09/05/2023 | Yazar: Sa Bahattin

Sizi sadece canı çekince aradığı hâlde sizden ona aşık olmanızı, ömrünüzü vermenizi, onun teki, biriciği olmanızı bekleyen insan bozuntularına karşı hazırlıklı olunuz, ve bedeniniz tamamen çıplak olduğunda bile o kıymetli kalbinizi zırhından çıkarmayınız.

Aranızda Çilingir Sofrası'nı izleyen oldu mu? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Yazıya başlamadan önce bunun yukarıda başlığı verilen (Çilingir Sofrası) filme dair bir yazı olacağını ve yer yer (kaçınılmaz bir şekilde) filmden bazı sekansları tasvir edeceğimi bildirmek isterim. Eğer bir filmi izlerken ‘merak etmek’ sizin için önemli bir itki oluşturuyorsa, bu yazıyı filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim. 

Ali Kemal Güven’in yönettiği, neredeyse tamamı tek bir mekânda geçen bu film, 2022 yılında İstanbul Film Festivali En iyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne ve yine aynı festivalin Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüş. 

Benim filmi izleme nedenim bu ödüller değil. Açıkçası filmin varlığını da hayal meyal birkaç sinema afişinden hatırlıyor gibiyim sadece. İzlememe vesile olan; arkadaşım şair Onur Köybaşı’nın Pazar (07.05.2023) gecesi bana filme ait bir fotoğraf göndererek “E bir izle” yazmış olması. 

O noktadan sonra yaptıklarım irademden çok merak duygumla şekilleniyor, diyebilirim. “Bir Türk filmi, oyuncu kadrosunda erkek isimleri öne çıkıyor. Onur önerdiyse iyi birkaç yanı muhakkak vardır. Acaba gey filmi mi? Yarın olsun da bakayım şuna…” gibi şeyler sayıklayarak nihayet uyuyorum. Gecemin son dırdırlarına yakışır bir şekilde, sabah iş yerine gelip bilgisayarı açınca da yaptığım ilk şey google’da filmi aratmak oluyor. Önce korsan sitelerde biraz şansımı denesem de, sonunda ücretli bir platforma aylık üye olmam gerektiğini net bir şekilde anlıyorum. 

Çilingir Sofrası, 60 dakikalık bir film. Lise yıllarından tanışık iki cis-erkeğin 17 yıl sonra bir rakı masasında oturup sohbet etmeleri üzerine kurulu. Emir Can ve Yusuf Efe isimli bu iki “arkadaş” geçmişten bahsederek içiyor, şakalaşıyor, kavga ediyor, zıtlaşıyor kelimenin tam anlamıyla eski günleri yâd ediyorlar. Filmdeki karakterlerden biri (Yusuf Efe) evli. Bir çocuğu var. Diğeri (Emir Can) ise bekâr. Öğretmenlik yapıyor. Filmin 11. Dakikasında Yusuf Efe, Emir Can’a “Kız arkadaşın var mı?” diye soruyor ve cevap olarak “Yok… Geyim ben” cümlesini duyuyoruz. Yusuf, Emir’in böyle kolayca kendi ifadesine şaşırıyor tabii. Ama bu noktadan itibaren filmin niyeti daha da açık hâle geliyor: Bu masada bir aşk var!

İçimden “Hay Allah kahretsin!” demeden edemiyorum. Liseden kalma bir (sözümona) aşkın, kendini toparlamış, kimliğine sahip çıkan bir gey karakterin başına yeniden musallat olmasının altından iyi bir şey çıkacağına pek ihtimal vermiyorum çünkü. 

Bu arada Yusuf Efe karakterini oynayan oyuncunun (Ahmet Rıfat Sugar) toksik maskülenlik konusunda iyi bir iş çıkardığını da ekleyeyim. 

Nihayet düşündüğüm gibi oluyor, ve film, ikilinin okul yıllarına ilişkin hatıralarını anımsamaları, bazı şeyleri itiraf etmeleri, bazen de “erkeklik”ten geberecek olan Yusuf Efe’nin Emir Can’ı aşağılaması, hırpalaması, onu korumaya çalışması gibi abuk sabuk duygu ve davranışlarla ilerlerken, Emir Can’ın bu yavşak adama ergenlik yıllarındaki “aşk”ından bahsetmesi ile benim için bir ‘sinir olma’ furyası olacağını açıkça ortaya koyuyor. 

Tahmin ediyorum ki film Emir Can’ın yanında olmamızı, onu anlamamızı ama Yusuf Efe’ye kızmamızı ve belki bir nebze ona acımamızı bekleyen bir bakış açısıyla yapılmış. Halbuki kafası allak bullak karakter olan Yusuf, bana sorarsanız filme Emir’den daha fazla ‘sorgu’ katıyor. Yıllar sonra aldığı davette hesap sorar bir tavır sunmasının pek isabetli olacağını düşündüğüm Emir Can, maalesef ki, eski yangının küllerinden yeni bir ışık bekliyor, ve bazı suçlama denemelerinin hemen ardından teslimiyet göstererek bu saçmalık timsali karakterin oyununa geliyor. 

Filmde Yusuf Efe karakterinin ağzından çıkan bir-iki cümle var ki, bunların (özellikle bir tanesinin) dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Dahası o cümlenin benim filmdeki karakterlere bakışımı size gösterebilmek konusunda bana yardımcı olacağı kanaatini taşıyorum. Yo, korkmayın; eziklikten geberen buna rağmen erkeklik rolünü savunarak hayatı kendisine ve çevresine zindan eden bir zorba olarak Yusuf Efe’yi savunmayacağım. Sadece, farklı cinsel tecrübeler edinmiş ve bunun sadece bedeninin arzusu nedeniyle gerçekleştiğini anlayabilecek kadar ‘bazı şeylerin farkında’ olan önemsiz bir insan olarak Yusuf’un bizim aşkımız olmayı hakketmediğini vurgulamaya çalışacağım. Hatta biraz daha ileri gidip, bu ezik kabadayının, 43. Dakikada söylediği “Ben zamanında seninle bir şeyler denedim. Gençtim, azgındım. İnsanın etiketlenmeden bir şeyler deneme şansı neden yok ya?” cümlelerinin kuir bir bakış açısına sahip olduğunu iddia edeceğim. 

Belki içinizden “Nasıl ya?”, “Sen delirdin herhalde!” gibi protesto cümleleri geçiyordur. Ama durun, ve özellikle son cümleye odaklanın: “ “İnsanın etiketlenmeden bir şeyler deneme şansı neden yok ya?” Bu cümle “Ben, yaptığım bazı cinsel edimler nedeniyle özel bir kimlik altında değerlendirilmek istemiyorum” demenin avam bir yolu değil mi sizce de? Eğer öyleyse, işte benim kafamdaki kuir teori’nin özetine hoş geldiniz. 

Elbette Yusuf Efe hakkında iyi bir şey söylemek benim de hoşuma gitmiyor. Onun temsil ettiği erkekliğin başımıza ne belalar getirdiğini hepimiz kendi özel hayatlarımızdan; babalarımızdan, abilerimizden, mahallemizin esnafından, okulumuzun müdüründen, hornetteki bir manyaktan, memleketin polisinden, bakanından, cumhurbaşkanından (olmaması gerektiği kadar) iyi biliyoruz.  Üstelik, Yusuf Efe’nin bu cümleyi bizim şimdi içinde aradığımız derinlikte söylemediğinin de farkındayım. O ‘etiketlenme’ derken bir kimlik kıskacına alınmayı değil açık açık ‘top olarak yaftalanma’yı kast ediyordu. Olsun. Madem bir film izliyoruz, o filmde olmayan güzellikleri oluşturma hakkını da daimi olarak savunmalıyız, değil mi? Kuir Teori de zaten bizden bunu bekler (ne alaka ayol! : )

Bunun yanında,  Emre Can’ın kendisine fiziksel şiddet (de) uygulayan bu adamın yanından gitmeyişi  beni çileden çıkarttı doğrusu. “Aşık olunca her şey mübah” gibi bir anlayış, nedendir bilinmez feminizmin süzgecinden geçmemiş kafalarda çok yaygın gibi geliyor bana. Filmin senaristi/yönetmeni olan kişiyi feminist olmamakla “suçluyor” görünmek istemem; ama filmde gördüğümüz iki kadın karakter de (birisi biraz muzipçe de olsa) erkek karakterlere “rahatsızlık” veriyordu. Onu da belirtmeden edemeyeceğim.

Tamam tamam, filmi feminist perspektiften okumaya çalışırsam buna boyumun yetmeyeceğinin farkındayım. Yine de, şu cümlelerle kendimi biraz ifade edeyim de içim rahatlasın: “Yahu Emre Can’cığım; adam senin elini ısırıyor, enseni sıkıyor, seni duvara vuruyor ama sen hâlâ yanından gitmiyor ve bunun bir gereği olarak aşkını mı gösteriyorsun? Salak olma yavrucuğum. Bu adam 17 yıldır görmediği kişiye bir saat içerisinde bunu yapabilir hâle geliyorsa, iki kere gördükten sonra sana nasıl davranacak, anlayabiliyor musun? Aşkından öfke krizine giren aptalların, “ama beni sevdiği için kıskanıyor” diyebilen travma sahibi bireylerin sayısındaki artışın asıl sorumlusu olduğunu sana ben mi söyleyeyim? Bu davranış zinciri, toksik maskülenliğin tam da ‘toksik’ kısmına ve onun bulaşıcılığına denk geliyor, bilesin. “

Öte yandan, Yusuf Efe denen bu kendini bilmezin, Emre Can’ın feminen hareketlerini de toparlamak arzusu içerisinde olduğunu, onun “ay” diyerek konuşmasından bile rahatsız olduğunu da ekleyeyim. Bütün bunlar filmde (büyük ihtimalle) karakterler arasında bir zıtlık yaratmak ve Yusuf Efe’nin içselleştirilmiş homofobisini açığa vurmak için kullanılıyor. Ama bir izleyici olarak ben bunu öyle okuyamıyorum. Yusuf Efe’nin bedenin hazlarına ‘beden’den öte anlam vermeyen düzlükte bir adam olarak görülmesi gerektiğini ve Emre Can’ın bu adamdan bir bok olmayacağını hemen anlayarak onu o meyhanede tek başına bırakması gerektiğini savunuyorum : ). 

Burada tabii, Emre Can’ın cinsel dürtülerinin etkisinde hareket ettiğini ve karşısındaki adam yeterince sarhoş olduktan sonra, onu yatağa atabileceği hayaliyle geceyi idare ettiğini de iddia edebiliriz. Yani Emre Can politik doğrucu bir karakter olmak zorunda değil, bunu anlıyorum. Yine de bu ikili arasında yaratılmış gerginlikte hiçbir tarafın diğerinden daha “kabul edilebilir” olduğunu da düşünmüyorum kendi adıma. 

Ek olarak, 37. dakikada Emre Can’ın kendisine asıldığını düşündüğümüz bir meslektaşının “yanlış tweet’leri yönetime hemen şikayet ettiğini” ifade etmesinin ardından “Şahsen ben çok saygı duyuyorum” diye eklemesi, yaratılmış Emre Can karakterinin ‘sahtekarlığı’ ile ‘yönetime düşkünlüğü’ arasında seçim yapmaya çağırıyor bizi. Aslına bakarsanız Emre Can’ın bu hanımefendiye gerçekten saygı duymadığını hissettirecek çok bir ipucu almıyoruz. (Öyle ki bu kadının “lor kurabiyesi yeme teklfi”ni de kabul ediyor kendisi.) Ama biz işte, çok küçük bir yüz hareketinden ve böyle bir karakterin yönetim yalakası olamayacağı kabulü üzerinden Emre Can’ın aslında “kinaye” yaptığını varsayıyoruz. Oysa, bence son derece gereksiz bir yalakalık ve samimiyetsizlik örneği sunuyor bize. 

Şu ana kadar filmle ilgili pek iyi bir şey söylemediğimi hatta onu yerden yere vurduğumu düşünmüş (gözlemiş) olabilirsiniz. Aslında durum o kadar da kötü değil. Film bu ‘sinir etme’ hâliyle ilgimi sürekli canlı tuttu. İçinde bulunduğumuz ‘dikkatsizlik’ çağında, bu bile başlı başına bir başarı olarak atfedilebilir. Ayrıca, film, 49. dakikada gerçekleşen “Alsana” olayı ile hakkındaki düşüncelerimi iyi sayılabilecek bir noktaya taşıdı diyebilirim. Bu sahnede Yusuf Efe, Emre Can ile oturdukları arabanın içerisinde penisini açarak yalvarır gibi zavallı bir hâlde Emre Can’ın gözünün içine bakıp “Alsana” diyor. Böylece bütün yok saymalarına rağmen Yusuf Efe’nin Emre Can’a cinsel bir arzu duyuyor olduğunu da görüyoruz. Bu noktada Emre Can’ın gözü doluyor ve Yusuf Efe’nin istediğini yerine getirmiyor (Yürü be Emre Can!). Sonrasında ağlamalar, zırlamalar ile kendisiyle çelişmekte bir seviye daha atlayan aptal maço “ben karısını aldatan babam gibi olmak istemiyorum” diyerek işleri iyice boka sardırıyor. Bu kritik anda Emre Can aldatma sorunsalını sorguya açmayarak (üstelik ona kendisini öpebileceğini söylemişti) ve sadece baba karakterine yüklenerek (Sen baban değilsin) olayın düğümünü çözemeyeceğini bize ispat ediyor. “Evet, Emre Can’cığım seninle duygudaş olduğum birçok nokta var, ama sen de bilmelisin ki bir zorba ancak gerçekler yüzüne çarpılarak hizaya getirilir. Ona ifade ettiğin en iyi duygu bile onun elinde bir manipülasyon aracına dönüşür. Senin adına üzülüyorum, ama sen de böyle davranmaya devam edersen kendi kendini üzmeye devam edeceksin, canım benim.”

O yüzden, ben diyorum ki, sevgili ergen lubunyalar, lütfen şu anda yaşıyor olduğunuz veya geçmişte yaşadığınız o haylaz duyguları 30’lu yaşlarınızda yeni bir olgunlukla yeniden değerlendiriniz. Sizi sadece canı çekince aradığı hâlde sizden ona aşık olmanızı, ömrünüzü vermenizi, onun teki, biriciği olmanızı bekleyen insan bozuntularına karşı hazırlıklı olunuz, ve bedeniniz tamamen çıplak olduğunda bile o kıymetli kalbinizi zırhından çıkarmayınız. 

Son söz olarak; filme bayılmasam da, Türkiye LGBTİ+ filmleri kategorisinde yapılmış olması dolayısıyla onu önemsediğimi ve bu alanda daha çok işe ihtiyacımız olduğunu söylemek istiyorum. 

Hepinize esenlik, sabır ve hoşgörü dolu günler dilerim.

Dayanışmayla,

Sa

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam