07/11/2017 | Yazar: Karin Karakaşlı

böyle seveceksiniz işte arkadaş z. özgeri’i. hakkını vere vere. hayat gibi…

adını kendi koymak ne demeye gelir, bilir misiniz? birini, eski bir ben’i öldürmektir o. kendi gıyabında verilenin reddi. zekai özger’in arkadaş z. olmasının hikâyesi. bir başlangıç. son dayatan bir merhaba. ‘merhaba canım’ dediği bize.

 

hayat trajik bir homoseksüeldir

bence bütün homoseksüeller adonistir biraz

çünki bütün sarhoşluklar biraz

freudün alkolsüz sayıklamalarıdır

 

düzenin kanun ve kurallara uygun bir cinnete evrildiği yerde hissiyat budur. beyin kimyasalların sistematik kötülük karşısında iflas eder. o uzlaşılmış riyaya karşı bir an mağlup düşersin. o kanunlar ki ‘gereği düşünüldüğünde’ duruma göre esner ve daralır. bir kanun hükmünde kararname ile yılların emeği bağımsız medya organları, insan hakları dernekleri kapatılır. listelerde ismini bulur, keyfi bir ihraçla sivil ölüme mahkûm edildiğini öğrenirsin. olağanüstü halde barış demek teröristlik, insan hakkı savunmak ajanlıktır. kimileri zaten doğuştan hain ve iç mihrak, kimileri genel ahlâka mugayır, milli ve manevi değerlere beladır. devlet iktidarında her kelime anlamında yeniden yazılır.

buraların kadim devlet geleneği öldürme üzerine kurulu. işkencede, asit kuyularında, dere kenarlarında, domuz bağında ya da tenha sokaklarda öldürdükleri o canların hepsi resmi tarihte hain kılındı. Mezarsız ölülerin üzeri gerekçelerle örtüldü. insanlığa karşı suçlar zamanı aşımlı dosyalarda unutuldu. o ki insanlar kaybolmuştu. kemikleri bulunsa dahi devlet kayıtları başka listelerle meşguldü.

işte o zaman edebiyat anlattı tarih kitaplarının sustuğunu. daha belgeseller çekilmeden, alternatif tarih kaynakları devreye girmeden bir şiir susulan hakikati haykırdı. arkadaş da o çığlıklardan biriydi. lotus çığlığı. kendi içinde katmanlarca açılan.

 

işte bir bir kırıyorlar dalıylan

yeryüzünün olgunlaşan meyvelerini

çünki biliyorlar vakit dar

oysa dalları kırmayılan ölür mü sonsuz ağaç

hayatı pekiştiren kökümüz var

hayat, hakkını ister. adına arkadaş demiş şairin, o gencecik insanın yaptığı budur aslında; insan eliyle cehenneme çevrildiği anlarda bile hayata el uzatmak, onunla arkadaş olmak. “sen bundan çok daha fazlasısın, biliyorum” demek. hem de payına o cehennemi günlerden, gecelerden o kadar çok düşmüşken… 8 ocak 1948’de bursa’da başlayan hikâyede arkadaş’ın gençliği 12 Mart darbesinin haşin günlerine denk geldi. ‘günler perişan’ dediği zamanlara. malûm buralarda hepimizin tarihi birtakım dönemeçlerden geçer dönemeç dediğin tarihin keskin, kanlı virajlarıdır.

selanikli göçmen işçi bir ailenin çocuğuydu arkadaş. yokluğu da sınıfsallığı da küçücük yaşında iliğinden bildi. eprimiş kıyafeti, boş dolabı, iki kuruş paraya çalışmayı, gururu ve öfkeyi. bunları ve daha fazlasını anlatmasını da bildi. bizzat hayatın kendisini tutup kolundan aynanın karşısına geçirdi. “bu musun sen sahi? daha iyi yaşayamaz mıyım seni?” diye soruverdi. inandığı cevap mücadelesinin de ta kendisiydi.

 

gördüm ki bir cuma gecesi ertesi

babamın eskimiş bürokrat ayakkabılarının tamiratına

nefretle vurduğu örsü ve çekici

öfkesini köseleden ayırdığı bıçak

açılmış bir gül gibi duruyor önümde

 

vur gülüm vur gülüm vur gülüm

vur sen de burjuva ayakkabılarının altına

 

artık ne soğuk damarlarımdaki ne sıcak

sadece bıçak gülüm sadece bıçak.

 

bıçak sırtı bir hayat yaşadı. pamuk ipliğiyle urgan arasında gidip gelen, düz yolda sanki canbaz ipinde yürüten. farklıydı. farklılığında haklı olduğunu göstermekle geçti hayatı. malum, her özgeçmiş, birkaç kurumsal bilgiye işaret eder. hayatı değil, kimi durakları anlatır özgeçmişler. arkadaş da bu bilgiler uyarınca ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi basın yayın yüksek okulu’nu bitirdi, türkiye radyo televizyon kurumu’nda kurgucu olarak çalıştı. 24 ocak 1971 tarihinde sbf yurduna yapılan polis baskınında ağır işkencelere maruz kaldı, başına feci darbeler aldı. o kadar ki, iki yıl sonra 28 nisan’da tıpkı şair orhan veli gibi karanlık bir sokakta düştüğünde, kaldırıldığı hastanede 5 mayıs 1973’te daha 25 yaşındayken öldüğünde, o kanama bu eski darbelerden bilinecekti. ölümü beyin kanamasıysa, hayatı ruha alınmış darbelerdi. çünkü o hep tek bitmiş incecik bir dal ve her mahallenin dışarlıklı konar göçeriydi. o uğursuz günü ‘adak’ diye yazacak, bir de kuşak yemini edecekti.

 

vurdular, kötü vurdular

ne savaş kuralları

ne insanlık onuru

karar tarihlerinin

iğrenç bir zaferini daha

gövdemize kazıdılar

 

gayrı bu kazıyla büyüyecek gövdelerimiz

biliyerek bilincimizin öfkeli keskinliğini

 

öyle zamansızdı ki bugün onu okuduğunuzda şimdi yazılmış şiirlerle karşı karşıya olduğunuza yemin edebilirsiniz. sahici ve evrenseldi. zaman bu sakalsız oğlana hiçbir şey edemedi. ha bir de bu toprakların o en güzel çocuklara kıyma geleneği hiç değişmedi. acıdır ama biraz da bundan eskimedi şairlerin, yazarların acı ve umut tahterevallisindeki maceraları. oysa o da bilirdi sadece hayatın zevklerini yüceltmeyi. mutluluğu küçük şeylerdendi. ‘ben az konuşan çok yorulan biriyim/şarabı helvayla içmeyi severim ‘ sahiciliğindeydi. aşkın ve hakla, eşitlikle, özgürce yaşanan hayatın peşindeydi. bu uğurda mücadele eden yoldaşlarını anlatırken her dönemin gençlerinin kalbini kayda geçti.

 

yırtarak geçiyor kalbimizden

hayatı da törpüleyen zaman

 

şuramızdan bir şey var

acıya benzer umuda benzer

bazı günlerde herşey

hem acıya, hem umuda benzer

 

şuramızda, tam şuramızda

tarihe nasıl anlatsam

 

ey anneleri korkutan

bizi yaşatan kan

 

günler perişan

 

devrim dediğin kitaplarda kuramı okunan, süslü sözlerle tartışması yapılan soyut bir ihtimal olmadı hiç onun için. hayatla sağlaması yapılmayan bilginin hükmü yoktu zaten nezdinde. ortalık kan gölüne dönmüşken, aşkla dostluğu bir kılan bir adamışlıkla sarıldı canlarına.

 

sen iyilikler ve güzellikler uzmanı

suskunun gizemli sabrı

bir teraziyi en iyi kullanan

iğnenin ve ipliğin mercek gözlü büyücüsü

karnaval gecesinin eğlentisiz parmak çocuğu

en hayat canbazı

ey ip şaşkını

ezberle o incecik tel üzerinde

hayatı dengeleyen asayı:

aşkın ve dostluğun ayrımı yoktur çocuk

ikisini de doğuran şey aynıdır

 

şimdi yine susmanın dayatıldığı zamanlardayız. sesimizi kesmenin, biat etmenin, etmezsek başımıza gelecekleri iyi bilmenin zamanlarında. o yüzden arkadaş’ın şiirini okumak diye bir şey yok benim için; onunla birlikte uyanmak ve yola revan olmak var. öfkenin ve korkunun bilediği bitimsiz gecelerden bu ismiyle müsemma ruhun arkadaşlığıyla geçmek var. çünkü artık günlük hayat bir ölüm-kalım savaşı, zulüm ve adaletsizlik karşısında akıl sağlığını koruma mücadelesidir. ve ancak onun dürüstlüğüyle edilebilecek bir itirafın vaktidir.

 

yaşamak

bizim en eski çağlardan kalma yanık türkümüz

öylesine kısık ki sesimiz

ne duyurmasını ne söylemesini biliriz

 

ama tam da bunu diyen değil mi kısacık bir hayata kaç ömür sığdıran. acılaşmadan taşımak var o zaman acıları. sevgili ölüleri onun gibi yolculamak, kalanlar için onun gibi mücadele etmek var.

 

alnını

dağ ateşiyle ısıtan

yüzünü

kanla yıkayan dostum

senin

uyurken dudağında gülümseyen bordo gül

benim kalbimi harmanlayan isyan olsun

şimdi dingin gövdende

uğultuyla büyüyen sessizlik

birgün benim elimde

patlamaya sabırsız mavzer olsun

başını omzuma yasla

göğsümde taşıyayım seni

gövdem gövdene can olsun

 

insan yaşadığının ustasıdır, öğrendiğinin değil. kapsayıcı, insanın her halinden anlayan yalnızlıklar vardır. allaha mahsus olan. dünya gözüyle bunu tadanlar kendi söküğünü dikemeyen terzi misali kendi dışında herkese ulaşır. yalnızlığın ustasıydı o. kimsesiz kalmak ya da aşkından olmaktan çok öteydi anlatmaya çalıştığı yalnızlık. alın yazısıydı sanki. mühürdü. büyük meydanlarda ya da daracık öğrenci evlerinde devrimci yoldaşların varlığıyla dinmeyendi. içinde taşıdığıydı, varlığına değindi. deli gibi muhatabını arayandı. paylaşmaya değil, anlatmaya.

 

hep kurşunlamışlar yalnızlığı çoklar sokağında

herkesler var olmuş

bir sen bir ben ölmüşüm

 

yalnızım. bunu hep söylüyorum

geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor

hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğime sığmıyor

her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum

yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor

yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece

öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde

biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum

gökteki yıldılar kadar yıldızlar yazılsa da

kendime kendimden başka kendim yok

 

‘korkudan başkaldırıya gelişen kaskatı bir acı’dır onunkisi. çoğuldur hem tek bırakılmışlığında.  acı aşka aşk acıya yakın durur onun kitabında. ‘acıyla büyütüyorum aşkımı/bir gün bana sevişmeyi öğreticek’ demişti. sanki bir kendi bildiği, uğruna her bedeli ödemeye razı geldiğiydi güzellikti.  o yüzden tek başına sırtlamayı yeğlerdi ya ‘diyorum bir acıyı ikiye bölmek/bir elmayı ikiye bölmek kadar güçtür’ şiarıyla. yine de vazgeçmez ama denemekten, yine de alıkoyamaz kendini ummaktan. dedim ya, elbet bir muhatap vardır, bir acı üleştirici. korkularını birlikte korkabileceği biri. o yüzden anlatır duymamayı tercih ettiklerimizi.

 

bakardık bakardık imrenmeye korkardık

en özentisiz şeylereydi açlığımız

ölüme bir vardı süreç

dinmedi dinmedi acımız

 

beklemek ölüm gibiydi bekledik

bugün dedik yarın dedik olmadı

böyle doğduk büyümeye korka korka

umudumuzdu gücümüzdü kalmadı

işte ellerim böyle tutsak gökyüzünde

çekerim çekerim gelmez

sanır ki gök doyurur açlığımızı

bir gökü yemekle acımız dinmez

 

tam da bu bitimsiz acıya inat diye yitirmez umudunu. umut ki ona hiç verilmemiştir. hatta sıklıkla gasp etmeye yeltenilmiştir. çoğumuzda olduğu gibi. ama işte hayatı göze almışlarda ömür sadece dünya üzerindeki yıllarından toplamından ibaret değildir. o yüzden şiir de matematiğin bıraktığı yerden devam eder, onu temel alarak sonsuzluğa uçar. sonsuzluk insan doğasının üzerindedir, bedellidir. kimileri hepimiz için yıldızlara ulaşmaya yeltenirken zerreleşir. kum tanesi değil yıldız tozu olur. en güçlü hallerinde halen bir imdat çığlığına da zorsunmadan. aczinde yücelirler. umudu kesmeme cesaretlerinde bizden. el vereceğimize duydukları inançtan. o inanç en güzeli, en iyiyi çıkarır içimizden. o güne dek varlığını bilmediğimiz asıl kendimizi. gerçeğimiz olan o en mükemmel ihtimali.

 

elbet geçer bu hüzün mevsimi

bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün

o gün size sevinci de anlatıcam

bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün

o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım

 

ve bir gün elbette yıldızları sayacağım

 

                  -gelin kucaklayın beni. yıldızları sayamıyorum

 

şiirin yazılması kadar okunması da tek başına çıkılan bir yolculuk. her seferinde farklı çıkılan bir yolculuk hem de. arkadaş’ın şiirinde kişisel yolculuğum ortalığın bordoya kesmesiyle başlar. hayat boyu beni anlatan renk diye bildiğim bordo eşliğinde tutunduğum dallar belirir onun şiirinde. kendi kadınlık ağacımın dalları. kerelerce kırılan kerelerce yeşerttiğim, inat diye.

 

bordo diyorum bordo bir renktir

kan pıhtılaşınca bordoya

ölüm uzadıkça bordoya çalar

çünki nerde bir böcek bir çiçeğe konar

döllenme dullanmış bir kızın bordo çiçeği olur

 

hayatın ve ölümün rengi bordo arkadaş’ın dizelerine gülümser bana. sonu ne zaman bir balta vurulsa ağacıma, ne zaman bir dalım kırılsa içimde yankıyan o sestir arkadaş. ben daha darbe aldığı bile kavramamışken kendini işittirir:

 

yaşlanıyorum. çiçeksiz renksiz. bordo

bir daha bir daha çünki diyorum

çünki bordo bir intihara ancak bu kadar yaraşır

 

intihardır bazen yaşamak dediğin kimilerimiz için. bir eşiği geçmişsen acıda, kendini büsbütün kendini nihai olarak kendi elinle kırmaktır. dinsin artık diye. gece öldürdüğünü sabahında yeniden doğurmaktır. ‘hayatla çiftleşmeyi kendikendine mi öğrendin’ diye sorar ya hani, kalpten bir evet demektir karşılığında. hep kendim öğrendim. yine de en az bildiğim kendimim. benden öte muamma yok bana demektir. öyledir çünkü. insan en çok kendini şaşırtır.

her günün bir başka savaşı, her gecenin bir başka devrimi daha vardı arkadaş için de. aşkı ve acıyı bu denli yakın kılan öte bir hikâyesi. eşcinseldi. hakikate adanmış hayatında gizlemek ne kelime, dünyaya avazı çıktığı kadar haykıracaktı bunu. böyle bilecekti dünya onu. seven her şeyiyle sevecekti. daha azına hiç razı gelmedi. mahpushanede görüşüne gittiği sevdalısına dedikleri, sonraki kuşaklarda nice gencin açılmaya cesaret bulmasına vesile olacak güçteydi.  

 

Göğü kucaklayıp getirdim sana

kokla

açılırsın

 

Giyecek çamaşır getirdim sana

âdettir diye değil, sevdim diyedir

bağışla, eski biraz

bedenim uygundur diye bedenine

elimle yıkadım, ütüledim

elma ağacında kuruttum

 

Günler sarmal bir yay gibi

bunu unutma

bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir

bunu unutma

seni ben her yerinden öperim

beni unutma

 

ha o yüzden sakın ola arkadaş z. özger’in ‘sadece zeki müreni seviniz’ dizesini kesip de dolaşmayın ortalıkta. “ne zaman yayımlarsam yayımlayayım adı ‘sakalsız oğlanın tragedyası’ olacak!’ demiş bir şairin kitabı ölümünden sonra yıllar yılı vasiyeti hilafına ‘sevdadır’ başlığıyla dolaştı ortalıkta. ta 2014 yılına kadar. böylesi daha münasipti kimileri için. devrimciyle eşcinseli biraraya getirmekten haz etmeyenler için. oysa tam da bu ve daha fazlasıydı. hem zeki müren’i sevmek meyhanede arka plan fasılı olarak dinlemek, renkli insandı vesselam demek değil. arkadaş’ın kastettiği gibi seviniz yerse. çünkü bir kere yazmış. daha azını onun adına söylemeye yeltenmek küfürden öte.

 

siz inanmayın bir gün değişir elbet

güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü

çünki ben okumuştum muydu neydi

biryerlerde tanrılara kadın satıldığını

ve bir gün hiç anlamıyacaksınız

güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum

düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve

bir gün elbette

zeki müreni seviceksiniz

(zeki müreni seviniz)

 

böyle seveceksiniz işte arkadaş’ın dilinde zeki müren’i. ataerkiyi, onun faşizmle ittifakını ifşa ederek. o gümbür gümbür toplumsal devrim ortamının orta yerinde eşcinsel aşkı, varlığının bir başınalığını öyle saf anlatır ki, kalakalırsınız. onunki her gün, her an verilen bir ölüm kalım savaşıdır, anlarsınız. başka türlü yaşamak bilmemiştir. bir güzelleme değildir göze aldıkları. cesaret diye değildir. seyirciye değildir. kendine, aşkına, kavgasına, hayata sözüdür. olur da anlayanı, hissedeni beri gelirse, gülümseyecektir. ağlatan mutluluklar, güldüren acılar, kahreden ihanetler, çürüten vazgeçişler, göze alınan yanılgılar yaşamış birinin gülümseyişidir bu. siyah-beyaz bir fotoğraftan, belli belirsiz. ve çerçevesi kapsadığı o hayat kadar geniştir.

o fotoğrafa yeterince uzun bakarsanız, bir yerden sonra sizin suretinizi yansıtmaya başlar. deli gibi ihtiyaç duyduğunuz ama daha da delicesine işitmekten korktuğunuz cümleyi fısıldar kulağınıza. şairin kişiye özel armağanıdır. fala bakar gibi okursunuz artık o şiirleri. kendi kehanetinizi bulmaya. sonra belki görmezden gelirsiniz yine, sonra belki inkâr edersiniz. ama emin olun, kaçışı yoktur. o cümle gelip en yakınınızdan birinin ağzından çıkar. doğru bir şeyi duyduğunuzda olduğu üzere içinizde bir tel titrer. söz kalbinize dokunmuştur. tıpkı arkadaş’ınkilerin olduğu gibi. günlük hayat şiiri böyle yazılır. unutamayacağınız, sahici cümlelerle.ve o zaman şiirin de ne olduğu anlaşılır. falım sakız manileri değildir bu. basmakalıp romantik nağmelere de benzemez. cana okur ve şifanız olur.

böyle seveceksiniz işte arkadaş z. özgeri’i. hakkını vere vere. hayat gibi…

*bütün şiir alıntılar: arkadaş z. özger, sakalsız bir oğlanın tragedyası, ve yayınevi, İstanbul, 2014.

**Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Ahval dosya konulu 156. sayısında yayınlanmıştır. Kaos GL Dergi'ye basılı ya da internet üzerinden erişmek için abone olabilir ya da bu bağlantıda bulacağınız kitabevlerini ziyaret edebilirsiniz. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam