30/11/2021 | Yazar: Berfin Atlı

Tetik’in öyküleri; sabırla örülmüş konuları, özgün kahramanları, okur ve yazar arasındaki sınırları buharlaştıran ortak bir duygulanım dünyası kurması ile öne çıksa da queer biçem tercihiyle de iz bırakıyor

Annemin Kaburgası: “Hayatta kalır işte böyle insankızı!” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

*Dikkat, yazının bazı kısımları, bazı okuyucularda tetikleyici etki yaratabilir.

Annem bana hiç süt vermemiş komaya girdiği için. Ergenken kavga etmiştik bir gün, ben de bunu bildiğim için birkaç paket Pınar süt alıp önüne koymuştum. Amacım süt hakkı meselesi üzerinden canını yakmaktı. Çok tuhaf bakmıştı o gün. Öfkeli değil, kırgın değil, canı acımış gibi hiç değil. Bilmediğim bir şeyi bilen biri gibi bakmıştı sadece. Bergman'ın Güz Sonatı filminde şöyle bir pasaj vardı:

"Annenin sakatlıkları kızına da geçer. Annenin başarısızlıklarını kızı da yaşamalıdır. Annenin mutsuzluğu kızının da mutsuzluğu olmalıdır. Göbek bağı hiç kesilmemiş gibi."

Sonra genç kadın soruyordu annesine:

"Anne, böyle mi gerçekten? Kızının mutsuzluğu annenin zaferi midir? Benim kederim, senin gizli zevkin midir?"

Oysa böyle bir zevk pırıltısı da yakalayamamıştım o alaycı bakışta. Dokuz ay karnında taşımak ve süt vermekle ilgili "kutsal" hiçbir şey yoktu. Selülitler ve çatlaklar vardı. Ya da ne bileyim, hormonlarının aniden bozulması, doğunca nasıl bakacağım diye ödünün kopması, doğduktan sonra ise tek kişilik yaşam serüveninin artık asla tek kişi olarak devam etmeyeceğini fark etmenin kederi vardı. Peki bende ne vardı? Annelerinden çocuklarına ne kalır? Çocuğun gerçek “mirası” nedir?

Bu konuda düşünmek için pek iştahlı değiliz. Çünkü böyle sorular peşlerine taktıkları bazı duygularla gelirler. Suçluluk bu duygulardan sadece biridir. Hatta öfke de. Ama bu sorulara yine de açılırız. Öykülerle yaparız bunu. İyi bir romanla. Queer edebiyatın tuhaf, sınırları bulanık, itiraz dolu dünyasıyla. Queer müdahalenin, queerleştirmenin hazzıyla. İşte Burçin Tetik’in Annemin Kaburgası, okuyucularını bunun gibi pek çok zor soruya açan öykülerle dolu. Üstelik, yazarın deyimiyle “ilk mahkememiz” olan aileyi odağına alarak yapmıyor bunu sadece. Göçmenlik, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, queer çocukluk ve akranlık, partnerlik, evlatlık rolünün ağırlığı, ev, evin sınırları, ülkenin sınırları, cinsellik, sınıf, gitmek ve kalmak gibi çeşitlenen, genişleyen bir tema yelpazesine yaslanarak yapıyor. İçinizdeki soruların olası cevaplarına öykülerde rastlayınca, yazarla kurduğunuz duygudaşlığa şaşırıyorsunuz. Özgün kahramanlar kadar, tanıdık hisler ve deneyimler de kitabın akılda kalıcılığını arttırıyor.

Kitaba da ismini veren Annemin Kaburgası, dokuz öykünün ilki. Burada vejetaryen ve lezbiyen bir kadının hasta annesine bakarken sorguladığı hayatını, kimliğini, cinselliğini, akbaba gibi akrabalarını, toplumsal cinsiyet rollerini, annesi ile kurduğu bağı ve bu bağı nasıl anlamlandırdığını okuyoruz. Onu huzursuz eden sorularını bazen kendiliğinden cevapladığını bazen ise sadece soru olarak okuyucusuna bıraktığını fark etmek mümkün. Monolog olarak akıyor öykü. Geçmişin dağınık fragmanları ile derinleşiyor. Bir mutfak sigarası anında aklımızdan geçenler gibi yazılmış. Keza kahraman da mutfakta, annesine et pişirirken aktarıyor en yoğun hislerini, düşüncelerini. Tavuğun suyu köpürdükçe, daha çok hatırlıyor, hissediyor. Mutfak; geçmişine ve bugününe yeniden mesafe alarak baktığı bir yere, hatta bir hesaplaşma mekânına dönüşüyor. Yaptığı çorbayı tattırdığında ise tabaktakinin anlamını hem annesi hem de kendisi biliyor: Bugünlerde bütün bir tavuğu satırla parçalıyor, kasapla kuzunun en taze yeri için pazarlık ediyorum. Birkaç ay önce bir restoranda yediğim makarnanın içinden yanlışlıkla bir parça et çıktığı için tuvalete gidip kusmuştum halbuki. Bir hayvanın ağzımda olduğunu hissetmek yetmişti tüm yediklerimi çıkarmama. Annem şimdi ona sunduğum çorbanın ne demek olduğunu biliyor. O ölmesin diye öldürmek zorundayım. Ben, çorbanın içindeki et parçalarındayım annem için. Kendimi de tavuğun kanatları, butları, göğsü gibi parçalara ayırıyorum. En faydalı yerler annemin olmalı. Kendimden bana kalan kısımlarla yaşamaya çalışıyorum (Tetik, 2020: 16).           Gelenekselin, “elalemin”, toplumsal baskının ve ahlakın altında ezilen bir kahraman değil okurun karşısındaki. Fakat annesi aracılığı ile, hatta onun bedeninde bu unsurlara temas eden, konuşan bir kahraman. Annesinin çok beğendiği eski sevgilisi Murat’tan ayrılıp annesi ile hiç tanıştıramadığı Sibel’e âşık oluşunu bir kozaya kapanma, çekilme gibi ve babanın evinden, annenin evine dönüş gibi duyumsuyor. Bunda ona güven veren, hatta eğlendiren bir yan var: “Kadınların babalarına benzeyen adamlar aradıklarını iddia edenler, aynı kadınların annelerine benzeyen kadınlarla olduklarını da söylerler mi?” diye sorması boşuna değil. Kadın aşkının kendine has dünyasını betimlerken, annesinden söz etmeden yapamıyor olması, okura kahramanın kendi içindeki geleneksel casusla da kapıştığını hissettiriyor. Şikayetçi olduğu her şeyden arınmış değil. Anne evini anımsatan güvenli bir alana ihtiyaç duyuyor hâlâ ve Sibel ona bunu temin ediyor: İnsan güvende olmak, kendisine bakıldığını hissetmek ister. Herkes için böyle midir bilemem, ama ben Sibel’e annemin yanına döner gibi gittim. Sibel’in içine parmaklarımı ilk soktuğumda rahmin nemli ve karanlık güvenini duydum yeniden. Kırk yaşımda, onlarca erkekten sonra çıktığım yere dönmüştüm işte. Murat olsaydı çarşafları yıkamayı düşünmezdi. Neye ihtiyacım olduğunu anlamaz, brokolili makarnayı, uyku getiren lavanta kokusunu hayal etmezdi (Tetik, 2020: 12). Öykünün sonlarına doğru başlığının gizemi de çözülüyor. Havva’yı da düşünerek, “Bir kaburgadan yaratılmışsam da bunun Adem’e ait olmadığına eminim,” demek istiyor sanki. Annesinin hayatının ikinci kez ona kalışına, burnuna gelen kestane kokusuna ve çocukluğuna dönüşü bundan. Kestanesi boğazına kaçan annesinin öksürüklerini hatırlıyor önce. Nefes alamayışını ve moraran yüzünü… Babasının kayıtsızlığını, kararsızlığını… Ve yine babasının hiçbir şey yapmayacağını anladığında, müdahale etmek için fırlayıp annesinin göğsünü yumruklamak zorunda kalmasını, odaya dolan çatırtı sesini. Hem annesini kurtardığını hem de kaburgasını kırdığını anımsıyor ardından. Ona kalan kestane kokusu ve annesinin kırılan kaburgalarının sesi. Annemin Kaburgası; yazarının deyimi ile “Bir kurtarma öyküsüne eklemlenmiş bir kırılma öyküsü,” bu yüzden. Öyle ki kahraman, son bir soruyu daha düğümleyip bırakıyor okuruna: “Zarar vermeden iyileştirmek mümkün değil miydi?”

Tetik’in öyküleri; sabırla örülmüş konuları, özgün kahramanları, okur ve yazar arasındaki sınırları buharlaştıran ortak bir duygulanım dünyası kurması ile öne çıksa da queer biçem tercihiyle de iz bırakıyor kanımca. Queer teorinin karmaşık, öngörülemez ve sürekli değişen dünyası öykülere de sinmiş. Mekânlar ve zamanlar hızla değişiyor, dönüşüyor, okur ne olduğunu anlayamadan bambaşka bir yer ve zamanda, bambaşka bir olayın içinde buluyor kendisini. Queer mekânı bedende imleyen Beden Göçü öyküsü, yaşanan beden ile atanmış cinsiyetin gerilimini berraklaştırdığı gibi, bir bedende bir ülkede yaşar gibi yaşamanın, onu terk etmenin, terk ettikten sonra bıraktığı izin, göçebeliğin patikalarında da gezdiriyor okuyucuyu. Göç ile cinselliği beraber düşünme fikri okurda oldukça yaratıcı ve verimli bir düşünme etkinliğini başlatabilir ama Tetik, okurunu queer eksenli düşünmeye davet etmekten çok, queer hissetmeye doğru açmak için bu fikre başvurmuş gibi. 

Queer teorinin soyutluğu, “anlaşılmaz” bulunuşu ve sabitlenemez oluşu, kimi zaman kimlikleşmeye dair itirazının kafa karıştırıcı bulunması akla getirildiğinde, Burçin Tetik’in edebiyat aracılığı ile queer teorinin göz korkutan unsurlarını avantaja dönüştürebildiğini söylemek yerinde olur. Teorinin kendisine ya da aktivizme temas etmekten ürken pek çok okur, Tetik’in öyküleri ile queerin bir çeşit eylemlilik hali, eyleme biçimi olduğunu keşfedebilir. Çünkü gündelik hayatı, ev içini, çocukluğu ve akran ilişkilerini / zorbalığını, hatırlanan bir travmayı, ailenin hissettirdiği yalnızlığı işlerken, tam da bu zorlayıcı bulunan unsurların imkânından yararlanıyor. Keramet öyküsü ile sadece ev içinde yaşanan bir tacize odaklanmak yerine, sınıf ve cinsiyetin görünmez ipliklerle birbirine dikildiğini de hatırlatıyor. Çocukluk yaralarının yetişkinliğin içerisinde dillendiği Çocukluğumun Evi öyküsünde, ev nedir, neresidir diye düşünmemizi istiyor. Herkese dar gelen, karanlık, şiddet dolu, kasvetli evleri, evden kurtulma ümidi ile eve hasret duymayı, her yerde yabancı olanların nereyi eve dönüştürdüğü Tetik’in okurunu çağırdığı açmazlardan sadece bazıları.

Yabanperi öyküsü, babasının eşcinsel olduğunu yine dağınık çocukluk fragmanları ile anlamlandırmaya çalışan bir kahramanın gözünden yazılıyor. İlk kez annesini banyoda ağlarken, babasını ise salonda annesinin geceliğini giymiş halde gören bir çocuğun, annesinin öfkesine bir türlü akıl sır erdirememesi öykünün kristalleşen anlarından: “Hangi çocuk istemez annesiyle babasının tek bedende karışmasını?” Hikâyenin anlatıcısının bir çocuk olması, akranları ile arasındaki geçimsizlik, ilk aşkı Serap’a duyduğu inişli çıkışlı duygular, ormanda rastladığı ve adeta bir drag queene benzeyen Yabanperi ile tanışması, atışması aslında çocuk edebiyatına da göz kırpan bir yapısının olduğuna işaret ediyor. Alışılmadık bir şekilde, aileyi mutsuz bir son ile dağıtmayı tercih etmiyor. Yabanperi’nin tiz, cüretkâr ve neşeli sesinin okurun kulağına dolması belki de bundan:           “Ben, ben, ben Yabanperi!           …           Adımı kendim koydum, beğendin mi?           Çünkü hepimiz adlarımızı kendimiz koymalıyız.           Sen, sen, sen, kendine bir isim koymadın mı daha?” 

Annemin Kaburgası edebiyata queer müdahalesini gerçekleştirirken, şemsiyeyi her öyküde daha da açarak, kesişimselliği ve özgür aşkı / cinselliği odağına alarak, okurunu derin ve özgün kahramanlarla tanıştırarak, dilini dinamik ve coşkulu kullanarak, kafa karıştıran sorularını ve çelişkilerini esirgemeyerek, ikilikleri yerinden ederek, başka queerliklerle okurunu tanıştırırken onun hem muhafazakâr, geleneksel hem de özgürlükçü yönlerine seslenme cesaretini göstererek daha adından çok söz ettirecek gibi.

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Toplumsal Cinsiyet dosya konulu 178. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam