadır.

Sözün özü; aileye ilişkin düşüncelerim, benim kendi özgür düşüncelerimden başka bir şey değiller. Bunlar bana ‘dış güçler’ tarafından zorla söyletilmiyor. Bu cümlelerin arkasında dünya nüfusunu azaltmak isteyen özel kuruluşların ya da altı büyük ailenin parmağı falan yok. Ayrıca bu düşüncelerin salt düşünce olarak ülkenin ‘bölünmez bütünlüğüne bir tehdit’ oluşturduğunu ve hatta “aileye hakaret” bile içerdiğini sanmıyorum. Yine de birilerinin, özellikle de -korkak biri olduğumu göz önünde bulundurarak- bir iktidar sahibinin, bana ‘aileyi bozma’ argümanı ile saldırdığını fark ettiğimde, içsel bir reaksiyon olarak “Acaba böyle düşünmem yanlış mı? Bu düşüncemi değiştirmeli miyim?” diye kendimi sorgulamaya başladığımı itiraf etmek isterim. Sırf ‘o iktidar sahibi’, yaptığı suçlamada ‘haklı’ olmasın diye, kendi düşüncelerimin özgürlüğünü azaltıyor, ondan çıkış yolları aramaya koyuluyorum. Yani otosansür, davranışlarımı aşıp düşüncelerime sirayet ediyor ve ben bunu tehlikeli, daha içten söylemem gerekirse ‘üzücü’ buluyorum.

Bu örnekle ortaya koymaya çalıştığım üzere; LGBTİ+ olmayı düşmanlaştırıp bizi toplumda çok da yaygın olmayan düşünceler üzerinden vurmak isteyenler, aslında o konular özelinde özgür düşüncemize de ket vuruyorlar. Bu açıdan bakıldığında, ‘düşmanlaştırma hamleleri’ bir yandan da bizi tek tipleşmeye itiyor diyebiliriz. Bu, elbette, bizim gibi rengarenk bir topluluğa pek de yakışmayacak, daha doğrusu ‘bizde pek işe yaramayacak’ bir strateji. Ama yine de bir farkındalık oluşturması açısından, kendi düşüncelerimde gözlediğim bu ‘kaygı’yı ortaya koymam gerektiğini düşündüm.

Toparlayacak olursam, bize yöneltilen düşmanlık; yaşam haklarımızı, bedensel bütünlüğümüzü, esenliğimizi, ekonomik durumumuzu etkilediği gibi ‘düşünce özgürlüğümüzü’ de etkilemektedir. Bu yaklaşım bizim özgür düşünce alanlarımızı kısıtlamakta; bizi ‘kendimizi ikna etmeye’, ‘onların suçladıkları gibi olmadığımızı’ ispat etmeye yönlendirmektedir. Yani, yıllar içerisinde deneyimle, merakla, öğrenmekle, sorguyla ulaştığımız fikirler, habis bir söylemin altında ezilebilmekte ya da en azından, gücünü yitirebilmektedir. O halde, gerçekten özgür ve güvende hissetmediğimiz bir yerde, çığır açan, fark yaratan düşüncelerin yeşermeyeceğini kendimize ve çevremize hatırlatmamız gerekir. Bu düşünce ‘aile’ gibi hassas konuları içeriyor olsa da, akıl yürütmenin özgürlüğünden taviz vermemek gerektiği kanısındayım. Bu vesileyle; bize karşı yöneltilen tüm propagandaların hem bireysel hem sosyal anlamda ilk anda fark edilmeyen birçok alanda tutsaklık yarattığının altını çizmek ve LGBTİ+’ların kurtuluşununcis-heteroları da özgürleştireceği gerçeğini tekrar ifade etmek istiyorum.

Hepinize sabır, hoşgörü ve esenlik dolu günler dilerim.

Dayanışmayla,

Not: Yazının iyileştirilmesindeki değerli katkılarından ötürü sevgili arkadaşım Ferda’ya içten teşekkürlerimi sunarım.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam, aile, siyaset
İstihdam