18/11/2023 | Yazar: Bengi Beng

Kendi halinde ya da bir tık daha ileride, kitlesi olan bireyler olarak kişisel veya toplumsal konularda kamusal alanlarda fikirlerimizi beyan edebilmemiz, diyalog kurabilmemiz bence çok kıymetli. Birbirimizi susturmaya kalkmamak, aşık atışması gibi hakaret etmeden geleni tatlı sert karşılamak çok değerli.

Antibiyotikli merhem mi, sarı kantaron yağı mı? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bir süredir bir yarayla uğraşıyorum. Devlet hastanelerinde doktor doktor gezdim, her birinden bezdim. Açtım internet alışverişi sitesini, iyi gelen kremlere, bitkisel yağlara bir de “kullanıcı” yorumlarına baktım.

“Vatandaşlık” mefhumunun belki de küresel boyutta çöktüğü bugünlerde, zaten bu coğrafyada baştan beri doğru düzgün inşa edilemediği düşünüldüğünde bir de lubunya olarak gündelik hayatta sık sık tattığım bu yokluk/yoksunluk/yoksulluk deneyimi alışıldık ama hâlâ tatsız. Bir gıdım “insan” hissedebildiğim çoğu an ise ne yazık ki birilerinin müşterisi olduğum zamanlar.

Hepimizin az ya da çok gündeminde olan İsrail işgali ve boykot, direniş, kınama, ses çıkarma yöntemleri rengimiz, cinsimiz (ya da cinssizliğimiz), sınıfımız, konumumuz kadar çeşitli. Birinin diğerinden daha kıymetli, etkili olduğunu iddia edemem, politikacı değilim, tarihçi hiç değilim fakat toplumda “çoğunluğu” oluşturan kendi halinde biriyim.

Bu forumda yayımlanan bir yazı üzerinden zincirlenen bir tartışmaya denk gelince içimde söylenecek bir söz, zincire eklenecek bir halka peyda oldu, neden sunmayayım dedim.

Kiminin kalemiyle, kiminin gitarıyla, kiminin pankartıyla, kiminin tüketim tercihleriyle ses verdiği, desteklediği direnişi desteklemek durduğum yerden boynumun borcu, ezilmenin ne demek olduğunu farklı boyutlarıyla deneyimlemiş biri olduğum için, bir başkasının acısını içimde hissedebildiğim için, en temelde tüm çıplaklığımla “insan” olduğum için.

Fakat üzülerek görüyorum ki hepsi kendi başına eksik, yarım, buruk ve değişime etkisi tartışmalı. O yüzden tüm bu örgütsüzlük, bir arada duramama, acıyı dindirip esenliği artıramama meselesinin tek bir soruya indirgenmesi bana kolaycı geliyor. “Starbucks mı Caffe Nero mu?” diye sormak başlığım yaptığım soruyu sormak gibi.

Bir yaran var, iyileşsin istiyorsun. Sarı kantaron yağı doğal, sağlıklı (ama nihayetinde onu da bir şirket üretiyor). Tıbbi ilaç lobisi ve dolayısıyla doktorlar pek desteklemez, antibiyotikli merhemi tercih eder. Peki gerçekten arada bir fark var mı? Polemiğe neden olan yazıyı yazan arkadaşın meramını böyle bir yerden anlıyorum. Bazen tek derdin tüm bu kaosun içinde bir yudum iyilik halidir. Önünde kolayca duruyorsa o merhemi de alır sürüverirsin. Biraz daha dayanıp yollar yürüyüp aktara varıp kantaronunu alan cengâver mi oldu şimdi? Merhemi seçen de zalimin şakşakçısı? İkisi de değil.

Kendi halinde insanlar olarak öyle bir noktadayız ki etik seçimlerimizle vicdanımız rahat yaşama ve üç günlük ömrümüzde kısıtlı dünya nimetlerinden faydalanma arzularımız arasında debelenip duruyoruz.

Bazen sorgulamalarım, sorumlu tutuşlarım öyle uzaklara yayılıyor ki sonu Big Bang’e kadar varıyor. Öyle de yaşanmıyor işte. Bir şeyler de yutulacak. Ha yumuşak içimli kahve, ha acı demli solcu çayı.

Kendi halinde ya da bir tık daha ileride, kitlesi olan bireyler olarak kişisel veya toplumsal konularda kamusal alanlarda fikirlerimizi beyan edebilmemiz, diyalog kurabilmemiz bence çok kıymetli. Birbirimizi susturmaya kalkmamak, aşık atışması gibi hakaret etmeden geleni tatlı sert karşılamak çok değerli.

Şimdiye kadarki birkaç acı deneyimimde koca koca devrimci örgütlerin de tatlı sularda yüzen beyaza çalmış demokrat derneklerin de içlerinde barındırdıkları bireylere ne zulümler reva görebildiklerini, ne susturma, sindirme politikaları işletebildiklerini şaşıra şaşıra gördüm. Görmeye de devam edeceğim ama artık şaşırır mıyım bilmiyorum.

Birçok hayal kırıklığı, öfke, hüzün, kaçıp gitme isteği barındıran bu deneyimlerden sonra kendime öğretmeyi dert edindiğim ders şu oldu; birbirine gerçek anlamda temas edemeyen insanların topluca altlarında oturdukları çatılar örgüt, kurum veya yuva değildir.

Ve biz günümüzde –istisnaları itinayla ayrı tutmak kaydıyla- birbirimize gerçek anlamda temas edemiyoruz. Birbirimizle bakışıyoruz, ağlaşıyoruz, kolileşiyoruz, kavga ediyoruz, eğleniyoruz ama birbirimize dokunamıyoruz. Tensel bir temas veya takipçi sayısı, story görüntülemesiyle ölçülebilecek sosyal bir sermayeden bahsetmiyorum. Birbirimizi yaşamda tuttuğumuz görünmez bir bağ bu bahsettiğim.

Romantize edeceksem de birbirimizin ta bam teline ulaşabilmek. Libidomuzu tutabildiğimiz kadar iyisiyle kötüsüyle tüm varlığımızı da tutabileceğimiz ağlar örmek çevremize. Bilerek ağ benzetmesi yapıyorum. Duvar gibi katı değil, şeffaf, geçirgen ama en az kalın tuğlalar kadar sağlam.

Bu ağların yokluğunda kendi ufak hücrelerimizden saldığımız sloganlar, öğretiler, parmak sallamalar neye dönüşüyor peki? -Dünyanın belki de en yalnız kalabalığının içinde.- Starbucks’ta otururken maruz kaldığımız, hani o rahatsız edici ama bir o kadar da konforlu gürültüye.

Rahatsız oluruz çünkü hiçbir alakamızın olmadığı onca insanla çevrili durmuşken bir de onların kulağımıza “bla bla bla” olarak gelen hikayelerine maruz kalmak yorucu gelir. Konforlu da buluruz çünkü karşımıza oturttuğumuz, hikayemize dahil ettiğimiz insanın sözünü de bir nebze sansürler o gürültü, böylece o söz kulağımızdan girip gönlümüze kadar ulaşamaz artık.

Sonunda da böyle olur, bir yerlerden kesik kesik gelen, tam anlaşılamayan ama bazı duygular da uyandıran hikayelerle mücadele etmekle geçer her günümüz. O hikayeleri kucaklayamayız, onlarla kendimize yastık yapamayız, onları gezintide azığımız edemeyiz. Onlardan kaçarız, onlara kızarız, onları kısarız. En kolayı budur.

Ama işte artık öyle bir noktaya geldik ki KAÇACAK HİÇBİR DELİK YOK. Ya starbucks ya caffe nero ya da sonsuz boşluk.

Biricik arzum, yegane dileğim şu ki (yaşarken göremesem de) öyle bir gün gelsin ki birbirimizi gerçek anlamda görelim ve duyalım, o zaman işte hangi mekanlarda oturup neler içtiğimizin pek önemi kalmasın. Öyle güçlü bağlar kuralım ki birbirimizle, hem dirençli, hem çabuk adapte olabilen, işte o zaman yanımızda yöremizde bir çaresizlik gördüğümüzde hep beraber oraya gidip olabildiğimiz kadar çare olalım. İşte o zaman zaten bu sonsuz zulme sebep olan eşitsizlikler, üstten bakmalar, ezme ezilmeler kendiliğinden son bulsun. İşte o zaman bu soru sadece kendi anlamını barındırsın, küresel boyuta ulaşmış sistematik bir zulmün sembolü olmasın: KAHVENİZİ YUMUŞAK İÇİMLİ İSTER MİSİNİZ?

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam
2024