07/10/2010 | Yazar: Gencay Ünsalan

“Bir erkek, bir erkeği; bir kadın, bir kadını sever.

“Bir erkek, bir erkeği; bir kadın, bir kadını sever. Kuracağımız ikinci cümle mutlaka politik olacaktır.” Yıldırım Türker, Eşcinsel Aşkın Çevresi
 
Perihan Mağden’in 5 Şubat 2010’da çıkan romanı “Ali İle Ramazan”, birbirini ölümüne seven iki erkeğin aşkı çevresine kurulmuş, farklı açılardan politik okumalara açık ve tartışmalara gebe bir roman. Mağden romanını 1992 yılında yayınlanmış bir dizi üçüncü sayfa haberinden yola çıkarak yazmış. Yazar devlet yurtlarında büyümüş iki yetim olan Ali ile Ramazan’ın kısa süren çıkışsız hayatlarına, köpek gibi ağlatan aşklarına ve ölümlerine, Ramazan’ın işlediği cinayetlere ve bunlar çevresinde örülmüş kimsesizlik, kimlik, yoksulluk, yoksunluk, aşk, eşcinsellik, sınıf, erkeklik, kadınlık, nefret, suç gibi ağır, çetrefil meselelere odaklanıyor. Kitabın öncelikli meselesi gerçeklik; iddiası, sahicilik, harbidenlik.
 
Mağden, son üç romanında, ilk iki romanındaki yazarlığıyla keskin veya reddedici olmayan bir uzaklaşma içinde. Yeninin, güncelin arayışında. Ele aldığı mevzular, dilini oluşturması merkezinde bunlar yazıldı, çizildi. Kendisinin bu konuyla, beslendiği kaynaklarla ilgili çeşitli kamusal beyanları var. Belki de en çok bu romanında, mevzuların kaynağını bir üçüncü sayfa haberinden alması, yazı dilinde ‘sokak’a,‘performans’a yüklenişi, kapak tasarımından –Ramazan’ın gerçek ‘karakol fotoğrafı’- tanıtım görsellerine –kitaba kaynaklık eden 1992 tarihli üçüncü sayfa haberleri-, pazarlanış biçimiyle; gerçeklikle kurduğu ilişkide güncel sanata göz kırpıyor. Ancak bağlamını, üslubunu oluştururken seçtiği yöntem olan ‘yaratıcı yazarlık’la bu göz kırpışın birlikteliğinden ortaya tik, göz tembelliği ya da hipermetropi deyip geçemeyeceğimiz kadar rahatsız edici sorunlar çıkıyor.
Güncel sanat da, onunla karşılıklı beslenme ilişkisinde olan akademik disiplinler de, dış gerçeklikle ilişki kurarken o ilişkiyi kuran öznenin -sanatçı ya da eser sahibi- odaklandığı gerçeklik ilişkisinde kendini konumlandırışını arıyor. Bu arayış, sanatçının iktidarı, okurla-izleyiciyle kurduğu karşılıklılık ilişkisi, bunların beraberinde gelen etik, politik sorunlar ve tüm bunlarla birlikte eserin anlamı, işlevi, derinliğinin değerlendirilmesi açısından çok önemli.
Mağden gerçeklikle ilişkiye geçerken bırakın kendi öznesini aramayı, verdiği röportajlara göre kitabın büyük bölümünün geçtiği Aksaray-Fındıkzade civarında dolaşmayı bile “demode” bir yöntem olarak görüyor. Belki de bu noktada bir örnek olarak Truman Capote’nin 1966 tarihli ‘Soğukkanlılıkla’ romanını hatırlamakta fayda var. Moda, yaratıcılık, haşarılık konularında en az Mağden kadar duyarlı olduğunu reddedemeyeceğimiz Capote, gerçek bir suç olayını hikâyeleştirdiği bu kitabında failler ve olayın yaşandığı kasaba insanlarıyla bir dizi röportaj yaparak, içinde kendi öznesinin de sorunsallaştırılmasına alan açan ‘gerçek’ bir hikâye anlatmıştı. Kitap hala güncelliğinden bir şey kaybetmiş değil.
‘Ali İle Ramazan’ın kaynağını kendi dışında yaşanmış bir gerçeklikten edinmesi, o gerçekliğin başta eşcinsellik, sınıf, nefret, suç gibi bizi dolaysız ilgilendiren meselelerle olan ilişkisi yüzünden yazar öznesinin tespiti kitabı okumada bizim için anahtar işlevi görecek.

Mağden bu tespitte bizi çok fazla zorlamıyor. Kitap şu ithafla açılıyor; “Kimsenin bakmadığı o iki çocuğa: Ali ile Ramazan’a. Ruhumdan bir türlü gitmemiş o çocuklara bakmamda ısrar eden sevgili arkadaşıma:..” Mağden ilk cümleden itibaren “kimsenin bakmadığı, ruhundan bir türlü gitmemiş o çocuklara” bakmaya, onları dil üstünden ete cana bürümeye başlıyor. Ve buradan itibaren yaşananlar ne onların dilinden, ne kendi dilinden, ne de tekilliği netçe seçilebilen bir dilden anlatılıyor. Artık konuşan bir duygu, bir bütünlük hissi... Çoğunlukla yüklemle sonlanmayan, ardına anlatmak istediği hangi duyguysa onu besleyen bir sıfat, zamir, zarf ekleyen ama yüklemleri gerektiği yerde bıçak gibi çıkarıp tekrar yerine sokan cümleler. Korkusuz, şefkatli, kollayan, dışarıya saldıran, kırılgan, tepkisel, fethedici, gönül çelici, argo, lümpen, öncesinde ve nihayetinde ‘yetim’ ama bu kitap boyunca ‘bütün’ bir ‘anne’nin, derinden gelip dışarıdaki sesleri bastıran can ritminde kaybolup gidiyoruz. Artık içerideyiz.
 
Burası tehlikeli bir yer. Sanat üretimi, paylaşımı için kaynaklık etmekle birlikte mesafenizi ve kendilik bilincinizi kaybettiğiniz durumda gerçeklikle kurduğunuz ilişkide ağır hasar görmenize ve yaratmanıza neden olabilecek bir yer. Hasar tespitinde ilk olarak Mağden’in iki yetimle özdeşleştiği ve sizi de davet ettiği okyanussal duygunun dışarıda bıraktığı kimliklere göz atmakta fayda var:
 
‘Submissive’ eğilimleri olan ‘pedofil’ Müdür felç oluyor. Müdürün karısından başlayarak romandaki bütün kadın temsilleri “Paspas”; hiç sahip olunmamış bir kaybın silik nesneleri. Ada’daki eşcinsel azınlık oğlanları, “birbirini sikmekten rengi sararmış zengin piçleri”. Yetimliğe ihanet ederek sonradan edinilmiş Kürt kimliğinin getirdiği deformasyonla Ramazan’ı “satan” bir Van Kürdü var. Aşağılanan, öldürülen bütün lubunyalar burjuva.
İki Genç Kız’da yer alan kastre edilmiş erkek cesetlerinin fantezi düzleminde kalmasını, ‘Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?’de işlenen cinayetlerin Kore filmi stilizeliğini unutun. Bu kitapta işlenen suçlar yetimlik, sınıf, ezilmiş erkeklik üzerinden “gerçeklik”e çağrıda bulunuyor. Gerçekliğini ikili özdeşimden, okyanussal duygunun derinliklerinden alarak sizi gerçek olduğuna ikna edecek, içinizi çift taraflı bir bıçak gibi parçalayacak kadar gerçek. Perihan Ana hiper-reelde gürül gürül çağlayacağı özdeşim kanalını nihayet bulmuş: yetim eşcinsel erkek.
Ali, doğuştan mutlak iyiliğin, saflığın, hep temiz kalacak olmanın nesnesi. Hayatla baş edemediğinde kendine sentetikten bir koza ören, “sır”a vakıf, “aslan”ı gören Ali bir iyilik ideali, yazarın ruhu. Ramazan ise yetimler için gerçekliği yeniden üretirken saldırgan üslup belirleyen yazarın kaçınmadığı, aksine arzuladığı fallusu. Ramazan’ın bütün çocukları üttüğü misketleri, âleme savurduğu küfürleri, bütün pasifleri düzdüğü similyası, bütün burjuva pasiflere sapladığı sustalısı, elinde beliriveren bıçaklar…
 
Yazar sadece bir yerde anne sesini Ramazan’la özdeşiminden ayrıştırarak nasihate geçiyor. Sanmayın ki cinayetlerde; Ramazan’ın askerlik mevzuunda. Ramazan, sadece bu bölümde yazar tarafından “zorlu koşullarda askerlik yapan, sakat kalan, ölen memleketinin çocukları” karşısında “şanslı askerliği manyak kafasına bir türlü dank etmeyen şımarık bir oğlan” olarak azarlanıyor. Özdeşimden bir defalığına mahsus hayırlı bir uyanış. Ne diyelim; ‘köşe yazarı’nın ‘yaratıcı yazar’a bir çelmesi herhalde.
 
Mağden yazarlığında özdeşime inanıyor, yaratıcı enerjisini buradan alıyor, okuru davet ettiği yer de burası. Paralel aynalar arasında kendi bütünlüğünü, tamlığını oluştururken yazı tekniğinin en parlak ürününü bu yerden fışkırtıyor. Başta gerçek Ali’yi ve Ramazan’ı, sonra çeşitli kimliklerle -Eşcinsel, Kadın, Kürt, Rum, Yahudi- kendini var etmeye çalışan okuru ise mutlak bir ikiliğin sonsuza dek tekrarının ortasına hapsediyor; birbirine bakan iki aynanın: analık ve yetimlik. Düşünsel ve duygusal olarak felç edici, sabitleyen paralize eden bu çok derin yerde gerçeklikten beslenme ve gerçeği algılayışımızda yol gösterici olma iddiasında bir hikâye anlatıyor.
 
Ali ve Ramazan’ın gerçek hayatta hiç sahip olmadıkları anneliğe, hikâyeleri anlatılırken neden ihtiyaç duyalım ki? Bu romanda yazarın anneliğinin, bırakın onları birbirine bu kadar bağlayan soğuk, acımasız ve zalim dış dünyayı anlamakta işe yarar olmasını, onların dışarıdaki kardeşlerine hep birlikte nefret duymamıza yol açmasından başka bir sonucu yok. Gerçek hayatta sahip olmadıkları annenin yoksunluğu, onların birbiriyle olan bağının, dış dünyaya açılamamalarının, çektikleri acıların temellerinden biri olabilir. Hikâyeleri yeniden yazılırken o eksikliğin dolduruluyor olmasının, okura bu saydıklarımıza dair bir umut duygusu geçirmemesi size bir şey anlatıyor mu?
Şu açık ki dünya, içimizdeki bağımsızlık isteği örgütlü ve çoğulcu bir direniş biçimi almadıkça, boktan bir yer olarak kalacaktır. Mağden’in aradığı ve bizi davet ettiği yer, dış dünyanın tüm kötü etkilerine açık olmaya devam ederken, direniş imkânını göremeyeceğimiz kadar karanlık, bağımsızlık isteği duymak istemeyeceğimiz kadar sıcak ve rahat bir yer. Bulunma yöntemi tarif edilen bu yer arayışı, günümüz gerçekliğini açıklamak için de, muhalif bir politika biçimi oluşturmak için de, güncel yazın ve sanat için de, sadece “demode” değil; işlevsiz, zararlı, muhafazakâr, gerici bir arayıştır.
 
Mağden romanın devrim ve sınıf mücadelesiyle ilgili bir açılımı da olsun istemiş. Kitap, Raoul Vaneigem’den “Devrim ve sınıf mücadelesi üstüne konuşurken açık açık gündelik hayattan söz etmeyenler, aşkın yıkıcı gücünü ve sınırları reddetmenin olumlu yanını anlamayanlar; o insanların ağzında bir ceset var” alıntısıyla başlıyor. Umut verici bir açılış olsa da Mağden’in özdeşimi, işlenen cinayetleri sadece burjuva-yetim ikiliği üstünden anlatmasına ve romanı sınıf mücadelesine dair önermesinde de gerici bir noktaya taşımasına neden oluyor. Ramazan’ı özdeşleştiğiniz ve özdeşleşmemizi talep ettiğiniz gerçek insan, öldürülen burjuva lubunyaları bir konum olarak ele alamazsınız. Bunun gerçekliğe, insanlığa, duygudaşlığa dair hiçbir önermesi yok. Gerçekliği kendi tatmini için kullanan yaratıcı bir yazardan başka kimseye bir önermesi yok. ‘İnsan sadece üretim-tüketim ilişkilerindeki durumlarına göre mi var olur’dan ‘nefret cinayetlerinin çoğunluğunda öldürülen translar da mı burjuva’ya bir sürü soru üşüşür çevrenize. Analık, yetimlik, bunlar üstünden özdeşim, hele hele yazarın yaratıcı özgürlüğü, bu soruları cevaplamada yardımcı olmaz. Aksine işleri içinden çıkılmaz bir noktaya getirir; gericiliğin en temel hallerinden birine. Gerçeklik teknik olarak kullanılıp etik, politik sorumlulukları yok sayılacak bir araç değildir. Yaşanan gerçeklik ve geçmiş sizi yargılar. Öznelerinin 18 yıl önce ölmüş, öldürmüş, öldürülmüş, her gün öldürülmekte olmasına rağmen; tam da bu yüzden. Sınıf mücadelesine önermesi olan bir eser yazıp tarih bilincini atlarsanız, döner karşınıza dev bir soru yumruğu olarak çıkar.
 
Başta da dediğimiz gibi ‘Ali İle Ramazan’ farklı açılardan politik tartışmalara gebe. Umarız ki roman, tespit etmeye çalıştıklarımızdan başta nefret cinayetlerinde sınıf meselesi olmak üzere, eşcinsel öznenin kendini var etmeye çalışırken heteroseksist sistemle kurduğu ilişkiler, babalığın, anneliğin bu ilişkilerdeki yeri gibi konularda tartışmalara neden olur. Son konu romanın üslubunu, duygusal, politik önermesini içermesi ve bu önermenin gerçek hayatta kuvvetli bir karşılığının olması açısından önemli.
Politik eşcinsel özne, kendi sözünü üretirken iktidarın odağı olarak konumlanan erkekliğe, babalığa karşı sesini yükselttiği kadar, anneliğin bu denklemdeki yerine karşı da uyanık olmalı. Başta toplumsal cinsiyet olmak üzere tüm ikilikler üstüne düşünmek, bunlar dışında bir hayat tahayyül edebilmek için temel anne-baba ikiliğini, bunların birbiriyle, bizle ve hareketle olan çetrefil bağlarını çözmeyi öğrenmeliyiz.
 
Elimizde istemimiz dışı beliren ve gitmek bilmeyen bıçaklar, ancak bu bağlara yöneldiğinde sahiplenilebilir olurlar. Gerçek bir özgürlük imkânının artık apaçık görünür olduğu bu durumda kanayan yerlerimiz; kendimize, birbirimize ve yabancılara göstereceğimiz şefkatin kaynağı olacaktır.

Grafik: Gencay Ünsalan

Etiketler: kültür sanat
İstihdam